- 618 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. RESULÜN ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (33)
MEDİNE / MEKKE İLİŞKİLERİ (12)
UHUD SAVAŞI / OLUŞUMU / ARKASINDAKİ GERÇEKLER (5)
Bundan önceki bölümde incelediğimiz Haşr suresinin dışında Uhut savaşı Ali İmran suresinde de yer almıştır. Ali İmran suresindeki ayetler, resule, Müslümanlara hitap ediyor. Bedir savaşından da örnekler vererek, Uhut savaşını analiz ediyor. Ali İmran suresinin ana teması olaylara nifak / ikilik / riya açısından bakmasıdır. Müslüman kültüründe münafıklık veya münafık tabiriyle ifadelendirilen riya, ikiyüzlülük Ali İmran suresinin ana temasını oluşturuyor. Onun için Uhud savaşı Ali İmran suresinde genelde bu açıdan incelenmektedir. Bazı rivayetlere göre Ali İmran suresinde incelenen olaylar, Uhud savaşı anında veya sonradan gelmiştir.
“Hani sen, sabah erkenden müminleri savaş mevzilerine yerleştirmek için ailenden ayrılmıştın. Allah, hakkıyla işiten ve bilendir. O zaman içinizden iki bölük bozulmaya yüz tutmuştu. Hâlbuki Allah onların yardımcısı idi. Müminler, yalnız Allah’a dayanıp güvensinler. Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz halde Allah, Bedir’de de size yardım etmişti. Öyle ise, Allah’tan sakının ki O’na şükretmiş olasınız. O zaman sen, müminlere şöyle diyordun: İndirilen üç bin melekle Rabbinizin sizi takviye etmesi, sizin için yeterli değil midir? Evet, siz sabır gösterir ve Allah’tan sakınırsanız, onlar hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz, nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder. Allah, bunu size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bu sayede rahatlasın diye yaptı. Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındandır. Allah, kâfirlerden bir kısmının kökünü kessin veya onları perişan etsin, böylece bozulmuş bir halde dönüp gitsinler diye, size yardım eder. Ki bu işte senin yapacağın bir şey yoktur yahut tövbelerini kabul etsin, ya da onlara azap etsin diye. Çünkü onlar zalimdirler. Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Allah, çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir”
Ali İmran suresinin 121 - 129. Ayetleri Uhud savaşı sırasındaki Müslümanların bozguna uğradığı anı incelemesi manidardır. Ayetler bedir savaşından da örnekler vererek, resule duygu, inanç yüklemesi yapar. Savaşın manzarası o an için çok kötüdür. Savaşın ilk bölümünde Müslümanlar büyük bir cesaretle kendilerinden yaklaşık dört misli Mekkelilere saldırmışlar. Mekkeliler neye uğradığına şaşırıp bozguna uğrayıp kaçmışlardır. Yerlerinden ayrılmaması gereken okçular bu manzara karşısında ganimet toplama telaşıyla mevzilerinden ayrılınca, arkadan dolaşan Halit Bin Velit komutasındaki Mekkeliler, Müslümanları arkadan kuşatmış. Kaçan Mekkeliler bunu görünce geriye dönerek Müslümanları iki ateşin arasına almışlardı. Bu sefer şaşırma sırası Müslümanlara gelmiştir. Neye uğradığını şaşıran Müslümanlar kaçmaya başladılar. Musab Bin Umeyr’i öldüren Mekkeli, Muhammed’i öldürdüm diye bağırmaya başlamıştı. Ayetlerin insicamına baktığımızda, tam böyle bir anda, duygular kontrol altına alınıyor. Müslüman ordunun komutanı Muhammed Allah tarafından desteklenerek güçlendiriliyor.
Ayetlerin son tarafına doğru bakıldığında Allah’ın resulüne söylediği çok önemli bir söz var.
“Evet, siz sabır gösterir ve Allah’tan sakınırsanız, onlar hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz, nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder. Allah, bunu size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bu sayede rahatlasın diye yaptı. Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındandır. Allah, kafirlerden bir kısmının kökünü kessin veya onları perişan etsin, böylece bozulmuş bir halde dönüp gitsinler diye, size yardım eder. Ki bu işte senin yapacağın bir şey yoktur yahut tövbelerini kabul etsin, ya da onlara azap etsin diye. Çünkü onlar zalimdirler. Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Allah, çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir”
Müslümanlar sabır gösterir. Allah’tan sakınırlarsa, düşmanlar da Müslümanların üzerine gelseler, Allah Müslümanlara beş bin melekle takviye edecektir. Bunun nedeni Allah’ın inkâr edenleri cezalandırmak için verdiği karar. Düşman karşısında endişeye düşen Müslümanların kalpleri yatışsın diye Ayetlerini gönderen Allah, beş bin melekle yardım edeceğini vaat ederek Müslümanlara cesaret vermektedir. Müslümanların beş bin meleği savaş sırasında görüp görmediğini bilmiyoruz. Gerçi bu konuda birçok rivayet var. Rivayetlerin doğruluğu konusunda tartışmalar da var. Ama bir gerçek var ki, Allah’ın resulü bu ayetleri aldığı anda, Müslümanlara okuduğu anda, hem resul hem de Müslümanlar biliyorlardı ki, beş bin melek kendileriyle birlikte savaşmaktadır. Bu moral gücü önemlidir. Allah bu yardımı niçin yaptığını söylüyor. Birincisi; Müslümanların kalbi yatışsın. Düşmanlarından korkmasınlar. İkincisi: Allah karar vermiştir ki, inkâr edenlere azap edecek. Müslümanlara zaferle taçlandırarak, inkâr edenleri perişan edecek. Allah resulüne diyor ki; “. Ki bu işte senin yapacağın bir şey yoktur” Evet! Allah karar verdikten sonra resulün yapacağı bir şey yoktur. Allah Müslümanlara zaferi, düşmanlarına da yenilgiyi yazdıktan sonra resulün yapacağı bir şey yok. Bu ifadeler, Muhammed gibi yumuşak huylu, kimsenin zarar görmesini istemeyen birine söyleniyor. Zira Muhammed, düşmanları ona ne kadar karşı çıksalar da, savaşmak için karşısına gelseler de, o yine onların iyiliğini düşünüyor. Zarar görsünler istemiyordu. Allah ona kısaca, artık senden iş çıktı. İnkâr edenlerle ilgilisi hesap benim. Ben karar verdim. Onları rezil rüsva edeceğim. Perişan edeceğim ki, bir kısmı dönüp gitsinler. Bu durum inkâr edenleri Allah’ın Müslümanlar eliyle cezalandırmasından ibarettir. Hâlbuki Muhammed, Mekkelilerin iyiliğini istiyor. Onların da hidayet bulup doğru yola girmelerini istiyor. Cezalandırılmaları karşısında endişeleniyordu. On bin nüfuslu Mekke içinde, yıllarla onlarla birlikte yaşamıştı. Geçmişte aralarında dostluklar, arkadaşlıklar, akrabalıklar oluşmuştu. İnsan olarak hiç birine karşı, kin, nefret duymuyor. Hepsinin hidayet bulup mükâfatlanmasını istiyordu. Ama Allah diyordu ki, kararımı verdim. Kararımın seninle bir ilgisi yok. Endişelenme, üzülme. Unutma ki, yerde de, gökte de ne varsa hepsi Allah’ındır. Rabbin dilediğini bağışlar. Dilediğine azap eder. Sen Rabbinin bağışlamasına da, azap etmesine de karışamazsın.
Bu özler, günümüz Müslümanlarının anlayışına ne kadar uzak. Savaşın ortasında veya savaş sonunda resulü eğiten bu ayetlerin özü bize ne kadar yabancı. Günümüz Müslümanları, bırakın Allah’ın affını, cezalandırılmasını, insanları kendileri af etmeyi, kendileri cezalandırmayı düşünüyorlar. Bu yönde, sevgilerini, kinlerini, öfkelerini, nefretlerini geliştiriyorlar. Özellikle anlayış farklılıklarıyla meydana gelen çatışmalarda Müslümanlar sanki cehennem zebanisi olmuş, önüne geleni cehenneme postalıyorlar. Allah resulüne onların hesabını bana bırak derken, aslında resul onlara ceza vermeyi düşünmüyor. Aksine onların cezalandırılmaları karşısında üzülüyor. Buna karşılık Allah onların hesabını bana bırak. Onların durumu senden çıktı diyor. Allah resulü tebliğ görevini yaparak sorumluluğunu yerine getirdi. Yeterli açıklamalar yaparak görevlerini yerine getirdi. Onların hidayeti için dua ederek görevini yerine getirdi. Bütün bunlara rağmen akıllanmadılar, hidayet etmediler, üstelik savaşmak için savaş meydanına geldiler. Allah onları cezalandıracağını söylüyor. Allah resulü üzülüyor. “Keşke zaman tanınsa, keşke bir müddet daha onlara gerçekleri anlatsam” kaygısına düşüyor. Allah resulünü örnek aldığımızı iddia eden biz Müslümanlar, hem resulün konumunu, hem de Ayetlerin içeriğini çok iyi anlamak zorundayız.
Ali İmran suresinde Uhud savaşını analiz etmeye devam ediyor.
“140. Eğer siz bir acıya uğradıysanız, o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz. Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez. Allah, iman edenleri günahlardan temize çıkarmak, kâfirleri de helak etmek ister. Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Ali İmran 140,141.142)
Genelde insan, olayın içine girmeden, olaydaki çapraşık duyguları yaşamadan ayetleri okuyup geçiyor. Bir an kendimizi olayların içine atalım. Bedir’de zafer kazanmış bir topluluğuz. Savaş esirleriyle, ganimetlerle dönmüşüz. Ancak Uhud hüzün dolu. Müslümanlara önderlik eden birçok değerli kişi şehit düşmüş. İçimizde derin bir acı, bizi yakıp kavuruyor. Tam o sıra bu ayetler geliyor. “Eğer bir acı yaşıyorsanız, unutmayın ki, düşmanlarınız da yaşadığınız acının aynısını yaşamıştı” İnsan ilk anda ayetin anlamına şaşırıyor. Sorabiliriz, Allah kimden yana? Allah; savaştaki kayıplarına acı duyan Müslümanlara Mekkelilerin acılarından söz ediyor. Şimdi biz olsak şöyle deriz. “Bana ne onların acısından? Onlar kâfir. Onlar bu cezayı hak etti. Biz ne yaptık? Bize bu acı niye veriliyor? Niye Bedir’deki gibi Allah bizi korumadı?” Belki o gün bizim gibi düşünenler vardı. Bu ayetler gelip onların düşüncelerini ortaya çıkarıverdi. Allah açıklamalarına devam ediyor. Açıklamalardan çıkan anlam o kadar enteresan ki, “kendi acısına üzülen, düşmanının acısına sevinen” sanki Allah katında makbul değil. Allah devir daimden söz ediyor. Zaferi de, yenilgiyi de, insanlar arasında döndürdüğünden söz ediyor. Acılar, sevinçler insanlar arasında dönüyor. Devir daimdeki bu özellikle insanlar eğitiliyor. İnançları kontrolden geçiriliyor. Düşmanın yenilgisine, acısına sevinmek inançlı bir Müslüman’a göre değil. Her ne olursa olsun, karşısındaki düşmanı bir insan. Müslüman olarak insana sahip çıkmayı, onun iyiliğini istemeyi, hidayeti için çaba sarf etmeyi öğrenmek zorunda. İnanç bu. Allah resulü Muhammed, bu inancı taşıyor. Onlar için üzülüyor. Allah ona üzülme, onların hesabı artık bende diyor. Ortada bu örnek varken, Müslüman’ın sevinmesi yersiz. İnanca ters. İşte Allah ayetleriyle bütün duyguları, düşünceleri ince ince işliyor. Müslümanları eğitiyor. Günümüzde ne yazık ki Müslümanlar ayetlerin bu inceliklerinden çok uzaklar. Üstelik ayetinde Allah bunu niçin yaptığını söylüyor. “Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez. Allah, iman edenleri günahlardan temize çıkarmak, kâfirleri de helak etmek ister. Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” Evet! Allah’ın ayetlerine göre iman edenlerle, etmeyenler ayrılmadan. Allah’ın istediği şekilde cihad etmeden, cennete mi gireceğiz sandık? Bütün duygularımızla, düşüncelerimizle Allah tarafından imtihan ediliyoruz. Önümüze çıkan olaylarla imtihan ediliyoruz. Kendi acımıza üzülmek, düşmanın acısına sevinmekle imtihan ediliyoruz. Allah yolunda mücadele edip etmemekle, bu konuda ihlâslı, yani samimi, içten olup olmamakla imtihan ediliyoruz. Böylece Allah’a göre temiz olanlar, yani ayetlerin özüne, ruhuna uygun davrananlar ile pis olanlar, yani inkâr ederler, ayetlerin özüne, ruhuna aykırı hareket edip nifak içinde olanlar ayrılacaklardır.
Allah savaş anında Müslümanların duygularını, düşüncelerini ele alarak eğitimine devam ediyor.
Ali İmran suresinin 143. Ayeti “Andolsun ki siz, ölümle yüz yüze gelmezden önce onu temenni ederdiniz. İşte şimdi onu karşınızda gördünüz” Ne yazık ki en çok yaptığımız bu. Ölümü görmeden, Allah yolunda ölmeyi temenni ederiz. Müslümanların Allah yolunda şehit olmasından söz ederiz. Müslüman cesurdur, ölümden korkmaz deriz. Şimdi bu sözler havada mı kalacak? Allah diyor ki, hayır, asla bu sözler denenmeden sizi bırakmayacağız. Sizi söylediğiniz bu sözlerden dolayı imtihan edecek. Allah yolunda ölümle burun buruna getireceğiz. Cesaretinizi sınayacak olayları önünüze getireceğiz. Hani bizim haftada bir, çaylı, pastalı, lüks, yumuşak kanepelere yayılmış bir şekilde söylediklerimiz vardır. Başkalarını korkaklıkla suçladıklarız. Allah bütün bunları görüyor. Söylenenleri işitiyor. Ve söz veriyor. Sizi söylediğiniz her şeyle sizi imtihan edeceğiz.
Ali İmran suresini 144-148. Ayetlerin Allah; “Muhammed, ancak bir resulüdür. Ondan önce de resuller gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim geri dönerse, Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır. Hiçbir kimse yok ki, ölümü Allah’ın iznine bağlı olmasın. Her ölüm belli bir süreye göre yazılmıştır. Her kim, dünya nimetini isterse, kendisine ondan veririz; kim de ahiret sevabını isterse, ona da bundan veririz. Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız. Nice resuller vardı ki, beraberinde birçok Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever. Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibaretti: Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı sabit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl! Allah da onlara dünya nimetini ve ahiret sevabının güzelliğini verdi. Allah, iyi davrananları sever” diyor.
Uhud’da Muhammed’i öldürdüm, Muhammed öldü sesleri yükselince bazı Müslümanlar savaş alanından kaçmaya başladılar. Bu çok acı bir şeydi. Allah için Mekke’yi terk etmiş. Malını, mülkünü, çocuklarını terk etmiş Müslümanlar. Müslümanları, peygamberi her şeye rağmen Medine’ye çağıran Medineli Müslümanlar… Böyle bir duruma nasıl düşerlerdi? Muhammed öldü sözünü duyar duymaz kaçmaya başladılar. Doğru mu değil mi diye araştırmaya bile gerek duymadılar. Ve Allah soruyor. “Muhammed, ancak bir resuldür. Ondan önce de resuller gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye mi döneceksiniz?” Evet, haydi bakalım. Muhammed ölünce bu dava bitecek midir? Unutmayın ki din Allah’ın. Dava Allah’ın. Muhammed görevlendirilmiş bir insan. Ölürse, öldürülürse, inancımızdan mı vazgeçeceksiniz? Belli ki Müslümanların inançlarında oturmayan şeyler vardı. Allah açık sorularla onları ortaya çıkararak devam ediyor. Bilin ki; “Kim geri dönerse, Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır” İnsanların inkâr etmesi, davalarından, inançlarından dönmesi Allah’a zarar veremez. Zira hüküm Allah’ındır. Mükâfatlandıracak da, cezalandıracak da Allah’tır. Ne resulün, ne de diğer insanların bu konularda yetkisi yoktur. Onun için Allah’ın dini, insanlara bağlı değildir. Resuller ölür. Müminler inançlarından vazgeçer. Bütün bunlar Allah için önemli değildir. Bütün bunlar biz insanlar için önemlidir. Zira her türlü hareketimizle imtihan edilen bizleriz. Ölümü de, zorluğu da, kolaylığı da önümüze koyan Allah’tır.
Allah Ali İmran suresinin 149. Ayetinde uyarıyor. “Ey iman edenler! Eğer kâfirlere uyarsanız, gerisin geriye döndürürler de, hüsrana uğrayanlardan olursunuz” Bu uyarı müthiş bir uyarıdır. Uyarılan sonuç, dün de, bugün de, yarın da Müslümanların başına gelebilecek en büyük felakettir. Geçmişte ehli kitabın başına gelen budur. Bugün Müslümanların durumu budur. İnananlar Allah’ın ayetlerinin özünden saparak, ya inkâr ederler, ya da kendilerini Müslüman sayarak nifak içinde olurlar. Her iki halde de geriye dönmüşlerdir. Yani Müslümanlığın dışına çıkmışlardır. İşte günümüzde görüyoruz. Tamamıyla inkâr endenler gibi düşünen, yaşayan, ama “ben de Müslüman’ım” diyen insanlar vardır. Dine inandığını söyleyen ama Allah’a uymayan, Allah’ın ayetlerine göre düşünüp yaşamayan, insanlara uyan, insanların sözlerine göre yaşayanlar vardır. “Oysa sizin dostunuz, koruyucunuz Allah’tır ve O, yardımcıların en hayırlısıdır” (Ali İmran 150) diyor Allah.
Ali İmran suresinin 151-156. Ayetlerinde Allah Uhud savaşındaki bazı olayları açıklamaya devam ediyor. “Allah’ın, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O’na ortak koşmaları sebebiyle, kâfirlerin kalplerine yakında korku salacağız. Gidecekleri yer de cehennemdir. Zalimlerin varacağı yer ne kötüdür! Siz Allah’ın izni ile düşmanlarınızı öldürürken, Allah, size olan vadini yerine getirmiştir. Nihayet, öyle bir an geldi ki, Allah arzuladığınızı size gösterdikten sonra zaafa düştünüz; Emir konusunda tartışmaya kalkıştınız ve asi oldunuz. Dünyayı isteyeniniz de vardı, ahireti isteyeniniz de vardı. Sonra Allah, denemek için sizi onlardan alıkoydu. Ve andolsun sizi bağışladı. Zaten Allah, müminlere karşı çok lütufkârdır. O zaman Resul arkanızdan sizi çağırdığı halde siz, durmadan kaçıyordunuz. Hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz. Size keder üstüne keder verdi ki, bundan dolayı gerek elinizden gidene, gerekse başınıza gelenlere üzülmeyesiniz. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Sonra o kederin arkasından Allah size bir güven indirdi ki, uyuklama hali bir kısmınızı kaplıyordu. Kendi canlarının kaygısına düşmüş bir gurup da, Allah’a karşı haksız yere cahiliye devrindekine benzer düşüncelere kapılıyorlar, "Bu işten bize ne!" diyorlardı. De ki: İş tamamen Allah’a aittir. Onlar, sana açıklayamadıklarını içlerinde gizliyorlar. "Bu işten bize bir şey olsaydı, burada öldürülmezdik" diyorlar. Şöyle de: Evlerinizde kalmış olsaydınız bile, öldürülmesi takdir edilmiş olanlar, öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp giderlerdi. Allah, içinizdekileri yoklamak ve kalplerinizdekileri temizlemek için böyle yaptı. Allah içinizde ne varsa hepsini bilir. Ki ordu karşılaştığı gün, sizi bırakıp gidenleri, sırf işledikleri bazı hatalar yüzünden şeytan kaydırmıştı. Yine de Allah onları affetti. Çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, halimdir”
Bu açıklamalardan sonra 156-158. Ayetiyle Müslümanlar uyarılıyor. “Ey iman edenler! Sizler, inkâr edenler ve yeryüzünde sefere çıkan veya savaşan kardeşleri hakkında: "Eğer bizim yanımızda kalsalardı ölmezler, öldürülmezlerdi" diyenler gibi olmayın. Allah bu düşünceyi onların kalplerine bir hasret olarak koydu. Canı veren de alan da Allah’tır. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görür. Eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz, şunu bilin ki, Allah’ın mağfireti ve rahmeti onların topladıkları bütün şeylerden daha hayırlıdır. Andolsun, ölseniz de öldürülseniz de Allah’ın huzurunda toplanacaksınız” Uyarı müthiş. Allah yolunda mücadele ederlerken şehit düşenler için bazıları, gitmeselerdi ölmeyeceklerdi diyecekler. Hâlbuki bilmiyorlar mı? Ecel gelince insan ölecek! Nerede olursa olsun. Yatakta, çalışırken, yerken, içerken, uyurken, hastalıkta, kazalarda ile ölebilir. Bir Müslüman için önemli olan Allah yolunda mücadele ederken ölmektir. İnsanlar savaşta ölmezler. Ecelleri savaşta geldiği için ölürler. Ölüm onlara; evde, hastalıkta, yerken de, çalışırken, uyurken gelebilir. Nedense insanlar sürekli ecel yani ölü ile, ecelin sebeplerini karıştırıyor. Ecelin sebeplerini ölüm zannediyor. Yazılan ölüm (ECEL) mutlaka gelecektir. Önemli olan nasıl geleceğidir. İnsanlar ölümle imtihan edilmiyorlar. Ölüm korkusuyla, ölüm şekilleriyle imtihan ediliyorlar. Bu inceliği iyi kavramamız gerekir. Bir Müslüman Allah yolunda mücadele ederken ölmeyi arzu eder. Değilse eceli savaş anında gelmeyen bir kişi, neyin altında kalırsa kalsın ölmez. Ama eceli gelen biri, yatağında mışıl mışıl uyurken, en tatlı yemekleri yerken, en sevdiği şeyi içerken, mutluluktan uçarken ölebilir. Allah bu gerçeği ayetlerinde insanlara hatırlatıyor. Özellikle Müslümanlara ayetlere aykırı söz söylememeleri konusunda uyarıyor.
Allah resulü, savaşın ardından Müslümanlara bir şey demedi. Ne yerinden ayrılan okçulara, ne de savaş anında kaçanlara. Onların hemen hepsi gelip resulden özür dilediler. Allah’tan af dilediler. Allah resulünün davranışı Ali İmran suresinin 159. Ayetiyle bize bildiriyor. “O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever” Ayette birkaç konu çok enteresan. Bugün aynı durum Müslümanların başına gelse ne yapacakları belli olmaz. Şimdi ayetteki bazı önemli gerçeklere bakalım.
- Sen kaba, katı yürekli olsaydın dağılıp giderlerdi. İnsanın kararlı olması başka şey, katı, kaba yürekli olması başka şeydir. Ne yazık ki Müslümanlar genelde bu iki noktayı kaçırırlar. Allah resulü kararlıdır. Kimsenin hatırına inancından, davasından dönmez. Ama kaba, katı değildir. O yumuşaktır. Af yolunu, açıklama yolunu seçer. Zira bilir ki, müminlerin yaptığı şeylerden dolayı hesaba çekecek Allah’tır. Allah’ın hesabı çok çetindir. Onun için, suçlu olan müminlere üzülür. Onların pişman olmalarını, af dilemelerini, aflarının da kabulünü ister. Hâlbuki onlar, savaşta peygamberin sözünü dinlememişlerdir. Savaş meydanını terk etmişlerdir. Bedir savaşı sonunda gelen ayetlerle uyarıldıkları halde ganimetlerin derdine düşmüşlerdir. Aslında bunlar öyle kolay yutulacak şeyler değildir. Biz olsak yeri göğü yıkar. Onların her birini itaatsizlikten, korkaklıktan, hainlikten cezalandırırız. Allah resulü böyle yapmamıştır.
- Onları af et. Tövbelerinin de bağışlanmasını dile… İçinde bir kin, bir öfke olmasın. Affı öne çıkar. Cezalandırma yoluna gitme. Üstelik Rabbine karşı yaptıklarından dolayı tövbe ettiklerinde onlara destek ver. Sen de onların tövbelerine şahit olarak bağışlanmasını dile. Bir liderin terbiyesiyle ilgili müthiş öğütler. Günümüzde böyle bir şey olduğunda derhal kurşuna dizdirecek liderlere karşılık, Allah resulünü mükemmel bir lider olarak eğitiyor. Aslında işin özetini konunu başında Allah vermişti. Hesap bana ait. Sen kulumla arama girme demişti. Kalpleri bilen, geleceği bilen olarak Allah resulünü insani zaaflardan uzak tutuyor. İnsani vasıflarını sürekli eğitiyordu. Ceza sana ait deseydi. Bu konularda sen yetkilisin deseydi. Belki zaaf olarak haksızlık adaletsizlik olabilirdi. Savaş atmosferinde gelişen duygular her zaman adaletle değerlendirilemezdi. Allah insanları korkularından dolayı hesaba çekmiyor. Zira korkularının kaynağı belli… Allah insani zaaflarından dolayı hesaba çekmiyor. Zira insani zaaflarının kaynağı belli… Allah insanı yanlış yapan uyarıldığı halde yanlışında ısrarından dolayı hesaba çekiyor. Onun için öncelikle, özür kapısını, tövbe kapısını açıyor. Hem de sonuna kadar. İnsana kalsa, duygularına kapılır. Özürleri duymaz olur. Hatta özür dilenmesine bile izin vermeyebilir. Kendisine yapılanı kaldıramaz, büyük bir öfke, intikam, nefretle hükmetmeye kalkar. Allah’ın ayetleri müminlerin lideri resulü bu şekilde eğiterek, resulden sonraki liderlere örnek gösteriyor. Ancak tarihe baktığımızda, ne yazık ki Müslümanlar bu örnekliklerden hiç ders almamış gibidir. Birbirini boğazlayan… En küçük hatasında kellesi uçurulan… Hatta Osmanlı uygulamalarına göre, bir sadrazam, bir paşa savaş komutanı olarak görevlendirildiğinde, eğer savaşı kazanamazsa derhal boynu vurdurulan. İktidar için çocukları beşikte, yetişkinlikte boğdurulan bir tarih biliyoruz.
- Onlarla danış. Hani verdiğin emirlere riayet etmediler. Hani savaştan kaçtılar. Bunları bahane olarak onları silme. Onları af et. Rabbinin bağışlaması için dua et. Onlara sanki hiçbir şey olmamış gibi danış. Onlarla meşveret et. Onların görüşlerine değer ver. Bu özlerle gelen ayetler insan psikolojisi üzerine resulün eğitildiğini gösteriyor. Öyle ya, insan hata yapabilir. Pişmansa, özür dilemişse, kendini Allah’a bırakıp af dilemişse… Yapmış olduğu şeyle toplumdan silinecek değildir. Artık görüşlerine değer verilmeyecek değildir. Kaldı ki, yanlışını gören, bilen, yanlışından dönen her zaman daha önemlidir. Zira tövbe eden, yanlışından bir daha yapmamak üzere dönüp ders alandır. Düşünün bir kere, yanlışından dönerek ders alanla, ders almayanlar bir olur mu?
- Kararını ver Allah’a güven. Başka hiçbir şeyin önemi yok. Savaşlar gelir geçer. İnsanlar korkar, kaçar, döner. İnsanlar şehit olur, gazi olur. Bunlar, yeryüzündeki imtihanın gerekleridir. Ancak bir şey var ki, o temeldir. Kararlı olmak. Allah’a güvenmek. Sen bu yolu tut. Allah’ın resulüne verdiği bu öğütler gerçekten önemli şeyler. Her Müslüman’ın kimliğinin temeli haline getirmesi gereken öğütler. Özellikle lider olanların alması gereken öğütler. Evinde, işyerinde, toplumda, devlette liderlik görevi yapanların ilke edinmesi gereken öğütler.
Bu özetlemeler, ayetin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. İçinde yaşadığımız ana, geçmiş tarihi bilgilere baktığımızda Müslümanların en büyük zaaflarının bu ayetin kapsamında olduğunu gösteriyor.
Hâlbuki Allah her zaman; “Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? Müminler ancak Allah’a güvenip dayanmalıdırlar” diyor. (Ali İmran 160)
Şurası muhakkak ki; “Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Resul göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler” (Ali İmran 164)
Ayetlerin, bütün Müslümanlara anlatmak istediği önemli gerçekler var. Bunları şöyle sıralayabilirim. Ayetleri yaşamın içinden alın. Sadece bilgi olarak okumayın. Dini konuları tartışmak için okumayın. O zaman ayetler biz Müslümanlara hitap etmez. Böyle yaparsak, okumanın, tartışmanın bir anlamı olmaz. Yaşam üzerine inen ayetleri, yaşamın gerçekleriyle okumadıktan sonra hiçbir anlam taşımaz. Okuyan insanlar kuru kuruya bilgileri tartışılar. Ayetlere ihlâs katmazlar, katamazlar. Ne yazık ki günümüzde ayetler böyle okunuyor. Yaşamdan soyutlanmış bir şekilde okunuyor, tartışılıyor, üzerinde kavga yapılıyor. Kelimeler üzerinde günlerce, aylarca, yıllarca tartışılarak özleri kaybettiriliyor. Bu nedenle Müslümanların iki yakası bir araya gelmiyor, gelemiyor. Ali İmran suresinin 164. Ayeti, önündeki ayetlerden ayrı tutulup üzerinde tartışıldığı zaman. Tarihi olaylardan ayrı tutulup tartışıldığı zaman… Hangi özler anlaşılır? Ayetlerin indiği dönemin şartlarını bilmeyen… O dönemin havasını koklamayan… Hayatın içine girip nefes almayan… Hayata inen ayetleri nasıl anlayabilir? Hâlbuki Allah ayetlerini müminleri temizlemek için göndermiştir. Onların önüne, ayetleri okuyan, ayetlerin hikmetini yani nasıl anlaşılması gerektiğini açıklayan resul koymuştur. Bu Allah’ın bir nimetidir. Allah’ın nimetini doğru anlamak için, ayetlerin indiği havayı yaşamak gerekir. Ayetlerin duygusunu anlamak gerekir.
Günümüzde Müslümanlar çok garip tutum içindedirler. Toptancılık mantığıyla, ya geçmişten gelen bütün kültür ret edilip, sadece ayetler okunmaktadır. Ya da ayetler dikkate alınmadan geçmişten gelen kültür eğrisiyle doğrusuyla din edinilmektedir. Hâlbuki en doğrusu, geçmişin yaşamına inebilmek, o yaşam üzerine inen ayetleri anlamaktır. Aradan geçen 1500 yıllık zaman bilgiyle, bilinçle doğrularını bırakıp, yanlışlarını silebilmek, arı duru bir şekilde an an yaşamla birlikte ayetleri okumaktır. Ancak o zaman, Uhud savaşı üzerine inen Ali İmran suresinin ayetlerini anlayabiliriz. Unutmayın ki, yaşamla iç içe değerlendirilmeyen hiçbir bilginin anlamı yoktur. Yaşamla pekiştirilmeyen her bilgi, her düşünce ütopyadan ibarettir. Şöyle düşünün, ayetlerde geçen bütün yerleri gezen, dolaşan bir insan, oraları hiç görmeyen gibi midir? Mesela ben ekonomi tahsil ettim. Konusu ekonomi olan herhangi bir kitabı veya makaleyi, ben mi iyi anlarım, yoksa ekonomi okumayan, konusu siyasal olan mı? Her kültürün, bilimin, yaşamın kendine özgü insanda oluşturduğu bir bakış açısı, bir genişlik vardır. Yaşam, bugünkü insanların deyimiyle hayat, en büyük üniversite olarak, yaşamdan kaynaklanan bilgileri bize daha doğru öğretir. Onun için Allah ayetlerinde sünnetullah der. Sünnetullah, Allah’ın yaratma, yaşatma kanunu. Yaşam üzerine inen ayetler, yaşamın bir parçasıdır. Eğer yaşamı, ayetlerden, ayetleri yaşamdan ayırırsanız, çok farklı anlamlar çıkar. Şöyle düşünün. Yaşadığınız bir olay üzerine söz söyleniyor. Söylenen sözü, yaşadığınız olayı bilmeyen sizin gibi anlayabilir mi? İşte günümüzün Müslüman’ın problemlerinden biri budur. Allah resulünün, Müslümanların yaşamı üzerine inen ayetleri, kendi yaşamlarından okuyarak doğru anlayacaklarını zannediyorlar. Hâlbuki o dönemin yaşamlarıyla birlikte ayetler özü öğrenilip, yaşamımıza indirgenmesi gereklidir.
Bedir savaşına girmiş. Yüzünün akıyla savaştan çıkmış. Uhut savaşına girmiş bocalamış Müslüman topluma bakınız Allah onlara nasıl hitap ediyor. Neler diyor.
Ali İmran suresi 165-179 “İki katını başına getirdiğiniz bir musibet, kendi başınıza geldiği için mi "Bu nasıl oluyor!" dediniz? De ki: O, kendi kusurunuzdandır. Şüphesiz Allah’ın her şeye gücü yeter. İki birliğin karşılaştığı gün sizin başınıza gelenler, ancak Allah’ın dilemesiyle olmuştur ki, bu da, müminleri ayırt etmesi ve münafıkları ortaya çıkarması için idi. Bunlara: "Gelin, Allah yolunda çarpışın; ya da savunma yapın" denildiği zaman, "Harp etmeyi bilseydik, elbette sizin peşinizden gelirdik" dediler. Onlar o gün, imandan çok, kafirliğe yakın idiler. Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Halbuki Allah, onların içlerinde gizlediklerini daha iyi bilir. Oturup da kardeşleri hakkında: "Bize uysalardı öldürülmezlerdi" diyenlere, "Eğer doğru sözlü insanlar iseniz, canlarınızı ölümden kurtarın bakalım!" de. Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Onlar, Allah’tan gelen nimet ve keremin; Allah’ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler. Yara aldıktan sonra yine Allah’ın ve Resul’ün çağrısına uyanlar. Bunların içlerinden iyilik yapanlar ve takva sahibi olanlar için pek büyük bir mükâfat vardır. Bir kısım insanlar, müminlere: "Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!" dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve "Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!" dediler. Bunun üzerine, kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan, Allah’ın nimet ve keremiyle geri geldiler. Böylece Allah’ın rızasına uymuş oldular. Allah büyük kerem sahibidir. İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun. İnkarda yarışanlar sana kaygı vermesin. Çünkü onlar, Allah’a hiçbir zarar veremezler. Allah onlara, ahiretten yana bir nasip vermemek istiyor. Onlar için çok büyük bir azap vardır. Şurası muhakkak ki, imanı verip inkarı alanlar, Allah’a hiçbir zarar veremezler. Onlar için elim bir azap vardır. İnkâr edenler sanmasınlar ki, kendilerine mühlet vermemiz onlar için daha hayırlıdır. Onlara ancak günahlarını arttırmaları için fırsat veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır. Allah, müminleri bulunduğunuz durumda bırakacak değildir; sonunda murdarı temizden ayıracaktır. Bununla beraber Allah, size gaybı da bildirecek değildir. Fakat Allah, elçilerinden dilediğini ayırt eder. O halde Allah’a ve resullerine iman edin. Eğer iman eder, takva sahibi olursanız sizin için de çok büyük bir ecir vardır”
Görüyorsunuz. Ayetler Müslümanları nasıl sorguluyor. Sonra onlara nasıl bir yol belirliyor. Resulün arkadaşlarının sorgulandığı ayetlerle biz sorgulansak ne deriz? En ufak eleştiriye hazmedemeyen bizler, ayetlerle kendimizi sorgulamadığımız için ayetleri anlayamıyoruz. Sahabeleri sorgulayan ayetler insanı sorguluyordu. İnsanı sorgulayan ayetleri anlayacak insanlar, insan olarak kendilerini sorgulamadıklarında ayetleri anlayabilirler mi? Elbette hayır. Onun için biz de ayetlerle insanları sorguluyoruz. Allah’ın emrini yerine dolaylı olarak yerine getiriyoruz. Ancak bizde bir terslik var. Ayetleri kendimizi için değil, başkalarını dize getirmek için okuyoruz. Hâlbuki Allah resulü, arkadaşları ayetleri okuduğunda kendileri için okuyorlardı. Ayetlerle kendilerini sorguluyorlardı. Bu öyle önemli bir farktı. Onların inancının temelini oluşturuyordu.
Yukarıya aldığımız Ali İmran suresinin 165-179 ayetlerini düşünelim. Bazı bilgiler öne çıkıyor.
- Allah müminlere soruyor. Kâfirlere size gelen musibetin iki misli geldi. Siz şimdi bize musibet niye geldi diye mi soruyorsunuz? Unutmayın ki başınıza gelen kendi kusurunuzdur.
- Başınıza gelenler Allah’ın dilemesiyle olmuştur. Zira Allah kalptekileri ortaya çıkaracaktır. Kalplerde ne vardır? Kalplerde iman edenlerin imanı, nifak içinde olanların küfrü vardır. Allah; insanları yaşam içinde izler. İnsanların yaşadığı olaylarla imtihan nedenleridir. Olaylar yaşandıkça, inandım diyenleri imanı, nifak içinde olanların nifakı ortaya çıkar. Böylece insanlar olaylarla denenmiş olur. Gerçekten iman edenlerle, nifak içinde olanlar ayırt edilir.
- Savaştan kaçarak ölmeyeceklerine inananlar, haydi, ölümlere karşı tedbirinizi alın bakalım alabilecek misiniz? Ecel hanginize gelirse mutlaka öleceksiniz. Bu size Allah’ın hükmüdür.
- Ancak; inkâr edenler korkar. İnananlar ise korkmazlar. Zira korku insanidir. İnsan kendi kendini korkudur. Allah insana, Rabbine güvendiği müddetçe korkmamayı öğretir.
- İnsanlar ancak kendilerine zarar verirler. Hiç kimse, başkasına zarar veremez. Kendini korumayan, gerekli tedbirlerini almayanlar… İnancın kurallarına dikkat etmeyenler, kendilerine sürekli zarar verirler. Hâlbuki Allah’a inananlar, Allah yolunda emin adımla yürüyenler. Ayetlere inanıp, gereğince yaşayanlar asla korkmazlar. Korkmalarını da gerektirecek de bir şey kalmaz.
- Gaybın bilgileri Allah’ın yanındadır. Allah gayptaki bilgilerden bir kısmını resullerinden dilediğine ulaştırır. Değilse Allah’tan başka hiç kimse gaybı bilmez. Resuller gaybı ancak Allah bildirdikçe bilirler. Resuller kendi güçleriyle gaybı bilemezler. Erenler, evliyalar gaybı bilemezler. Kim gaybı bildiğini iddia ediyorsa yalancıdır. Allah ayetleriyle gayptan haberler verir. Bugün için ayetler gelmemektedir. Dolayısıyla artık gayptan haber getiren yoktur. Ancak resuller varken, onlara gelen, gelecek olan ayetlerle gayptan haberdar olunur. Resuller öldükten sonra gayptan haber getirdiğini iddia edenler yalancıdır.
Ayetlerin özlerinden çıkan bu anlamlar önemlidir. Allah bütün bu özleri verdikten sonra Ali İmran suresinin 186. Ayetinde bize hitap ediyor. “186. Andolsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz; sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden birçok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takva gösterirseniz, muhakkak ki bu işlerin en değerlisidir” Evet inkâr edenlerden her zaman Müslümanlar üzücü sözler işiteceklerdir. Hayatta yaşadığımız müddetçe mallarımızdan, canlarımızdan dolayı imtihan edileceğiz. Kimi az maldan, kimi çok maldan. Kimi çok candan, evlatlar gibi, kim az candan, kendi canı gibi imtihan edilecektir. Ancak sabreden, yani inançlarında kararlı, azimli olanlar. Allah’a güvenen, yolundan ayrılmayanlar kazanacaktır.
Ve Allah Ali İmran suresinin 188. Ayetinde en büyük uyarıyı yapıyor. “Sanma ki ettiklerine sevinen, yapmadıkları ile övülmek isteyenler, evet, sanma ki onlar azaptan kurtulacaklardır. Onlar için elem verici bir azap vardır” Bu ayetle günümüzü hiç düşünmek istemiyorum. Günümüz insanların yaptıklarıyla sürekli övündükleri, sevindikleri, yapmadıklarıyla da övülmek istedikleri bir ortamı yaşıyor. Özellikle batı dünyasından etkilenen Müslümanlar gittikçe bireyselleşiyor. Kendi kabuğuna çekiliyor. Siyasi arenada kaybolup gidiyor. Sosyal, ekonomik sahada siliniyor. Kimliği, karakteri değişiyor. Ancak durumunun farkına varamıyor. İnancı, yaşamı gün be gün ayetlerden uzaklaştığı halde, konuşurken Müslümanlığı en iyi yaşadığını iddia edebiliyor. Müslümanlığı en iyi anladığını iddia edebiliyor. Müslümanlığı en iyi temsil ettiğini iddia edebiliyor. Alçak gönüllük ortadan kalkıyor. En ufak eleştiriye tahammül gösteremiyor. Haklısın, kelimesini lügatinden siliyor. Böylece ayetin hükmü gerçekleşiyor. Her yaptığına seviniyor. Yapmadıkları şeylerin dile getirilmesini istemiyor. Üstelik yapmadıkları olsa bile… İnancında, düşüncelerinde eksiklikler olsa bile. İyi bir Müslüman olarak kabul edilmesini istiyor. Böylece, yapmadıklarıyla, eksiklikleriyle tasdik edilmesini istiyor. İşte bu tasdiki yaptığınızda, yapmadıklarını hoş görmüş. İyi bir Müslüman olarak kabul etmekle, yapmadıklarını da övmüş oluyorsunuz. Hani toplumda bir söz var. “Hiç kimse ayranım ekşi demez” Evet bu söz önemli. Biz şimdi ekşi olduğunu bildiğimiz ayrana, hatıra binaen tatlı dersek, ekşilik tasdik edilmiş. Övülmüş oluyor. Bizler; Müslüman olarak, doğruya doğru, eğriye eğri demediğimiz müddetçe. Bize doğrular hatırlatıldığında haklısın diyemediğimiz müddetçe. Ali İmran suresinin 188. Ayetiyle muhatabızdır. Allah Ali İmran suresinde, Uhud savaşı nedeniyle, eksikli, kusurlu olanların, nasıl davrandıklarını bize anlatıyor. İçlerinde özür dileyen, tövbe edenler var. İçlerinde yanlışlarını kabul etmeyenler. Yaptıkları yanlışların doğru kabul edilmesini isteyenler var. Ve Allah bizi uyarıyor. Yaptıklarına sevinen, yapmadıklarının övülmesini isteyenlerden olmayın. Onları çetin bir azap bekliyor. Yaptıklarına sevinen, yapmadıklarının övülmesini isteyenlere de prim vermeyin. Böyle yaparsanız nifakı destekleyerek zulüm yapmış olursunuz.
Ayete Elmalılı Hamdi Yazır farklı bir meal veriyor. “o ettiklerine sevinen ve yaptıkları işle methedilmeyi seven kimseleri de sakın azaptan kurtulur sanma, onlara acı bir azap var” Ayeti bu anlamda düşündüğümüzde konu sözcük olarak değişse de kişisel anlamda insanın övgüye verdiği önem değişmiyor. İnsan yaptıklarına seviniyor. Bu kendisiyle kendisi arasında bir şey… Ama bir de dışa yansıması var. Sanki yaptıklarıyla toplumda değer kazanmak için insanların övgüsünü istiyor. İnsanlar yaptıklarıyla insanı göğe çıkarmazsa rahatsız oluyor. Üzülüyor. Övgü onun için önemli bir değer haline geliyor. Hani günümüzde sanatçıların “bizi yaşatan alkışlardır” dedikleri şey gibi. İnsan alkışlanmayınca veya övülmeyince sanki yaşamamış oluyor. Alkışlanmak, övülmek yaşamının bir parçası oluyor. Allah bu karakteri bu ayette tenkit ediyor. Sanma ki, yaptıklarına sevinenler, yapmadıklarına / yaptıklarına övgü bekleyenler azaptan kurtulacaklardır. Sevinmenin, övgü beklemenin altında yatan bendir, bencilliktir, kibirdir. Allah benini ortaya çıkaran, bencil olan, kibre doğru yönelenleri asla sevmez.
Ali İmran suresinin ayetleri, özellikle kendimize okunacak önemli ayetlerdir. Hele bugün Müslümanlar bu ayetleri başından sonuna kadar kendilerine okumalıdırlar. Ayetler, Yahudilerden, Hıristiyanlardan, Putperestlerden, Münafıklardan, Müminlerden söz etsin fark etmez. İçimizde bir yanımızın Yahudilik, bir yanımızın Hıristiyanlık, bir yanımızın putperestlik, bir yanımızın Münafıklık, bir yanımızın müminlik olduğunu düşünerek, içimizdeki pisliklerden arınmak için ayetleri kendimize okumalıyız. Yanlışlarımızı bulmalıyız. Bulduğumuz her yanlış için özür dilemek, Allah’tan af dilemek zorundayız. Eğer Ali İmran suresini, Yahudilere, Hıristiyanlara, Putperestlere, münafıklara okuyup kendimize okumaz isek, en büyük yanılgıya düşmüş oluruz. İnşallah Ali İmran suresini kendimize okuyanlardan… Gerekli dersi çıkaranlardan… Hatalarımızı görüp tövbe edenlerden… Eksikliklerimizi görüp tamamlayanlardan oluruz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.