- 2028 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
BUNDAN SONRA BAŞÇAVUŞSUN
BUNDAN SONRA BAŞÇAVUŞSUN
Dedem Hüseyin (GÜLEL), Balkan Harplerinin başlaması döneminde; askerliğe gönüllü olarak yazılan babası Hacı İbrahim Efendinin yerine; vatan savunması için henüz onsekiz yaşındayken askere gitmiş. Onunla birlikte o zaman ki adı Seyyid-i Bala olan köyümüz Yukarıseyit’ten, yaklaşık yirmiyedi kişi askere alınmış. Bu yirmiyedi kişiden, jandarma olan Şerli Osman Çavuş, sıhhıye olarak çalışan Lahnacı Halil İbrahim ve bando takımında görev yapan dedemden başka; hiç kimse geri dönememiş. Rahmetli dedem, önce İstanbul, Beyoğlu Kışlası’nda eğitime başlamış. Altı yedi ay aradan sonra da koluna bağlı bir asker kacağı ile birlikte yürüyerek Yemen’e üç ayda varmış.
Yemen’de askeri bandoda görev almış. Okuma yazması olmamasına rağmen müzik notalarını öğrenen dedem, iyi bir usta olan müzik hocası sayesinde trompet çalmasını öğrenmiştir. Askeri bando takımında ileride görev alacak arkadaşlarının hocaları, öğrencilerine hemen melodi ve marşları öğretmişler: Dedem ise, anlattığına göre yetmiş güne kadar sadece trompeti üflemiş ve sonunda arkadaşlarına bakan dedem;
“Hocam, herkes klarneti ile, davuluyla, saksofonuyla, trombonuyla melodiler çıkarıp marşlar çalabiliyor. Bense hâlâ zart zurt sesler çıkarabiliyorum. Ne zaman ben de onlar gibi çalabileceğim” diye sitayişte bulunmuş.
Hocası şöyle bir ekseninde dönerek, arkalarında bıraktıkları yemyeşil Anadolu’nun bulunduğu tarafa bakar, düşünür ve zabit kalpağını işaret parmağı ile iter;
“Hüseyin, sen beni dinle! Bırak onlar çalsınlar. Ben seni bir usta trompetçi olarak yetiştirmek istiyorum” der.
Dedem, hocasına karşı bir edepsizlik yaptığı karaına varır ve özür diler. Hocasının elini öper ve hazır ol vaziyete geçerek;
“Siz nasıl emrederseniz başım üstüne komutanım!” dedikten sonra selamını verir.
Tecrübeli zabit, Boğaziçi’nin nazlı nazlı dalgalarını hatırlar. Trompet Hocası olan bu zabit, Saray Bandosundan ayrılıp buralara gelmesine hayıflanır. Vatan savunmasının her yeri aynı değerdedir diye aklından geçirir. Büyük eserleri icra edeceği yerde bu cehennem sıcağı altında pişmektedir. Batı Anadolu’dan getirilen bu yağız delikanlılar, Halife Sultanlarına, devletlerine ve komutanlarına derin bir saygıyla itaat etmektedirler. Memleket ve aileleriyle çok zayıf haberleşmeleri olan bu gençler; vazifeleri konusunda yılları, sanki gün gibi saymaktadırlar. Onların tek derdi kutsal toprakları yabancı ve özellikle de müslüman olmayan askerlerin ayak basmamasıydı. Bu toprakların değeri, onlar için annelerinden, babalarından çok önemliydi.
Hüseyin dedem, zabitinin (subayının) emrine uyarak çalışmalarını hızlandırır. İki hafta sonra melodileri o da çıkarır, marşları çalmaya başlar. Üç dört ay sonra arkadaşlarından kat kat iyi bir şekilde çaldığından dolayı, diğer usta subayların da dikkatini çeker. Gerek terbiyesiyle, gerek müzik alanında gösterdiği çok olumlu durumla komutanları ona ayrı bir gözle bakar. Memleket hasretini ve ana baba özlemini trompetinin yanık sesiyle göklere doğru üfler. Bir yanda gençlik ve geniş omuzlu, uzun boylu ve dolgun kaslı yapısıyla trompetini öyle üflemiş ki;
“O vakitler bu trompeti üflediğim zaman koğuştaki yedi kandili de söndürmüştüm” diye bize Dedem, gururla anlatmıştı...
Kim bilir belki de üflediği trompetin sesiyle; Çökelez Dağları’nın böğründe bıraktığı köyüne, ana babasına, yakınlarına kısaca sevdiklerine “Mızıka çalındı düğün mü sandın? / Al yeşil bayrağı gelin mi sandın? / Yemene gideni gelir mi sandın? ... “ der gibiymiş. Yemen’e giden askerlerde tekrar vatana sağ salim olarak döneceklerine pek inanmıyorlarmış.
Müzik derslerini bazen rüyâlarında bile tekrar edermiş. Verilen vazifelere çok özen gösterirmiş. Aynı zamanda da trompeti onun bir can yoldaşı olmuş. Acılarını, dertlerini, vatan konusunda sıkıntılarını hep trompetine üflermiş, o da yanık yanık ses çıkarıp karşılık verirmiş.
Her zaman olduğu gibi bir gün cephede sabah namazına durmak için bölük bölük gelip namazlarını eda etmeye koyulmuşlar. Bir arkadaşı yanık ve güzel sesiyle sabah ezanını saba makamında o gün okumuş. Öyle içli öyle dokunaklı okumuş ki, o arkadaşının gür sesi karşı dağlara kadar yankılanmış. Alaca karanlıkta beyaz bayrak sallayarak onlara doğru gelenler varmış. Bir kaç kişi değil, yüzlerce... Derhal cephede saldırı var diye vaziyet almışlar. Gelenlerin başında bulunan birisi İngilizce bir şeyler söylemiş. Zabitlerden İngilizce bilen, hemen koşup o gelenlerin önderiyle görüşmüş. Sakallı ve Müslüman giyimli olan gelen kişi;
“Siz kimsiniz?”
Zabit;
“Biz Türküz!”
“Siz Müslüman mısınız?”
“Evet!”
“Ama, bize, İngilizler, Türkler Müslümanlıktan çıktı. İslamların Halifesini onların elinden kurtarmaya gidiyoruz. Haydi Halifeyi kurtaralım dediler ve biz kafir Türklerle savaşmaya geldik!”
Zabit, hafif gülümseyerek;
“İngilizler sizi aldatmış. Buyurun sabah namazını beraber kılalım. Sizler, ülkenizi sömüren İngilizlerin Hıristiyan olduğunu bilmiyor musunuz?”
Başlarını eğmişler ve beraber saflar tutup, sabah namazlarını eda etmişler.
Dedem bu ve benzeri olayları çok yaşamış. Yine bir gün Hicaz Demiryolları bazı İngiliz taraftarı Arap liderlerinin emriyle tahrip edilmiş ve ordumuzun İstanbul bağlantısı kesilip, cephane, yiyecek, erzak ve diğer ihtiyaçlarının tedariki önlenmiştir. Şerif Hüseyin ve adamları Müslüman Türkü, emperyalist İngilizden daha tehlikeli görüyormuş. İngiliz komutanı Edmund Allenby’ye “En Nebi” diyecek kadar işi ileriye götürmüşler. Bu İngiliz komutanı, Küdüs’ü Türklerden aldığı zaman, kendi dinleri açısında çok kutsal gördükleri bu şehre, atından inip büyük bir saygıyla yürüyerek girmiştir. Bu günkü Arap aleminin ve Filistin’in düştüğü bu acıklı duruma bu emperyalist Lavrens’in peşinden giden Şerif Hüseyin ve benzerleri olmuştur. Yüzyıllardır her türlü imar ve koruma hareketini yapan Osmanlı Devleti, bu hizmetlerine karşılık yüzbinlerce Türk evladının kanıyla, Yemen’i, Hicaz’ı, Filistin’i, Bağdat’ı, Basra’yı savunmuş, Mekke ve Medine için her şeyini feda etmiştir: Gördüğü karşılık ise “Ah o Yemendir, gülü çemendir / Giden gelmiyor, acep nedendir” ezgilerine sinmiş, dinleyenin yürek telini sızlatmaktadır.
Rahmetli dedem, Yemen’deki bandoda sevilir. Önce onbaşılık sınavına girer. Belli bir zaman sonra da “çavuşluk” imtihanına girmek ister. İsteklidir ve zabiti onu yüreklendirir. Müzik ve teşrifat kurallarına çok çalışır. Bu sefer sınav salonunda Yemen bölgesindeki yüksek rütbeli subaylardan da vardır. Sıra dedeme gelir. İçeriye girer ve selamını verir. Kucağında sımsıcak sevgisiyle trompeti vardır. Askeri bando zabitleri, yüksek rütbeli subayın yanında nezaketen soru sormak istemezler. Paşa, sağına soluna bakar, soru soran olmayınca;
“Söyle bakalım evladım: Terbiye nedir?”
Dedem çok şaşırır. Diğer zabitlerde soğuk duş etkisinde kalmış gibidirler. Günlerdir dedem, marşlar, valsler, makamlar üzerine çalışmış ve gelen soruya bak der gibi baka kalır. Zabitlerine bakıp adeta onlardan yardım ister ama onlarda çaresizdir. İş başa düştü deyip kendisi bir çıkış yolu arar.
“Terbiye” der dedem “anadan babadan alınandır” diye bir cümleyi ortaya salıverir.
Paşa hiddetlenir. Elindeki kırbacını parlak çizmesine “Şaaap!” diye vurarak;
“Biz terbiye vermiyor muyuz!”
“Paşam!” der “siz de terbiye veriyorsunuz. Ama ananın babanın verdiği terbiye çocukluktan insanın özüne yerleşir. Ana baba terbiyesi alan kişi; Allah’a da itaat eder, devletine de, paşasına da.”
“Sen çavuş değilsin! Bu günden sonra!” dedikten sonra hiddetle haykıran Paşa, başını masanın üstündeki evrakta göz gezdirir. Ortalıkta müthiş bir sessizlik olur. Kimseden çıt çıkmaz. Bu arada Paşa öksürür. Sesini ayarladıktan sonra;
“Senin künyen nasıldı?”
“1309 doğumlu, İzmir vilayetine bağlı Denizli sancağının Demirciköy (Çal) kazasının Seyid-i Bala kariyesinden (Yukarıseyit Köyünden) Hacı Efendi Oğullarından Hacı İbrahim oğlu Hüseyin. Emredin komutanım!”
“Rahat ol oğlum! Verdiğin cevap beni çok düşündürdü ve etkiledi. Bundan sonra sen bu takımın başçavuşusun!”
Dedem ve zabitler bu taltif karşısında yine şaşırırlar. Paşa yerinden kalkar gelir ve dedemin anlattığına göre başçavuşluk palaskasını (kemerini) kendi elleriyle takar. Diğer zabitlerde hayranlıkla dedemin çevresini çevirip, omuzunu yepeşliyerek kutlarlar.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 22.06.2006
Not.: Fotoğraf, Mustafa CURA., Yukarıseyit Köyü İçme Suyuna Nasıl Kavuştu, sa. 22, Ankara, 1953.
YORUMLAR
Benimde dedemden dinlediğim aşağı yukarı ayni şeyler yazdıklarınızla birleşiyor ingilizlerin yaptıkları.Bu gün doğuda oynanan oyun yıllar sonra diyeceğiz ayni şeyleri.
En iyisi düşmemek oyuna ama karşıda sinsi bir yılan ne yapacağı belli olmayan.
Tebrik ederim saygılarımla.
Halil GÜLEL
Dedelerimizin istiklalimiz ve vatanımız için verdikleri mücadele unutulmamalı, unutturulmamalı. Onun için yazıyorum. Arkası gelecek. Lütfen sizde yazınız o kahramanların canıyla ü kanıyla yazdıkları destanları... Sevgi ve selamlarımızla...