- 451 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Hilafet
Bu çalışma Kurtuluşun Felsefesi yazı dizimin içeriğidir.
İlk ittifakı dönemlerin yaptığı ittifaklar ilkin; genelde daha önceden göç verdiği totem gruplarla yaptığı bir ittifak olabiliyordu. Ya da ittifak gayeli grupların; benzer totem düzlem içinde bir araya geliyorlardı. Yani ittifak düzlemi içinde eşit aitti unsurların aynı otorite (yönetim) altında olmalarının saygılandığı süreçlerdi. Bu süreçler, kendi dışındaki ittifakı süreçleri "dışlayan süreçli" bir meşruiyetlikti.
İttifakın merkezine, totem söylem yerine; üreten ilişkiler düzenlenmesi konmuştu. Bu merkez alan içini düzenlemenin tarafları olan grupların totem temsilcileri bu merkezlere istiva etmişlerdi. Üreten ilişkiler düzenlenmesi hem nesnel süreçti. Hem de bu nesnel süreci düzenleyen her bir ilahın söylem meşruiyet ligiydiler.
Bir ittifakı süreç, totem dönem kadar katı olmasa bile, dıştaki başka ittifakı süreçleri yine de dışlayan süreçlerdi. Bir ittifakı sürecin kuralları, diğer ittifakı sürece; kabul edilemez ve ağır süreç oluşla, zül geliyordu. Süreç bu meşruiyetliğin kendi olay boyut ufkunca, türlü türlü değişikliklerle var ola geldi.
Sistem köleci ittifaklı süreçlerin çeşitli belirmelerini yaşadıkça, yaradandı düşünce dediğimiz anlama ve anlatımı köleci ittifaklar iyice biçimlemiştiler. Krallar yöneten kral olmanın somut koşulları yanında bir de, ilahlar olmanın onay veren, vize veren kurumlaştırıcı düzenleme muktedirliği oluşla, kraldılar. Krallar, ikinci kimlikleriyle sosyal öznelliği pekişen anlayışla, yeni bir sıfat olarak bağırlarına sarmıştılar.
Köleci süreçler içten dışa doğru sömürü yapan süreçlerdi. Dışa doğru açılmanız demek, sizin dışınızda olan diğer üreten emekleri de bünyenize almaktı. Ama aynı zamanda da başka başka sosyal aidiyetli lokasyonları da içinize almaktı. Bu tür yaratılışlar özelliğiyle düzenleşime tabii olan uygarlıkların sosyal toplumsal çatışmasını; sosyal gailelerini; gündeme getirmek demekti.
Bu çatışmayı aşmak ya da en aza indirmek gerekiyordu. Kendi ittifak zeminine seslenen ilk yaratandı anlayış, dışa olanı bünyeye almaya uygun değildi. Açılmaya uymuyordu.
Yeryüzüne doğru açılışla emperyalist olan duygularıyla krallar, yaratan ilahlar koalisyonu olan yerel anlayışlı yaratan tanrı fikrini kral, kendisinden uzaklaştırarak kendisinden boşaltarak yaratandı özelliği tapınağa doğru ötelediler. Bu tür ilk ittifakı ürün anlayışı olan ittifakı yaratma; ittifak için yaratma ülkü engelini ortaya çıkaran; düzenleyen-yaratıcı olan tanrı sıfatı, tapınağa gönderildi.
Çünkü ilki ittifak içi düzenlemeleri kurgulama inalı olup ta ittifak merkezinde “yerel yaratan tanrı seslenmesi” olan ilahlar seslenmesi, ittifakın çevresi olan yeryüzüne hitap etmiyordu. Bu nedenle sadece ilki ittifakına seslenmeye yarayan, yaratan tanrı sıfatıyla; yeryüzüne seslenemiyorlardı.
Ön ittifakı anlayışlı yaratan tanrı fikri aciz ve yetersiz kalmakla bitmiyordu. Üstelik işgalci istilalarla bünyeye alınan insan ve köleleri bir de çatışmacı, dışlayıcı engeller çıkarıyordu. Öyle bir şey olmalıydı ki, lokalize yaradandı ittifak; bir şekilde çevresi olan yeryüzüne, seslenmeliydi.
Lokal düzenlenmeli yaradandı olacak olan sıfat; global bakış olmakla; uyrukluğuna giren hem kendi gözüne batmamalıydı. Hem de kendisi, uyrukluğa girecek diğerlerinin gözüne batmamalıydı.
İlk ittifakı sürecin eseri olmakla orada bırakılan yaratandı düşünceyi istilacı süreçler geliştirdiler. Artık yaratandı düşünce, ittifak içi olayları yaratan değil” yeryüzündeki süreçleri yaratan Tanrı’ydı”. Yeryüzü Tanrı’nın elinde çıkmıştı. Yeryüzündeki grup ve milleti tür her bir yapı içinde bulunan sosyo toplumsa süreçler, aynı Tanrı’nın elinden çıkma yaratılış oluşla "İNSAN KARDEŞLİĞİYDİLER".
İnsan kardeşliği demek; her bir millet ve inanç yapı gruplarını da insan saymaktı. Kendinden saymaktı. Dışınızdaki kişilere de dokunma, onlarla temas etme demekti. Onlarla evlenme, onların pişirdiklerinin, üretip yediklerinin yenmesi demekti. Bu anlayışlı tutumları gide gide yeryüzü insanlarının da içlerine sindirilmesinin süreçleri olacaktı.
Bu aşı da tam tutmamış olacaktı ki keşifler sırasında bulunan kıta Amerika’sı yerlileri insan görülmeyip itlaf edilmelerle adeta telef edilmişlerdi. Afrika zencileri daha yakın zamana kadar insan kardeşliği içinde görülmeyip her tür zillet hakaret ve işkence içinde ölümlere uğramışlardı.
İnsan kardeşliği sosyal mantığının o günlerde nasıl önemli bir kilit rolü uygulayan anlayış olduğunu belirmek için zenci ve yerlileri örnek verdim. Bu anlayış birden her yerde seve seve uygulanmış bir süreç değil ama adımları atılmış giderek yayılan bir adım süreçti. O kadar olumsuz yansımasına da rağmen, yaratma düşüncesinin o günlerde ne kadar önemli olduğunu anlaşılmalıdır.
“Kiminizi kiminizden üstün kıldık. Kiminize bol rızk verdik. Kiminizde gidip çalışsın, rızkını arasın diye” deyip, sistem işleyişine; kul kertesinde ve insan kardeşliği bağlamında çok iyi emisyon yaptırıyordu. İlk ittifaklardan bu yana, aynı ittifak aitliği tanımlaması olan "insan"; köleci işgali süreçlerle, yeryüzü inanç ve gruplar birliğini de içerir bir anlamın, tarihsel sürecini de başlatır olmuştu.
İnsan bağlacı kendi ittifakınız dışıyla ittifak edilirliği, ittifakınız dışıyla da evlenmeyi, ittifakınız dışının da sizinle aynı yönetim altında birleşe yapabilirliğini sindirtmenin sosyal anlamalı meşruiyetleriydi. O dönem süreçlerinden günümüze olan süreçler de sosyal anlama hala çok etkin ve çok baskındır.
Bu yüzden otorite merkezleri bu sosyal anlayıştı ilahi meşruiyet kıyafetini de üzerlerine takmak zorundaydılar. Bu kıyafetin kullanımı çok yeniydi. Köleci sistemle başlamış yeryüzüne (âleme) doğru uzanmıştı. Cihan imparatorluklarının, iklimleri dönüştüren, bölgesel olmayan doğan batan “yeryüzü” süreçleriydi.
Lokal anlayışlı yaratıcı tanrı elbisesini üzerinde çıkartan krallar, bir süre sonra “yeryüzü” Rabbi olan yaratıcı tanrı oluşla kıyafeti ikinci kez üzerlerine aldılar. Bu kez de emperyal kral oluşla “vekâletle ilahi sıfatı üzerlerine giydiler”. Ama bu kez vekâleten giydiler. Kral Tanrı olma fikri az biraz gerileyişle halife olan, Rabbin yeryüzünde gölgesi ve temsilcisi olan; hem kul, hem halife olan krallardı genellikle.
Halife olan kralın, farklı kültürün uygarlık aittisi olan insanları ve yeryüzünü yönetir olması, insanlara aykırı gelmez olmakla bir sindirmenin ortalama anlayışlar düzeyine, gelmişti. Artık Hamurabi yeryüzü Tanrısı Marduk’tan el alıp, Marduğ’un bildirdikleri doğrultuda meşruiyetlikle yeryüzünü yönetebilirdi!
Sözün özü monarkların bir toplumu, toplumun nesnel ilişkilerinden ötürü yöneten bir meşruiyetliği vardı. Ki bu meşruiyetliği, üreten özne-nesnel yasalardan alıyordular. İkinci bir yönetme meşruiyetliği daha vardı ki bu meşruiyetliği sosyal, sosyolojik ve varsayımsal yasalardan alıyordular.
Sosyal alan daha çok yaratan Tanrı’nın alanı oluşla, Yaratan Tanrı’nın karşı konulmaz takdiriyle; yine Tanrı takdiri olan krallar elinde hünere ve somut gerçekliğe dönüşüyordular. Yani sosyal bağlamda konuşan kral değil, kralın ağzında Tanrı konuşuyordu. Monarkın ikinci iradesi böyle anlaşılıyordu.
Kısacası MS. 20. yüzyıla gelindiğinde dahi otorite merkezini temsil eden gücün elinde iki sıfat vardı. Biri babadan oğula devredilen toplumu yöneten, mülkün sahibi olan “saltanat” gücüydü.
Diğeri de mülkünüzün de dışına aşabilen aynı inancın ya da aynı yaradandı Tanrı halifeliğinin sosyal bağlamda aynı iman ait etli sosyal yapılarına söz geçirdiği, ‘hilafet makamı’ oluşla bir sıfatı daha vardı.
Bunun ikisinin ortaya karışık egemen olması süreç anlayışı çok farklıydı. Üretilen, tüketilen malın; bilimsel ve sağlıklı olmasından çok daha ileride bir anlayışla, o şeylerin haram, helal olması ölçülerine göre değerlendirilip, fetvalarının alınmasıydı.
Kısacası insanlık tarihi hinterlandın da süreç; uygulamayla kesikli sürekli parça sınandırmalarla deney sel olup sürüyordu. Kimi hinterlantta da süreç inandırmayla parça süreçler biriktirilmesi oluyordu. Bu nedenle Sezar kimi kez kendi hilafetiyle fetih topraklarına çıkarken; kimi kez de fetih topraklarının hilafet anlayışını üzerine giyiyordu.
Osmanlı imparatorluğu süreçlerine gelindiğinde zaten icazetle halife (yerine) olan padişahlar, 16. yüz yıldan itibaren yeryüzünün de halifesi olan alanı, “saltanat ve hilafet makamını” aynı monark üzerinde toplamıştı.
Emevi hilafetiyle başlayan “saltanat hilafetçi ligiyle”, Abbasiler ayrı bir monarkı hilafetti. Selçuklular buna bağlı bir monark hilafetti. Memluküler monark hilafeti. Eyyubiler monark hilafeti, Fatımiler monark hilafeti; İran şahlığı monark hilafeti ve Hint monark hilafetiyle, Endülüs monark hilafetinin hepsi Abbasîler karşı hilafetlerdi ama yine de süreç bağlı ve aykırı oluşla böylesi bir yol almaydı.
Saltanat ve hilafet siyaseti giderek Osmanlıda iyice bir müneccimliğe, cinci büyücülüğe dönüşmüştü! 3. Mustafa gibi halife padişahlar 2. Frederik’ten cin isteyecek kadar işi resmileştirip süreci iyiden iyiye çığırında çıkarabilmişlerdi. Sevgili Atatürk Hilafetin zararını biliyordu. Mecliste, çalışan meclise; işleyiş yetkilerini kullandırttı. Meclis:
O günün konjonktüründe yurttaş bilinci olmayan reayaya, çok ters düşmemek nedeniyle; kaldırılacak hilafetten kaynaklı boşluk alan oluşturmamak bağlamı da bir olasılık oluşla, Padişahın elinde yöneten saltanatı alıp, Osmanlının münkariz (çökmüş-batmış-yıkılmış) olmasıyla 1 Kasım 1922 padişahı yönetir olmaktan yetkisiz kıldı.
Artık meclis çalışmalarını, sevgili Atatürk sembolizmi üzerinde anlayacaktık. Sevgili Atatürk saltanatı kaldırdığında, otorite merkezi üzerinde sosyal oluşla siyaseten hilafet kalmıştı. Hilafetin toplumsal siyasetle en ufak bir nesnel bağı kalmamıştı. Hilafetin, mülkü araziniz dışındaki diğer sosyal kesimler üzerinde az çok etkisi oluyordu.
Osmanlı reaya yapısı, sosyal yönleri çok güçlü oluşla; toplumsal bilinçleri, yurttaşlık bilinçleri çok zayıf bir reaya kertesinde kul, köle bilinçli formasyondular. Güncellik, onlar için hiç bir şey ifade etmiyordu.
Sosyal siyasetle, hilafet Vahdettin üzerindeydi. İç ve dış reaya üzerinde olası sosyal siyasi etkisi kadar bir güçle aciz bırakılan Vahdettin üzerinde, gerektiğinde bu cılız sosyal siyasi nüfuz etkiyi kullanmayı düşünüyordu. Bu gibi basit bahanelerle; “yurtta sulh, cihan da sulh” diyen biri asıl halkın infialinden çekiniyordu.
Hilafetin etkisi cılızdı. Çünkü 1. Dünya Savaşı sırasında Vahdettin uhdesindeki hilafet uyruğundaki fetvalara bağlı olması gereken Araplar, büyük oranda İngiliz işbirliği ile Osmanlıları arkadan vurup, halifelik makamını tınmaz olmuşlardı. Mustafa Kemal konjonktür olan bunların bilincindeydi.
Vahdettin üzerinde bırakılan halifeliği Atatürk; hem bu aşamada, bir gaile oluşla boşluk bırakmamak adına, bunu böyle yeğliyor gibi oluyordu. Hem sosyal siyaseti yerine göre kullanabilmek adına böyle bir yeğlemeye, ister istemez bilinç olmuştu. Atatürk, Atatürk olsa da çok büyük zorlukları vardı.
Hilafetin Vahdettin üzerinde bırakılması Atatürk cephesinden ya da kurtuluştu cephe bilincinde böyle iken, bir başka açıdan da başka bir olumsuzlukla yansıyacaktı. İngilizlerin Osmanlıdan ele geçirdiği Arap, Hint hinterlandındaki İslam sosyal coğrafyasında İngilizlerin buralardaki reaya ile başı beladaydı.
Bu nedenle halife Vahdettin’in İslam Dünyası üzerindeki olası siyasi etkisini bu isyancı Müslümanlar üzerinde gösterebilmeleri bağlamında da, İngilizler Vahdettin’in hilafetçi durumunu istismar etmeye kalkacaklardı. "Hayatım güvencede değil" diyen Vahdettin’in sığınma talebini bu nedenle İngilizler kabul edeceklerdi.
Mazlum milletlerden yana olan kurtuluştu Atatürk mefkûresi, bu blöfü gördü. Bu kullanmaya mani olmak için Meclis müdahalesi, hilafeti İngiliz nüfuzunun etki ve denetimindeki Vahdettin üzerinde alıp, Abdülmecit efendiye verecekti.
Daha sonra kısmen durulan ortam rehavetiyle Abdülmecit efendinin kendi siyasi hesapları, iç ve dış siyasi hesaplı odaklar ekseninde birleşince; hilafetin kişi üzerinde alınması elzem oldu. İmparatorlu ki döneminin bitilmesiyle başlayan uluslaşma sürecinde çağdışı olan süreç, tarihi sosyo toplumsal işlev olmaktan çoktan çıkmıştı.
Daha sonra 3 Mart 1924’te Hilafetin İlgası (kaldırılması) biçiminde bir kanun düzenlemesiyle o günün hassasiyetine binaen hilafeti makam gerek halkın gerek meclisin gerek kurtuluşçu kimi kadroların önü alınmaz dirençleri nedenle, çürümüş hilafet makamı yeni bir şekil aldı. Hilafet şahıs, kişi, ya da bir hanedan temsilciliği olmaktan tamamen çıkartıldı. İşlev bağıntısı kurulamazlıkla imsel hazla bırakıldı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi uhdesine gömülerek hilafet adeta tüzellik kazandı. Tüzelliğin tümleşik bir belirmesi gibi davranışla, davranamamanın yeni bir olgusu oluşla zamanın içine bırakıldı. Şurası açık ki artık hilafet kişilere verilen devredilen ve zırt pırt kullanılan bir durum değildi.
Meclisin bile kullanamadığı bir tüzeldi uhdede barındırıştı. Hilafet sıfatı tüzele verilmişti ama kararı kişiye verilmiş gibi kişiden çıkıyor gibi tek ses olmak zorundaydı. Bu da hilafetin kullanılır olmasından çok kullanılamaz olması gibi değerlendirilmişti. Hatta hilafeti cari olaraktan geri getirmenin önüne konan muazzam bir tıkaç olmuştu, hilafeti meclisin içine gömmek.
Hilafet iradesi meclisteki kişi sayısı kadar bölünen iradenin; tekrar o kadar kişi toplamı oluşuyla cari olabileceği zammedilmişti. Bunun da pratikte cariliği pek te olası değildi.
Çürümüş imparatorluk kalıntısı (fosili) olan hilafeti kurucu meşruiyetlik bağlamında ulusal ittifakı irade meclis uhdesine bırakmıştı. Hem de çokluk, çoğulluk iradesine bakmadan; tüm meclisin aritmetikti olan sayısı tümlüğü üzerine bir tecelli oluşla inşa etmişti. Meclisin istisnasız tümü evet demeden olmuyordu.
Gerici tutumlarla hilafetin ihyasına uğraşışla meclisi kaldırsanız, meclis uhdesindeki hilafeti de kaldırıyordunuz. Meclisi açık tutsanız, hilafetin carileşmesine karşı bir kişi direnci bulunsa bile hilafetin cariliği olası olamıyordu.
Bunu fark eden hilafetçi siyasi meclisler; hilafetti siyasetler eğilimli söz birliği içinde oluşla, bu yasayı delmeleri işten bile değildi. Bu aslında çeşitlilik içinde toplam zorluktan ötürü ihdası bile olamayacak bir ilgaydı (kaldırma).
Bu sorun öylesine bir meclis içine gömülüştü ki, meclisin içinde çıkması içinde toptan meclis ittifakı öngörür oluşla gerçekleşmesi sıfıra yakındı. Hilafetin yeniden ihyası gibi gerici teklif, teklif edilse bile meclis kararı teklifi tümden iradenin beyanı yapamamakla hilafeti oluş, olanaksızlık kılınmıştır.
Bu konudaki meclis ittifakı, yurt bütünlüğü gibi konulardaki ya da meclis üyelerinin özlük hakları gibi konulardaki kenetlenme veya çoğunluk oylarıyla belirme güvencesi içinde pek olmuyordu.
Böylece kişisel farklılıkların 550 de bir de olsa bir aykırılıkla, tümleşik tüzellik irade beyanı nedeniyle, hiç kimse hilafeti temsil edemez, kullanamaz oldu. Bu nedenle meclisin tümleşik iradesi içine gömülen şey de 549 kabule karşı 1 muhalif oy dahi olsa, irade içine gömülen hilafeti çıkartamaz oldular. Bu nedenle Sn. Menderes meclise: “siz isteseniz hilafeti getirirsiniz” diyordu ama bir türlü getiremiyordu.
Çünkü meclis tümelliği şu anki haliyle 550’dir. Bu durum elbette ki hile ve takiyyelerle aşılamaz da değildir. Meclisin diktatörce teslim alınmasıyla, hilafetilik yeniden ihyasız da değildi. Ama zorluğu kaldırılmış olanın yeniden ikamesinden daha fazladır.
Yürürde olan bir şeyi meclis çoğunluğu olan 25 kişiyle kaldırır yine meclis çoğunluğu olan 15 kişiyle, 100 kişiyle vs . Yeniden ortaya koyarsınız! Ama bu öyle değil o an mecliste olmayan ya da ölen biri dahi, bu sayısal senkronun zorluğunu ortaya koyar. İlla sosyal ruhsal yeterliği olan 550.
Halifelikle reaya ikili bağıntısı yan yana kavramlardır. İnsanın kul köle gibi bir iman anlayışı olmazsa hilafet te size hükmedemez.
Birinci Dünya Savaşı arbedeni İslam hinterlandıyla ve Osmanlıdan bize bakiye sosyal güncelliğinde az da olsa hala hilafetin etkisi vardı. Hilafet o günün can çekişmekte olan konjonktür siyaseti olmakla birlikte geri kalmış bakiye Osmanlı topraklarında ve İslam Dünyasında az biraz etkisi, taraftar bağlılığı olan bir aidiyet ilkesiydi.
Halifeye biat, o günler İslam hinterlandını halifeye biat eden azınlıkla; halifeye biyata hiç değilse Osmanlı saflarında olmamakla kulak asmayan Arap çoğunluğu şeklinde iyice biçimlemişti. Halifeye biyata hazır küçümsenmez bir azınlığı siyaseten size destekçi kılmak, ne kadar olasıysa; bizim açıdan belki o kadar değerlendirilmesi gereken bir durum gibide süreci etkiliyordu.
Emperyalistler bunun zıttı olan tutumu da destekleyeceklerdi. Ya hilafetin saçmalığını emperyalist kültürle enjekte edeceklerdi ki amaçları Araplar üzerindeki Osmanlı Hilafet gücünü kırmaktı. Ya da emperyalistler hilafeti etkileyerek hilafet üzerindeki gizli nüfuzlarıyla İslam hinterlandına sömürücü etkilerini enjekte edeceklerdi.
“Hilafet, hükümet ve cumhuriyettin mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan hilafet makamı mülgadır”. Diyen hilafeti mülga yasası bu cevazı böylesi rezerve etmiştir. Kişi uhdesindeki hilafet temsilciliği kalkmıştı. Mündemiç olduğu yere (meclis nevi şahsı tüzelliğine) tevdi edilmişti.
Artık meclis ulusallığı içinde sosyo toplum iradesi olurla öncül sosyo toplum kuramsallığıyla halife denli saygınlık ve dokunulmazlıktı. Hayali hilafet olamayacak kadar parlamenter sistemdi. Hükümetin oluşma şekli ve cumhuriyetin bunu düzenleme rejim mekanizmaları bellidir. Bu nedenle mündemiç gömülme TBMM’dir.
İşte günümüzde Atatürkçüyüm diyen biri “Atatürk hilafetçiydi” diyebilmektedir. Atatürkçüyüm diyen kişilerle siz, aynı Atatürkçülükten aynı şeyi anlamıyordunuz! Babanın günahı evlatlardan sorulmaz denişle sosyal aile içi ve dış sosyal çevreli öğrenmenin etkilerini tümden devre dışı bırakıyordunuz.
Hele de Mustafa Kemal Türkiye’si içinde bunca Atatürk’e rahmet okumayan aile çevresinde yetişen çocuklar varken; yine Atatürk’e olumsuz düşmekle hasım olup; yurt dışına kaçmış ebeveyn ailelerde Atatürk’e rahmet okumayacağı açıktır.
Başbakanımızın haldeki tavırlarına bakılarak evinde Atatürk’e rahmet okunmadığı iddiası söylenebilir. Bu nedenle Atatürk’e rahmet söylenmeyen aile çocuklarının da, ara sıra da olsa Atatürk demedikleri, yeterince açık değil mi? Atatürk’e karşı aksi hislerin beslendiği aileden oluşla o kişinin Atatürk hayranı olacağı anlayışı, hele bizim biati kültürde; eşyanın tabiatına aykırıdır.
Türkiye’de var olan Atatürkçü refleksler ve bilinçler bu tür kişileri seçtirmekle başlıyor. Zamanla seçtiğiniz kişinin söylem ve eylemlerini hem savunur beğenir, hem benimser oluyorsunuz. Hem de demokrasi adına! Zıtlık ortada kalkınca doğru düşünme de ortada kalkıyor.
Hünerleri, mugalatalarla Atatürkçü (çağdaş) diye bizlere benimsetilmesiyle bizlerdeki çağdaş sosyo toplum bilinci zaman içinde yok edilmektedir. “Oyuncağı elinde alınmak” zındıktı lafzıyla türbanın toplum içinde legal uygulatılması gibi. İngiltere’de hâkim, savcı ve avukatlar sosyal kişi aidiyetlikleri olacak hilafeti, aideti gibi egemenlikti düşünme davranışları önceden belli olmasın diye; davalı ve davacıda olumsuz istifam uyandırıp, adalet duygusu ilzam olmasın diye peruk takarlar.
Peruk takma hazırlanma sürecini belki geciktirme oluşla olumsuz yansıma yapabilir(!) ama adaletin doğru gerçekleşmediğini de davalı davacı taraflarına ilzam etmez. Önemli olan peruk filan değil türbanlı, çember sakallı, şalvarlı vs. oluşla mahkemelerde sosyal kişi temsilciliğin olumsuz tutumunu sağlatacak giyim kuşam ön yargıları yapacak, durumlardan kaçınmaktır.
Yani adaleti simgeleyen bir temsilciliğin tescili esastır. Adalet için hâkimin özel giyinmekle biraz uzun hazırlanıyormuş olması bahse konu bile olmaz. Yemeniz için (medeni ve doğru bir amaç için) de, sofra ve yemek hazırlaması, ahçı kıyafeti giymek saatler sürer! Uzun hazırlık yememeye bahane olur mu?
Hele akıl almaz denlisi; “elinde oyuncağını (söylemi) aldık” deme gafilliği ve gafleti oluşla karşı devrim mallarını legalize etmek vardır. Ki tümden Atatürkçü bilinci ve refleksi, çağdaş düşünceyi ve yurttaşlık bilincini karşı taraf yerine sizin, alıştıra alıştıra, sindirte sindirte yok etmenizdir. En vahimi de budur.
Ola ki siyaseten bir taraf söylemi içinde kendisini hıyar diye tarif edip te, önü alınmaz denli oy alması olmuş olsun. Siz de bu yükselişin önüne geçmek ve bu yükselişti “söylemi elinde almak” için yasallık tescilli, hıyar mı olacaksınız? Boş argümanlarla siyaset yapılırsa, söylemi de boş argüman olur.
Unutmayın bu tür yobazlık, gericilik; bir şey üretemezlik; kaynar suya atılan kurbağa direncini birden sıçratmamak için “ılıman” suyla birlikte kurbağayı yavaş yavaş ısıtmakla ortama alıştırma sürecidirler.
16.04.2012
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.