- 637 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. RESULÜN ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (35)
MEDİNE / MEKKE İLİŞKİLERİ (14)
HENDEK SAVAŞI / OLUŞUMU / ARKASINDAKİ GERÇEKLER (2)
Bedir savaşının aksine, Uhud savaşı, Medine’de kurulan devletin kuruluşunda temel taşlar olan toplumların farklı yön çizmeye başlamalarına neden olmuştu. Her türlü şarta, zorluğa karşılık, Medine devletini oluşturan Müslümanlar, putperest Araplar ve Yahudiler arasındaki Medine vesikası hükümlerine aykırılıklar oluşmaya başlamıştı. Uhut Savaşında Yahudi kabilelerinin güçlülerinden Beni Nadr kabilesi Müslümanlara verdiği sözü ilk çiğneyenlerden olmuştu. Onlara güvenen bazı küçük Arap kabileleri de vesika hükümlerine aykırı davranmışlardı. Çalışmanın Uhud savaşı bölümünde yeterince ayrılıkların başlangıcını ve sonucunu anlatmıştık.
Devletin temel taşlarını oluşturan kırılmaların başlangıcı Uhud, hem Mekkelilere, hem de Müslümanlara farklı duygular yaşatıyordu. Mekke’nin lideri Ebu Süfyan, kendinden önceki lider olan Hişam Bin Melik’in aksine, daha sinsi, daha zeki, daha genel düşünceler üretiyor. Medine ile savaşa bütün Arapları, hatta Yahudileri dahil etmek istiyordu. Medine vesikasının altına imza atamlar gizli değillerdi. 4000 Yahudi, 4500 putperest Arap ve 1500 civarında Müslüman. Mekke dahil bütün Arabistan halkı bunları biliyordu. Medine’de devlet oluşurken, Medine vesikasının altına imza atanlar, Medine adına hareket ederek çıkarlarının Muhammed’in liderliğinde kurulacak devlette olduğunu hissetmişlerdi. Elbette Mekke’nin ve Arapların bu gelişmeye karşı sessiz kalmayacağı belliydi. Ancak iki gelişme yaşanmıştı. Birincisi Bedir savaşı. Bedir savaşı hem Mekkelilerin, hem de Yahudilerin gözünü korkuttu. 300 kişilik Muhammed’in ordusu 1000 kişilik Mekke ordusunu darmadağın etmiş. 70 esirle ve birçok ganimetle Medine’ye dönmüştü. Üstelik Mekke’nin lideri dahil bir çok ileri gelenleri öldürmüşlerdi. Uhud savaşı ise Müslümanların kesin galibiyetiyle olmasa da, Müslümanlar karşılarına çıkan 3000 Mekke ordusunu durdurarak geriye püskürtmüşlerdi. Bütün bu gelişmeler, Arabistan’ın öfkesinin yükselmesine neden oldu. Ebu Süfyan’ın kurnaz politikaları, propagandaları da işin içine girince, Medine devletini oluşturmaya başlayan güçler dağılmaya başladı. Medine’nin asıl büyük kabilelerinden Hazreç Kabilesinin dostu olan Beni Nadr kabilesinin Medine’den sürülüp çıkarılması, Yahudiler arasında korkuya neden oldu. Hazret kabilesi gibi temel bir kabilenin dostu olan Beni Nadr yaptığı hatadan dolayı Medine’den sürülüp çıkarıldıysa, mallarına el konulduysa, Medine’de yaşayan bütün Yahudilerin geleceği tehlikeye girmişti.
Hendek savaşına bu duygularla giren Yahudilerin büyük kabilesi Beni Kureyza değişik görüntüler vermeye başladı. Mekkeliler Yahudileri kendi yanına çekmek istiyor. Medine’den yana olurlarsa başlarına büyük felaketlerin geleceğini söylüyorlardı. Yahudi toplulukları için durum tehlikeli hale gelmeye başladı. Yıllarca barış içinde yaşadıkları Arabistan, Medine şehri, ortaya koyacakları her tavırla tehlikedeydi. Mekke’den yana olurlarsa, Muhammed Mekkelileri yenerse, başlarına gelecekleri biliyorlardı. Beni Nadr kabilesi sürülmüştü. Medine’den yana olurlarsa, Medine Mekkelilerin topladığı Putperest Arap ordusuyla kuşatılacaktı. Muhammed yenilirse, Mekkelilerin elinden kurtulamazlardı. Yahudilerin durumu “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” hesabına girmişti.Ortada durup, Muhammed’den veya Mekkelilerden yana olmamak durumu kurtarmıyordu. Zira Medine vesikasına göre Medine tehlikeye girince Müslümanlar, Yahudiler, Medine’deki putperest Araplar bir olmaya, yardımlaşmaya söz vermişlerdi. Ayrı durmak, ben karışmıyorum demek sözleşmeye ihanet olurdu. Mekkelilerden yana olsalar, Medine’ye ihanet etmiş olacaklardı. İhanetlerinin sonucu ise Medine’den sürülüp çıkarılmak veya yok edilmekti. Beni Nadr Kabilesi Uhud savaşı sırasında Medine’ye ihanet etmiş karşılığını Medine’den sürülmekle almıştı. Şimdi kara kara düşünme sırası Beni Kurayza kabilesindeydi. Yahudilere göre, Mekke ile Medine arasındaki savaşın nedeni din savaşıydı. Aslında direkt olarak Yahudileri ilgilendirmiyordu. Muhammed elçilik iddia edip Arabistan’ın dinine karşı çıkmasaydı sorun yoktu. Üstelik Muhammed gittikçe güçleniyor. Bütün Arabistan’a meydan okuyordu. Müslümanlar kendilerini tehlikeye atabilirlerdi. Ama Yahudilerin kendilerini tehlikeye atmaları için bir neden yoktu.
Köşeye sıkıştığını hisseden Benu Kurayza kabilesi, Hendek savaşının başında, ortasında, sonunda değişik görüntüler sergileyip durdu. Müslümanlardan, Mekkelilerden yana tavırlarıyla sürekli değişti. Peygamberin Nuaym ile uyguladığı plan olmasaydı, Medine’yi tehlikeye atabilecek ilişkilere Benu kurayza kabilesi girmişti. Muhammed’in olayları sıkı takibe alması, yerinede, zamanında müdahale etmesi, Mekkeliler ile Benu Kurayza arasındaki ilişkiyi bozmuş. Onları birbirine düşman etmişti.
Savaş bitmiş. Mekkeliler Medine’yi kuşatmaktan vazgeçerek, geri dönmüşlerdi. Benu Kurayza için hayatın kırılma noktası başlamıştı. Muhammed Mekkelilerin geri dönüşlerinin kesinliğini anlayınca, Benu kurayza kabilesinin kalesinin önünde Müslümanların toplanmalarını istedi. Medine birden farklı toplulukların yaşadığı, her topluluğun kendine göre yerleşim alanı oluşturduğu, büyük kabilelerinin kalelerinin olduğu bir kentti. Benu Kurayza Yahudileri Medine’nin merkezine 2 saatlik mesafede kurulan Medine şehirlerinin sınırlarında içinde bir yerleşim alanında yaşıyorlardı. Barış zamanında Medine içinde her kabile ticaret veya başka amaçlarla bulunuyordu. Ancak tehlike anlarında kabileler kendi kalelerine çekiliyorlardı. Beni Nadr kabilesi de Uhud savaşı sonucu kalesine çekilmişti. Şimdi sırada Benu Kurayza kabilesi vardı. Onlar kalelerine girmişler, Muhammed’i bekliyorlardı.
Yıl Hicretin 5. senesi. Milâdî olarak 627 yılıydı. Olayların başlangıcı şöyle gelişti.
Benî Kurayza Yahudilerinin Muhammed ile anlaşmalarına göre, Hendek Muharebesi’nde düşman tarafından sarılan Medine’yi Müslümanlarla el ele vererek müdafaa etmeleri gerekiyordu.Fakat bunu yapmadılar; üstelik, anlaşma hükümlerini hiçe sayarak, harbin en önemli anlarında Mekkelilerle iş birliğine giriştiler. Muhammed’in durumu incelemek ve barış için gönderdiği heyete hakarette bulundular. Heyete “Resûlullah da kim oluyormuş? Muhammed’le aramızda ne ahit vardır, ne de akd!” dediler. Daha da ileri giderek, resul için küstahça ağır sözler söylediler. Bunlarla yetinmeyip, kalelerinden çıkarak Medine’ye baskınlar düzenleyerek, Müslüman aile ve çocukları kılıçtan geçirme teşebbüsüne kalkıştılar. Bu hareketleriyle, Müslümanları, savaş anında daha büyük bir telâş ve endişeye düşürdüler. Bu durum yaptıkları anlaşmaya göre açıkça bir ihanetti.
Müslümanlar üç bin yaya, otuz altı atlı süvariyle Benu Kurayza kalesinin önüne geldiler. Muhammed ordu komutanı olarak, Yahudilerle görüşmeyi denedi ise de olumsu sonuç alamadı. Bunun üzerine okçulara kaleyi oka tutmalarını emretti. Yahudiler de aynı şekilde karşılık vermeye başladılar. Böylece savaş ok atışlarıyla başlamış oldu.
Benî Kurayzalar, muhasaranın uzadığını görünce, sıkılmaya başladılar. Medine içinden bazılarının kendilerine yardım edeceğine inanıyorlardı. Ancak bu inançları boşa çıktı. Müslümanlar Benu Kurayza ile Medine’nin tüm iletişimini kesmişlerdi. Adeta kuş uçurtulmuyordu. Bekledikleri, umdukları yardımlar gelmeyince moralleri bozuldu. Korkuya kapıldılar. Bunun üzerine Muhammed’le görüşme talep ettiler. Resul isteklerini kabul etti.
Görüşmede Yahudi liderlerinden Nebbaş, resule hitaben; “Yâ Muhammed! Benî Nadîr Yahudilerinin teslim oldukları gibi kanımızı dökme; mal ve silahlar senin olsun! Kadınlarımız ve çocuklarımızı alıp memleketinden çıkıp gidelim. Her cins silah hariç olmak üzere, her aile için bir devenin taşıyabileceği gerekli eşyayı götürmemize müsaade et!” dedi. Muhammed onlara “Hayır! Bu teklifi kabul edemem!” diye cevap verdi. Bunun üzerine Nebbâş, ikinci teklifi yaptı: “Öyle ise, kanımızı bize bağışla. Sadece kadınlarımızı ve çocuklarımızı alıp gidelim. Malları olduğu gibi bırakalım!” dedi. Muhammed bu teklife de “hayır” dedi. Ekleyerek “Kayıtsız şartsız, benim hükmüme itaat edip teslim olmaktan başka hiçbir çareniz yoktur!”
Nebbâş, üzgün ve perişan bir halde, kavminin yanına döndü. Görüşmeyi arkadaşlarına anlattı. Yahudi liderlerinden Ka’b b. Esed bu olup bitenlerden sonra durumu açık seçik anlamıştı. Yahudilere hitap ederek;
“Ey Yahudi topluluğu!” dedi. “Görüyorsunuz ki bir felâketle karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz. Size, üç ayrı teklifim olacak. Onlardan istediğinizi kabul edebilirsiniz” Benî Kurayzalar, merakla, “Nedir tekliflerin?” diye sordular. Ka’b tekliflerini sıralamaya başladı:
“Birinci teklifim: Şu adama tâbi olalım ve onun peygamberliğini kabul edelim!
“Vallahi, onun Allah tarafından gönderilmiş kitabımızda sıfatlarını yazılı bulduğumuz peygamber olduğu sizce de malum olmuştur! Ona iman edecek olursanız, kanlarınız, mallarınız, çoluk çocuğunuz kurtulmuş olur”
“Ona tâbi olmayışımızın tek sebebi, Araplara karşı duyduğumuz kıskançlık ve onun İsrailoğullarından gelen bir peygamber olmayışıdır! Hâlbuki, bu, Allah’ın bileceği bir iştir!
“İbni Hıraş’ın yanınıza geldiği zaman size söylediği şeyleri hatırlamıyor musunuz? O, ‘Ben, Şam gibi her türlü yiyeceği, içeceği bol olan bir yeri terk edip su kırbası, hurma ve arpadan başka bir şeyi bulunmayan bir yere geldim’ demişti. ‘Bununla neyi kastetmek istiyorsun?’ diye sorulunca da, o, ‘Mekke’den bir peygamber çıkacaktır. O zaman sağ olursam ona tâbi olur ve ona yardım ederim. Eğer benden sonra gelirse, ona karşı hile ve aldatma yoluna başvurmaktan sakınınız! Ona tâbi olup dostları ve yardımcıları olunuz’ dememiş miydi?”
Benî Kurayza Yahudileri, “Hayır...” dediler. “Biz, bizden başkasına tâbi olmayız! Biz, kitap sahibi bir cemaatiz!”
Kâ’b, bu teklife kimsenin yanaşmadığını görünce, ikinci teklifini yaptı:
“O halde, size ikinci teklifim şudur: Geliniz, çocuklarımızı ve kadınlarımızı öldürelim! Ta ki arkamızda herhangi bir ağırlık kalmış olmasın. Sonra da kılıçlarımızı sıyırıp Muhammed’le arkadaşlarının üzerine yürüyelim! Allah, onunla aramızda kesin hükmünü verinceye kadar çarpışmaya devam edelim. Ölürsek, zaten arkamızda bıraktığımız bir nesil yok; şayet galip gelirsek, yeniden evlenir, evlatlar yetiştiririz!”
Kurayzaoğulları, bu teklifi de uygun görmediler. Bunun üzerine Ka’b, üçüncü teklifini açıklamaya başladı.
“Size üçüncü teklifim şudur: Bu gece cumartesi gecesidir. Bu gece, Muhammed ve arkadaşları bizim kendilerine karşı herhangi bir harekette bulunmayacağımızdan emin ve gafil bulunabilirler. O halde hemen kalelerimizden aşağı inelim. Onları ansızın vurabiliriz!”
Kurayzaoğulları, bu teklife de şu cevabı verdiler:
“Biz, cumartesi günü çalışma yasağını nasıl bozabiliriz?”
Kâ’b’ın bütün bunlardan sonra son sözleri şunlar oldu:
“İçinizden hiç kimse, doğduğundan şu âna kadar, bir gece bile tedbirli ve doğru görüşlü olarak gününü geçirmemiştir!”
Ka’b’ın bu sözlerinden sonra, Kurayza arasında kargaşalık başladı. Başlarına gelenler, gelecekler için birbirine sözler sarf ettiler. Halk korkuya kapılmış, kadınlar ve çocuklar ağlaşıp duruyorlardı. Buna dayanamadılar. Yaptıklarından son derece pişman oldular. İçlerinden bazıları Müslüman oldu. Müslüman olanlar Yahudilere hitaben bir konuşma yaptılar.
“Ey Kurayzaoğulları! Vallahi, siz gayet iyi biliyorsunuz ki Muhammed, Allah’ın Resûlüdür. Onun vasıflarını bize hem kendi âlimlerimiz, hem de Benî Nadîr âlimleri söylemişlerdir. Onlardan biri, hepimizin çok sevdiği İbni Heyyiban’dı. O, öleceği sırada, bu peygamberin özelliklerini bize haber vermişti” dediler.
Yahudiler bu sözlere “Hayır! Bu, o gelecek peygamber değildir!” diyerek itiraz ettiler.
Benî Kurayza Yahudileri, yirmi beş gece süren kuşatmadan sonra, başka çare kalmadığını anlayarak, teslim olmayı kabul ettiler. Haklarında hüküm vermek üzere de Muhammed’den bir hakem tayin edilmesini istediler. Resul onlara, içimizden kimi istiyorsanız onu hakem seçin diye cevap verdi. Kurayzaoğulları, “Biz, Sa’d b. Muaz’ın vereceği hükme göre teslim oluruz” dediler.
Saad bin Muaz Evsin lideriydi. Evs kabilesi Müslüman olan Arap kabilelerinin içindeki en büyük kabilelerdendi. Kurayza kabilesiyle Evs kabilesi arasında uzun yıllara dayanan dostlukları vardı. Kurayza kabilesi Saad’ın dostluğuna güveniyordu. Saad Bin Muaz ise Hendek savaşı sırasında yaralanmış. Yaraları sarılmış dinleniyordu. Evs kabilesinden olanlar gidip Saad’ı resulün huzuruna getirdiler. Resul ona; “Ey Sa’d! Bunlar, senin hükmüne göre teslim olmayı kabul ettiler. Haydi, onlar hakkındaki hükmünü bana açıkla!” Bunun üzerine Saad, “Yâ Resûlallah! İyi biliyorum ki Allah, sana, onlara yapacağın muamele hakkında bir emir vermiştir. Sen, Allah’ın sana emrettiğini yap!” Resul “Evet, öyledir! Fakat sen de onlar hakkındaki hükmünü bana açıkla!” dedi. Hz. Sa’d, “Yâ Resûlallah! Onlar hakkında, Allah’ın hükmüne uygun hüküm veremem, diye korkuyorum!” diye cevap verdi. Resul ısrar ederek, “Sen, onlar hakkında hükmünü ver!”
Saad bin Muaz uzun yıllardır Benu Kurayza Yahudilerinin dostuydu. Kabilesi Evsliler de Yahudilerin dostlarıydı. Vereceği hüküm lideri olduğu Evs kabilesiyle arasının açılmasına neden olabilirdi. Onun için Evslilerden bir söz almak istedi. Onlara hitaben; “Kurayzaoğulları hakkında vereceğim hükmü kabul edeceğinize dair bana Allah’ın ahdı ve misakı ile söz veriyor musunuz?” diye sordu. Evsliler, “Evet, söz veriyoruz!” dediler. Saad aynı sözü resulden de almak istiyordu. Zira karşısında Allah’ın resulü vardı. Hakem seçiyordu. Hükmüne rıza göstermesi gerekiyordu. Resule hürmet ediyor. Resulün kendi hükmüne rıza gösterip göstermeyeceğini sormaya çekiniyordu. Ama mecburdu. Bu nedenle resulün yüzene bakmadan, aynı sözü Resule sordu. “bu yolda vereceğim hükmü kabul buyuracağına dair bana, Allah’ın ahdı ve misakı ile sizin gibi söz veriyor mu?” dedi. Allah’ın resulü “Evet...” diye cevap verdi.
Bütün bu söz almalar kalenin önünde oluyor. Yahudiler kalelerinden olanları seyrediyor. Verilen sözleri işitiyorlardı. Sözler verildikten sonra Hz. Sa’d Yahudilere “kalelerinizden inin teslim olun” dedi. Yahudiler kalelerinden indiler, silahlarını bırakıp teslim oldular.
Ve Sa’d b. Muaz, hükmünü şöyle açıkladı: “Ben, onlar hakkında reşit olan erkeklerin boyunlarının vurulmasına, malların Müslümanlar arasında taksim edilmesine, çocuklarla kadınların ise esir alınmasına hükmettim!”
Saad bin Muaz liderliğini göstermiş. Medine vesikasının hükümlerine riayet etmişti. Medine vesikasında Yahudiler işledikleri suçlardan dolayı kendi şeriatlarına göre cezalandırılacaklardı. Saat Bin Muaz Yahudilerle olan dostluğundan dolayı Tevrat’ı iyi biliyordu. Nitekim Saad Bin Muaz’ın verdiği hüküm, Tevrat’ın, Tesniye, Bab 20x10-15’te şöyle geçer. “Bir şehre harp için yaklaştığında, onu sulha davet edesin. Ve eğer sana sulh cevabını verip kapılarını açarsa, içinde bulunan kavmin hepsi sana haraç verip, hizmet etsinler. Lâkin, eğer, seninle barış yapmayıp etmeyip savaş ederlerse, onu kuşatmalısın. Ve Allah’ın (Rab), onu senin eline teslim edince erkeklerin hepsini kılıçtan geçirmelisin! Ama kadınlar ile çocukları, hayvanları ve bütün ganimeti, yani o şehirde bulunanların hepsini ganimet olarak alıp Allah’ın Rabbin sana verdiği düşmanlarının ganimeti olarak yemelisin”
Benu Kurayza Yahudileri, böyle bir hüküm beklemiyorlardı. Kendilerine kendi kitapları Tevrat’ın hükmüne uygun olarak ceza verilince karşı çıkamadılar.
Verilen hüküm üzerine reşit olan erkeklerin elleri bağlandı. Bütün eşyaları bir araya toplandı. Eli bağlı erkekler, mallar ve davarlar Medine’ye getirildi. Ganimetler bir eve kondu. Davarlar ise, etrafa yayılmaya bırakıldı. Daha sonra ganimetlerin beşte biri “Beytü’l-Mâl”e, yani devlet hazinesine tahsis olundu. Kalanı savaşa katılan Müslümanlara arasında dağıtıldı. Hüküm gereği erkeklerin boyunları vuruldu. Kuşatma sırasında kaleden aşağı taş bırakarak bir Müslüman’ın şehit olmasına sebep olan Nübate adındaki bir kadına da kısas uygulandı. Erkeklerin boyunları vurulmadan önce, bazı Yahudiler af edildi. Onların af edilmesini Müslümanlar istemişler. Resule gelerek onların kendilerine yaptıkları iyiliklerden söz etmişlerdi. Resul af talebinde bulunan Müslümanları kırmadı. Onların kefaletiyle istediklerini af etti.
Hendek savaşı Medine devletini oluşturan büyük, temel kabilelerden Yahudi Kabilesi Kureyza’nın sonu olmuştu. Muhammed Kurayza kabilesine Beni Nadr kabilesine uyguladığı hükümleri uygulamamıştı. Beni Nadr kabilesi, silahlarını mallarını bırakarak hiç kimsenin burnu kanamadan Medine’den sürülmüşlerdi. Ancak Benu Kurayza kabile ağır biçimde cezalandırıldı.
5 yıl içinde Mekkelilerle üç savaş gerçekleşmişti. Bedir; savaş hazırlıklarını kutsal aylarda sürdüren, kutsal aylar çıkınca Medine’ye saldırmayı düşünen, Mekkelilerin kervanına baskına giderken, Allah Müslümanları Mekkelilerle karşı karşıya getirmişti. Bu savaşta Medine’deki Yahudiler Müslümanlar aleyhine herhangi bir girişimde bulunmadılar. Uhud savaşında, Medine üzerine yürüyen 3000 kişilik Mekke ordusu Uhud’da karşılandı. Ebu Süfyan’ın dostluklarına güvenerek Beni Nadr kabilesini yanına çekmesiyle, Medine vesikasında birbirini kollayama, birbirine sahip olmaya söz veren toplumlar arasında ilk çatlak verilmişti. Yahudiler, putperest Araplardan bazıları içinde bulundukları duruma göre hareket ederek, Müslümanlara verdiği söze aykırı davrandılar. Beni Nadr kabilesi Uhud savaşı sırasında Mekkelilerle anlaşmış olsa da, fiili olarak Müslümanları arkadaş vuracak bir çatışmaya girmemişti. Ancak Benu Kureyza, hendek savaşı boyunca sürekli karar değiştirmiş. Bir taraftan Müslümanlarla anlaşırken, diğer taraftan Mekkelilerle anlaşmıştı. Onların yaptığı düşmanlıktan öteye geçerek tamamen münafıklıktan ibaretti. Sürekli taraf değiştirdikleri yetmiyormuş gibi, Müslümanların kadınlarının çocuklarının bulunduğu bölgelere saldırılarda bulundular. Ancak etkili olamadılar. Mekkeliler hendeği geçemezken, Yahudiler Müslümanları arkadan vurarak en büyük ihaneti yapmışlardı. Beni Nadr kabilesi ise açıkça tavrını koymuş, Mekkelilerden yana olduğunu belirtmişti. Düşmanın açık, net olmasıyla, düşmanın sinsice, haince davranışı arasında elbette fark vardı. Asılda, beni Nadr kabilesi, sözleşmeye aykırı hareket ve düşmanlardan yana olmaktan cezalandırılmış. Müslümanlar artık size güvenemeyiz, Medine’den çıkın gidin demişlerdi. Benu Kurayza ise sözleşmeye aykırı hareket ve düşmanlıktan değil. Tam tersine sözleşmeye aykırı hareket, hainlik, ikiyüzlülük, Müslümanlara tamam sizdenim, sizin tarafınızdayım derken, aynı zamanda Mekkelilerle anlaşıp Müslümanları içerden vurmayı düşünmüş, uygulamıştı. Bu durum düşmanlığı geçmiş. Tamamen bir ihanet, hainliği, münafıklığı doğurmuştu.
Medine’de Ensar-ı oluşturan iki büyük Arap kabilesi, Hazreçliler, beni Nadr kabilesinin dostuydular. Hazreç kabilesinin lideri İbn-i Selül, Uhud savaşı sırasında, Uhud meydanına gelmeyip, resulden Medine’yi koruma görevini istemişti. Resul ona bu görevi verdi. Beni Nadr kabilesi, Medine’nin koruması dostları İbn-i Selül altında iken bile saldırı da bulunmadılar. İsteselerdi, İbn-ü Selül ile anlaşırlardı. Veya İbn-i Selül isteseydi, Ben-i Nadr kabilesiyle anlaşır Medine’yi ele geçirir. Uhud’dan dönecek Müslümanlara Medine’yi zindan edebilirdi. Ama yapmadılar. İbn-i Selül resule verdiği sözü tuttu. Beni Nadr ise, düşmanlarla işbirliği yapmakla yetindi. Cezası da sürülmek oldu.
Benu Kurayza kabilesinin dostu Evs kabilesinin lideri Saad Bin Muaz, suç işleyen dostları Benu Kurayza’ya kendi kitapları Tevrat’ın hükümlerini uygulayarak adaletini göstermişti. O nedenle Yahudiler bir şey diyemiyorlardı. Gerçi ceza ağırdı. Müslüman olmayan, Müslümanlar tarafından af edilmeleri istenmeyen bütün reşit erkeklerin öldürülmüştü. Az bir sayı değildi. Benu Kurayza kabilesi Benu Nadr kabilesi gibi Medine’den sürülüp çıkarılabilirdi. Ancak, bütün Arapların Medine’yi kuşattığı savaşta, Müslümanları haince arkadan vuranların hafice cezalandırılması Müslümanlar için olumlu olmazdı. Çünkü; putperest Arapların daha büyük ordularla Medine’yi kuşatma ihtimali her zaman vardı. Böyle bir durumda, Medine’den sürülen Yahudiler, putperest Araplarla birlik olup üzerlerine birlikte gelebilirlerdi. Diğer taraftan, Medine vesikası altına imza atanların, sözleşmeye aykırı davranışlarını defalarca düşünmeleri gerekiyordu. Muhammed, sözleşme şartlarına harfiyen uyarken, putperest Arapların, Yahudilerin uymamak için bahane aramaları artık af edilemezdi. Onun için resul, Benu Nadr kabilesine bir bakıma yumuşak, af edicilik yönünü gösterirken, Benu Kurayza’ya sert cezalandırma yönünü göstermişti. Beni Nadr kabilesine yapılan uygulama da, sözlere riayetin önemi vurgulanmış, hata edenlerin bir şansı olduğu gösterilmiş. Benu Kurayza’ya ugulanan cezada da, sözleşmelere münafıkça davranışların af edilemez bir suç olduğu vurgulanarak, en ağır şekilde cezalandırılmış. Böylece, münafıkça davranacaklara gözdağı verilmişti. Henüz savaşlar bitmemişti. Her an Medine’yi tehlikeye sokacak savaşlar olabilirdi. Medine’nin lideri olarak Muhammed, Medine halkının tümünü düşünerek hareket edecekti. Bazı Yahudi veya putperest Arap kabilelerinin sırf zevkine çıkarlarının peşinden giderek birliği bozma düşlerine, düşüncelerine, hareketlerine prim veremezdi.
Saad bin Muaz’ın hüküm verirken ortaya koyduğu mantık mükemmeldi. Allah’ın Yusuf’a öğrettiği bir metottu. “Adalet arayana, inandığı hukuku uygula…” Bu mantık; günümüzün hukuk kurallarında bile yok. Eğer bugün herhangi bir devlet içinde, değişik, din, ideoloji, siyasi düşünceye sahip olanlara dense ki, kendi hukukunuzu devlete verin. Her toplumu işlediği suçtan dolayı kendi hukuk kuralıyla cezalandıracağım. İnanın böyle bir uygulama, herkesin adaletsizlikten yakındığı bir ortamda, adaletli olma yarışının başlangıcı olurdu.
Mesela; ülkemizde gezi olayları yaşanırken, bir Kemalist solcu ile konuşuyorum. O kendi mantığına göre, sürekli bir şeyler söylüyordu. Ona; “Arkadaş boş ver şimdi bunları. Sana bir şey soracağım. Diyelim ki, sizler devletin bütün kademelerinde hakimsiniz. Reisicumhurluk, başbakanlık sizde. Hükümet sizin. Ordu sizin. Mahkemeler sizin. Bütün belediyeler sizin. Bir yasa çıkarmışsınız. Şunları yapacağız diye. Yasa gereği de Belediyeleriniz uygulamaya girişiyor. Halktan bazıları çıkmışlar. Ben yasa masa tanımam. Ben belediye tanımam. Yürüyüşler yapıyorlar. İşgaller yapıyorlar. Devletin malına zarar veriyorlar. Bu durumda ne yaparsanız” dedim. Sorunun cevabının nereye varacağını anlamıştı. “Ama…” dedi. Dedim ki “aması yok. İşte hükümet olduğunuz. Devleti yönettiğiniz dönemler. Tek parti yönetimi sırasında meydanlarda darağaçları vardı. Çocukken hatırlarım. 1960 ihtilalinde karşıtlarınızı sorgusuz sualsiz içeriye attınız. İnsanlara hiçbir hak aratmadınız. Konuşturmadınız. Mesela; solcusunuz. Tek parti döneminde solcu Nazım’ın cezaevlerinde süründürdünüz. Vatan hainliğinden 38 yıl cezaya çarptırdınız. İstemediğiniz adamları tetikçilere vurdurdunuz. Sabahattin Ali bu ülkede yaşanmaz bunlar faşistler diyerek ülkeden kaçarken sınır kapısında tetikçilerinize vurdurdunuz. Kemal Tahir’i mahkeme kapılarından ayırmadınız. Cezaevlerinden ayırmadınız. Şimdi karşıma geçip özgürlükten söz edemezsiniz. Sizin uyguladığınız kurallara göre bugünkü hükümet uygulama yapsaydı şimdiye kadar çoğunuz kurşuna dizilmiş, meydanlarda darağaçlarında sallandırılmış, cezaevlerine tıkılmış olurdunuz” deyince, bana söylediği şey sen hükümetin adamısın oldu. Halbuki Ak partiyi bitim kadar sevmem. Belki ondan daha fazla partiye karşıyım. Bunu görmüyor. Onun gördüğü şey kendi gerçeğidir. Kendi gerçeği daha zalim, daha faşist, daha özgürlükleri bitiren bir anlayıştır.
Bundan 1500 yıl önce resulün Medine’de uyguladığı hukukun mantığını bugünün çağdaş hukukları anlamamıştır. Medine vesikası, her kişiye, her topluma, kendi inandığı adaleti sağlayan hükümlerle hükmedilmesidir. Medine vesikası bu özün imza altına alınmasıdır. İnsan hangi dinden, hangi inançtan, hangi ideolojiden olursa olsun, herhangi bir suç işlediğinde hangi hukuka göre yargılanacak kararını kendisi verecektir. Benim inandığım hukuk kuralları adalettir diyen, adalet olduğuna inandığı hukuk kuralıyla cezalandırılarak adaletine ulaştırılacaktır. Saad bin Muaz’ın verdiği hüküm, Medine vesikasındaki adalet kurallarıdır. Beni Nadr kabilesine verilen hüküm, Müslümanların genişliği anlayışıdır. Ne yazık ki, Benu Kurayza kabilesi, Müslümanlar Hendek çukurlarının önünde siper beklerken, onlar arkadan çocuklara, kadınlara, yaşlılara saldırmışlardır. Onlar Müslümanlarla barış yaparken, ikiyüzlüce, nifakça Mekkelilerle de yapmışlardır. Yaptıklarıyla Müslümanların anlayışını, genişliğini, af ediciliğini kaybetmişler. Hüküm kendilerine sorulmuştur. Onlar çok iyi bildikleri, dostları olan Saad Bin Muaz’a duygusal baskı yapabileceklerine inanmışlar. Onun hüküm vermesini istemişler. Araya dostluklarını koymak isteyerek, yine münafıkça davranmışlardır. Ama Saad Bin Muaz tuzağa düşmemiş. Medine vesikasının hükmünü uygulayıvermiştir. Nedir Medine vesikasının hükmü? Bir kabile suç işlediğinde, kendi hukukuyla cezalanacaktır. Evet; Benu Kurayza kendi hukuk kuralını oluşturan inandıkları Tevrat’ın hükümleriyle cezalandırılmışlardır. Ağır mı, fazla mı, canilik mi? Her ne derseniz deyin, bu onların kendi hükmüdür. Onlar kendilerine böyle bir şey yapılsaydı, bu hükümle cezalandıracaklar. Adına da adalet diyeceklerdi.
Bugün sadece ülkemizde değil, neredeyse bütün ülkelerde, devlete rağmen oluşan çeteler, mafyalar, suç örgütleri, kendi aralarında kendi hukuklarını uygularlar. Onların hukukları devletlerin hukukundan daha serttir. Daha acımasızdır. Onlar ancak böyle adaletin gerçekleşeceğine inanırlar. Devletlerin hukukları ise, bunların hukukuna göre, daha bağışlayıcı, daha caydırıcı, daha af edicidir. Onlarda af yoktur. Ama gelin görün ki, kendi aralarında kendi hukuklarını uygulayan bu örgütler devlet tarafından yakalandıklarında devletin hukukuna sarılırlar. Devletin hukukuna göre yargılanmak isterler. Şimdi bu adalet mi? Hayır! Asla! İşte bu tür düşünen, hukuksal adalet arayanlara uygulanacak en iyi hukuksal model, resulün Medine’de kurduğu devletin hukuk modelidir. Herkesi kendi hukukuyla yargıla. Herkes nerede adalet bulduğuna, bulacağına inanıyorsa, o hukukla yargılansın.
Saad Bin Muaz, Benu Kurayza kabilesine Tevrat’ın hükmüne uygun hüküm vererek. Adeta şunları söylemiştir. Ey Benu Kurayza, biz Müslümanları her türlü münafıklıkla arkadan vurarak suç işledikten sonra, benim dostluğuma sığınarak adalet isteyemezsin. İşte sana kendi hukukunun adaleti. Allah’ın resulü Benu Kurayza’ya Tevrat’ın hükümlerini uygulayınca, Yahudiler ses çıkaramamışlar. Mekkeliler tek söz söyleyememişlerdir. Bugün resulün uyguladığı hukuk modelini hukukçuların anlamaya ihtiyaçları var. Kör taassuplarından kurtularak, çağdaşlık batağına saplanmadan, gerçekler üzerine düşünmeleri gerekir. Bugün hiçbir hırsızlık çetesi, mafya veya suç örgütleri, yasalarına göre suç işleyenleri beslemezler. Anında cezasını vererek işini bitirirler. Bir hırsız asla hırsızların malını çalamaz. Sıkıyorsa çalsın. Anında cezalandırılır. Hem de en ağır biçimde. Ama devlet öyle yapmaz. Onları içeriye alır. Güzelce besler. İçeride onlar iyice hırsızlığı öğrenirler. Adeta onlar için hırsızlık yüksek okulunu okumaktır cezaevinde yattıkları süreler. Oralarda daha büyük teşkilatlarla tanışırlar. Sonra çıkınca daha büyük hırsızlık suçları işlerler. Ne yapmıştır devlet. Hırsızı korumuş. Beslemiş. Büyütmüş. Eğitmiş. Daha büyük bir bela olarak topluma vermiştir. Aynı hırsız hırsızlardan bir şey çalsa, artık onun hayatta yeri kalmazdı. Onlar adaleti böyle sağlıyorlardı. Kendi mallarına asla kimsenin eli uzanmasın istiyorlardı. Şimdi hırsızların kendi harasındaki hukuku, mafyanın kendi arasındaki hukuku, hırsızlara, mafyaya uygulayın. Yeminle söyleyeyim. Ortada ne mafya, ne de hırsızlar kalır.
Benu Kurayza’ya uygulanan hukuk, Yahudilerin gözünü korkuttu. Onlar Benu Nadr kabilesine uygulanan, Müslümanların genişliği, anlayışlığı ile biten cezadan hoşnuttular. Ama Benu Kurayza kabilesine uygulanan hukuku görünce tırstılar. Sözleşmeye aykırı hareket etmenin sonuçlarını gördüler. Ayın şeyi putperest Araplar da gördü. Putperest Arapların kendi aralarında hukukları, böyle ihanetlerde daha beterdi. Onlar arkada kimseyi bırakmazdı. Çocukları, kadınları kılıçtan geçirirlerdi. Şimdi düşünün, putperest Araplar da sözleşmelerine aykırı hareket eder ve Muhammed onlara kendi yasalarını uygularsa ne olacaktır? İşte bu gözdağı, gerçek bir caydırıcılığı, adaleti sağlayan bir uygulama olarak Hendek savaşına damga olmuştur.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.