Cadıcı
-Cadıcı Nikola senmisin?
-Evet Nikola benim, fakat...uzun zamandır bana Cadıcı diye hitap edilmiyor.
-Uzatma pılını pırtını topla, Kadı seni istedi.
...
Arabacı beni Sliven’deki evimden apar topar alıp yola çıkalı saatler oldu. Gecenin bir yarısı kapımı kırarcasına çalıp Kadı’nın beni çağırttını söylediğinden beri tek kelime konuşmadık. Cadıcı demişti arabacı. Bu lakabı çok gerilerde bıraktığımı düşünüyordum. En azından 15 sene öncesinde. O zamanlar gençtim, meraklıydım, yaşadığımız dünyanın görünenden çok daha karmaşık olduğunu düşünüyordum. 17 yaşıma bastığımda, uzun zamandır papaz olmamı isteyen babamla tartışıp evden kaçmıştım. Uzunca bir süre parasızlık ve imkansızlıktan sokaklarda yattım, çoğu zaman karın tokluğuna çalıştım. Elime geçen üç beş kuruşu da alkole veriyordum. Böyle sefil bir hayat sürerken Eski Cuma’da tanıştığım bir çingene hayatımı değiştirdi. Bana öğrettiği sırlar ve miras bıraktığı bir eşya sayesinde Karpatlardan, Moskova’ya, Amsterdam’dan, İstanbul’a kadar büyük bir coğrafyayı arşınlayarak bana muhtaç insanlara yardım ettim. Ta ki Prag’da hayatımın aşkıyla tanışana kadar. Beraber onca hoş vakit geçirmemize rağmen yaptığım işi duyduğunda neredeyse kalbi duracaktı. Sonra işim ve kendisi arasında bir seçim yapmamı, kendi malvarlığının hayatımızı idame ettirebileceğini söylediğinde ben çoktan kafamda seçimimi yapmıştım.
-Seni seçiyorum hayatım!!
...
Tırnova’ya yaklaştığımızda kutsal tepenin eteklerini dolaşınca karşı tepedeki hükümet konağı ve Türk sancağı görünmeye başladı. Şehir iki tepenin arasında bir ırmağın kenarlarına kurulmuştu. Doğudaki tepede yönetim merkezi ve garnizon, batıdakinde ise yerleşim yerleri görünüyordu. Her iki tepe de duvarlarla çevriliydi ve ırmak doğu duvarlarının etrafını bir yılan gibi sarıyordu. Doğu tepesinin güneyinde Hristiyan mahallesi, batı tepesinin güneyinde ise Yahudi mahallesi bulunuyordu. Türkler genellikle iç kalede ve ırmak boyunda yerleşmişlerdi. İç kale duvarları 4 metre kadar yükseklikteydi, Türkler zamanında burayı kuşattıklarında şehir bu duvarlar sayesinde oldukça fazla dayanabilmiş.
Meyve bahçeleri arasında güney girişine doğru yaklaştık. Önümüzde uzun, ince, sağı-solu en az 10-15 metre uçurum olan bir yol vardı. Kaleye girişte zincirle açılır-kapanır büyükçe bir kapı vardı. Ancak sanırım uzun zamandır kullanılmıyordu. Sadece uzun bir köprü gibi uzanan yolda üç adet kapı ve kontrol noktası vardı. Bu noktadan çevre harika görünüyordu. Çevredeki tepelerde görünen sarp kayalıklar sanki insanlardan çok önce tanrı tarafından buranın surlarla çevrildiği izlenimini veriyordu.
Üçüncü kapıyı geçip şehre girdiğimizde arabacı durdu ve arabaya bir asker bindi. Bu yeni askerlerdendi. Sultan kısa bir süre önce Osmanlı’nın belkemiği olan Yeniçeri Ocağını kaldırmıştı. Yerine hem kıyafet hem de teçhizat bakımından modern görünen bu askerleri görevlendirmişti. Bu yeni askerlerin çoğunluğu Türktü ve kendilerine "Muhammed’in muzaffer askerleri" diyorlardı. Asker arabaya bindikten sonra arabacıya işaret etti ve araba yoluna devam etti. Asker biraz pencereden bakındıktan sonra;
-Cadıcı Nikola sen misin? dedi.
-Benim ama uzun zamandır bana Cadıc..
-Ne için çağırıldığını biliyor musun?
-Tam olarak değil ama bu isimle seslendiğinize göre az çok tahmin ediyorum.
-Peki resimli tahtayı da getirdin mi?
-Siz bunu nereden biliyorsunuz?
-Bak Niko bana burada şecereni döktürtme!
-Peki peki...evet yanımda.
-Tamam o halde Kadı efendi seni bekliyor.
Şirin Türk evleri ve dükkanlarıyla bezeli dolambaçlı yoldan kalenin en tepesine hükümet konağına doğru çıktık. Kadı efendi yanında bir kaç zabitle birlikte bekliyordu. Araba durduğunda önce yanımdaki asker indi, sonra bana işaret etti. Ben de arkasından indim. Kadı’nın ismi Ahmet Şükrü Bey imiş. 1.70 boylarında, hafif göbekli, beyaz tenli, güler yüzlü bir insandı. Ama her ne kadar gülümsese de yüzünü gölgeleyen bir endişe hakimdi. Arabacı ve askerin aksine beni çok sıcak karşıladı. Elimi kuvvetlice sıktı ve halimi hatrımı sorarak konağa buyur etti. İçeri geçerek oturduk ve Kadı sabırsızlıkla konuya girdi;
-Evet hoşgeldin Nikola Bey. Biliyorum yorgunsun ve açsın. Seni böyle apar topar getirttiğimiz için önce özür diliyorum, lakin uğursuz günler yaşıyoruz Nikola Bey. Şehrin üstünde kara bulutlar dolaşıyor, sokaklarda ecinniler kol geziyor. Ecinni dediğime bakma, ne hocalar, ne muskalar, ne papazlarınız ne de yahudi hahamlar çare olabildi bu duruma. Halk korku içinde. Evini barkını terkedip giden bile var. Çoğu insan artık dükkanını açmaz, pazara çıkmaz, mabedine gitmez oldu. Herkes evine kapandı dua ediyor. Batıl inançlar aldı başını gitti. Sivil bir itaatsizlik durumu söz konusu. Gece oldu mu bir şeytanlık peyda oluyor. Sokakta gezene, evinde oturana bile musallat oluyor. Bir çok kişi kafasına kiremit düşmesinden dolayı yaralandı, iki kişinin de geçen hafta korkudan yüreği patladı, öldü. Hava karardı mı etrafta tıpkı kene yapışmış buzağınınkine benzer iniltiler duyuluyor. Kaç zamandır bende bile uyku yok. İstanbul’dan yardım istersem deli yaftası yememden yahut beceriksizlikle suçlanacağımdan korkuyorum. Senin namını ne zamandır işitirdik. İstihbaratçılarımız uzun zamandır bu işlerle uğraşmadığını söylüyorlardı ama daha önce çözmüş olduğun bazı olayları biliyoruz. Bu konuda da tek güveneceğimiz kişinin sen olduğunu düşünüyorum. Sana yahudi mahallesine geçen köprünün yanında bir ev tahsis ediyorum. Ayrıca yaptığın iş için 800 kuruş ödeme yapacağım, ancak şimdilik 400’ünü veriyorum. Hayırlısıyla şu işi bir halledersen kalanını da gönül rahatlığıyla vereceğim. Ha bu arada şu meşhur alet, getirdin mi onu da.
-Evet efendim arabada. Bahsettiğiniz duruma benzer bir olayı uzun zaman önce konaklamak için durduğum bir Alman köyünde görmüştüm. Şans eseri tam da halkın muzdarip olduğu bir dönemde yolum oraya düşmüştü. Biraz araştırma yaptığımda sorunun kaynağını bulup çözmüştüm. Tabi orada bana yaptığım işten dolayı sıcak bir yemek veren tavernacı dışında ödeme yapan olmamıştı. Umuyorum efendim, İsa Mesih’in de yardımıyla bu belayı başınızdan defetmeye çalışacağım.
-Âlâ, git biraz dinlen, sonra hemen işe koyul, arabacı seni kalacağın yere bırakacak. Bir eri de kapına nöbetçi görevlendirdik. Bir maruzatın, sıkıntın yada yeni bir bilgi olursa önce ona haber verirsin. Haydi selametle.
...
Şehre geleli iki gün olmasına rağmen dedikodu hızla yayılmıştı. Halk gelişimi duymuş çoktan söylentiler alıp yürümüştü. Kimine göre dünyanın sonu gelmişti ve yecüc mecüc ortalığı talan ediyordu, kimine göre buraları geri almak isteyen Bulgarlar şehre büyü yapmıştı, kimine göre geçen ay buraya gelen tanrıtanımaz çingeneler yüzünden şehir lanetlenmişti, kimiyse bu olanları birilerinin bilinçli yaptığını söylüyordu. Bana gelince halkın bir çoğu benden ürküyordu. Yollarda dolaşırken çocuklar duvarın arkasından bakıp geçmemi bekliyorlardı. Müftü, Metropolit ve Hahambaşı beni görünce yolunu değiştiriyor, kendilerinin halledemediği meseleyi benim gibi birinden beklemenenin abesle iştigal olduğunu düşünüyorlardı. Bense özellikle geceleri sokaklarda dolaşıp seslerin ve olayların yoğunlaştığı bölgeyi arıyordum. Her gece dışarı çıkmadan önce üzerime yaban mersini ve çitlenbik karışımı bir esans sürüyordum. Daha önceki araştırmalarımda bu çalıların bol olduğu yerlerde doğaüstü olayların olmadığını farkettim ve sonraki tecrübelerimde de bu bitkilerin işe yaradığını gördüm. Ayrıca çok faydalı olmasa da sarımsak ve tuz taşıyordum. Doğaüstü güçlerin bu maddelerden de hoşlanmadığını bir şekilde tecrübe etmiştim. Bir kaç gece sadece gürültüler ve çığlıklar duydum ama yerini tam olarak tespit edemedim. Gürültüler ve şikayetler genellikle Türk mahallesinin kuzey tarafından geliyordu. Araştırmalarımı bu yönde yoğunlaştırmaya karar verdim.
Beşinci günün gecesi bol miktarda efsunlu esansımdan sürerek ve yanıma fazlaca sarımsak ve tuz aldıktan sonra olayların yoğunlaştığı bölgeye gittim. Ortalık sakindi. Sokaklarda kimse görünmüyordu. Sessizce dolaşmaya başladım. Her sese, her harekete kulak kabartıyordum. Yaklaşık 2-3 saat sokaklarda dolaşmama rağmen ne bir ses duydum, ne de bir insan gördüm. Tam geri dönmeye karar vermişken kuzey duvarına yakın bir evden haykırışlar geldiğini duydum. Koşarak sesin geldiği eve gittim. Kapı kilitliydi ve sanırım bu olaylardan sonra bir kaç tane daha ek kilit takılmıştı. Kapıyı kırmam çok zor oldu. Omzumu ve sol bacağımı incitmiştim. Koşarak içeri girip evin ikinci katına çıktım. Gördüğüm manzara karşısında bir kaç saniyelik bir tereddüt yaşadım. Karı-koca olduğunu düşündüğüm bir çift yerde debeleniyordu ve üzerlerine mat siyah bir karaltı çökmüş bunları boğuyordu. Adam devamlı dua okuyor, kadınsa çığlık atmaya çabalıyordu. Sonra bir karaltı daha farkettim, bu karaltı da tıpkı bir gölge gibi etrafta dolaşıyor sanki bir şey arıyordu. Birden beni farketti ve bu varlığın geceden daha siyah gözleriyle göz göze geldik. O anki ruh halimi kesinlikle kelimelere dökemem. Daha önce hiç bir şekilde bu kadar korktuğumu ve bu denli zangır zangır titrediğimi hatırlamıyorum. Ancak üzerime gelirken bendeki kokuyu farketmiş olmalı ki, iğrenç homurtular çıkartarak çevremi sarmaya başladı. Hiç vakit kaybetmeden yerde yatanların yanına gittim. Yine kokunun etkisiyle diğer karaltı yerdekileri bıraktı ve yine iğrenç gıcırtılar ve homurtular çıkartarak etrafta dönmeye, evi dağıtmaya başladılar. Yerdekileri kaldırdım ve ellerine bir kaç baş sarımsak tutuşturdum. Bir odaya geçip sabaha kadar dışarı çıkmamalarını söyledim. Onlar kapıyı kapattıktan sonra kapıya da bir parça sarımsak asarak karaltılar üzerine yürüdüm. Cebimden aldığım bir avuç kaya tuzunu üzerlerine fırlatmamla kıyamet koptu. Öyle bir sinirlendiler ki ev sarsıldı, hatta bir kısım yerler çatladı. Adeta çatlaktan sızan su gibi dışarıya aktılar, ben de peşlerinden elimde tuz takip etmeye başladım.
Gittikleri yeri öğrenmem gerekiyordu, aksi takdirde bu belayı buradan defedemezdim. Ayrıca başka bir şansım da olmayabilirdi. Sokak boyunca takip ettim. Karaltılar kuzey duvarının üzerinden dışarıya akıp mezarlığa doğru gittiler. Kuzey kapısındaki nöbetçiler manzara karşısında donakalmışlardı. Bir tanesini hızlıca sarsarak güçlükle kendine getirdim ve kapıyı açmasını söyledim. Başta kabul etmese de karaltıların peşinden gittiğimi söylediğimde fazla itiraz edemedi ve kapıyı açtı. Koşarak mezarlığa girdim ve elimde bir avuç tuzla tetikte bekler bir halde aramaya koyuldum. İlk defa müslüman bir beldede böyle bir olay görüyordum. Genellikle bu tarz habis ruhlara orta ve doğu avrupada rastlamıştım. Uzunca bir süre etrafı kolaçan ettim ama hiç bir şey bulamadım. Tahmini bir kaç yere tuz serptim ama yine faydası olmadı. Kaldığım eve gidip tahtamı alarak birkaç adamla birlikte tekrar gelmeye karar verdim. O esnada sağdan soldan taş yağmuruna tutuldum. Bu taşlar özellikle pişmiş topraktandı ve sıcaktı, üstüne üstlük çarptığı yeri yakıyorlardı. Panik içinde şehre doğru koşmaya başladım. Kafama isabet eden büyükçe bir taşla sendeledim ve tam tökezlediğim anda farkettiğim boş bir mezarın içine yuvarlandım. Mezarın içi dizime kadar suyla doluydu ancak ben kafa üstü yuvarlandığımdan sırılsıklam olmuştum ve cebimdeki tuz erimişti. Üzerimdeki koku da hafiflemiş olsa gerek bu sefer hiç korkmadan üzerime geldiler ve mezarın kıyısındaki toprağı üzerime deviriverdiler. Olabilecek en kötü şey, her insanın en korkulu rüyası başıma gelmişti. Canlı canlı gömülmüştüm...
YORUMLAR
Gecenin bu saatinde böyle bir öykü okuduktan sonra üzerine sahur yemeği yiyip, daha sonra da uyumak zor olacak diye düşünüyordum ki arada sabah namazının olduğu aklıma geldi. Yani sıkıntı yok.)))))))
İşin içine 1830 lu yıllar ve tarihten aşinası olduğumuz mekanlar, olaylar girince öykü daha da bir çekici oldu benim için..
Bir taraftan Osmanlının tekrar dirilmeye çalıştığı ama giderek daha da kötüye doğru yol aldığı yıllar, öte taraftan 1830 itilalleri filan derken zaten dünyanın en musibetli yılları. Hani insanın '' O yıllarda normaldir '' Diyesi geliyor. Eh bir de kalem usta olunca büyük bir keyifle okuttu yazı kendisini.
Biraz daha genişleterek harika bir roman ya da film senaryosu haline getirmen mümkün. İstersen bir dene. Ne dersin?
Selam ve sevgilerimle.
grafspee
evet 1800'ler hep böyle karabulutların ikilemlerin gelenekçi ve modern akımların ülkenin üstünde dolaştığı yıllar. böyle olunca da her bir köşesinde binlerce hikaye mevcut. beğenmenize sevindim. ama daha sizin kadar uzun yazılar yazamıyorum. zamanla o da olur umarım, teşekkür ederim hocam.
İş yerinde okumaya başladığım öykünün neredeyse ortalarına kadar geldim. Aslında böyle olacağını, yarıda bırakabileceğimi bile bile belki de devamını okumam ruh haliyle başladığım öykü iyice sarmıştı ancak acil çıkmam gerekti.
Eve doğru giderken bu tip tarihi öykülerin yazımı için sağlam bir bilgi birikimi gerektiğini düşündüm. Okuduğum yere kadar 'sivil itiatsizlik' modern çağ kavramı hariç ki o da çok aykırı değildi, sırıtan, işlendiği zamanla çelişen bir hata olmadığını düşündüm. Eve gelip koltuğuma yerleşip, kalan kısmını okudum.
Bu kadar kısa bir öyküde okuyucuyu bu kadar sarmasının, eğer öyküyü okumuş olsa, türün romanlarının başarılı yazarı İ.Oktay Anar'ı kıskandıracağına eminim.
İnsan hoşlandığı ürünün yazarını takdir ve teşvik etmeli, temasını düstür edinen bu garibe de yazarın kalemine ve edebi yatenekle bezeli zengin hayal gücüne kocaman bir bravo demek borçtur.
grafspee
Son seçim ilk seçimin yanlış olduğunu ıspatlar.
Hayir ! Hayır bu bir tercihtir.
Hayır ! Bence ilki ikincinin nedenidir. Bu size göre doğru, bize göre yanlış.
♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥
Mesele uğursuz düşüncelerin yığıldığı bölge.Aslında ne kadar kötü beslenirse kötü bir güç, iyi gücü kovar yada ele gecirir. Ve belkide ikinci bir kişi (cadıcı ) gelene kadar sürer. Mücadele varlığın aslına intikal edene kadar sürecek.
Sonrasını merakla bekliyorum dostum.
Saygılar, Sevgiler Ucuk ve Hayal Gücü Guçlü Dostuma
grafspee
Fazlasıyla ilgi çekici; çok gerçekçi betimler var ve bu da hemen her ânı bizzat yaşıyormuşuz gibi hissetmemizi sağlıyor..
Çok tebrikler ve saygılar..
grafspee
Tarih ve gizem iç içe.Transilvanya sonra Tırnova gezindiğimiz sular tarihin en merak uyandıran, gizemli, gotik coğrafi bölgelerinden ve anlatım şu an bizi koltuğumuzdan o bölgelere ışınlayacak kadar gerçekçi.Nikolanın hemen ardında elimizde sarımsaklarımız ve diğer otlarımızla bizde cadı avına çıkıyoruz.Jules Verne'in karpatlar şatosunun hemen yanından geçip Draculanın mabedinde bir nebze soluklanıp onu uyandırmadan kaçıp Tırnovada mezarına sığmayan huzursuz ruhların ya da cadıların hışmına uğruyoruz ve maceranın tamda orta yerinde kendimizi mezarda buluyoruz.Bu noktada cadımızın mcgyver güçlerinin de olduğunu düşünmek isteyerek nefesimizi tutup devam bölümünü bekliyoruz.Bu türde yazılarda açık ara kendini her geçen gün geliştiren bir kalemsin Fatih, ilhamın bol olsun arkadaşım :)