BİR ADIM ÖNDE OLMAK
“Delikanlının adı Santiago idi. Sürüsüyle birlikte eski, terk edilmiş kilisenin önüne geldiğinde güneş batmak üzereydi. Kilisenin çatısı çoktandır çökmüş, bir zamanlar ayin eşyalarının konulduğu yerde kocaman bir firavuninciri büyümüştü.” diyerek başlıyor Paulo Coelho, Santiago’nun hikayesini bizlere anlatmaya.
Santiago, İspanya’da yaşayan bir delikanlıdır. Ailesi onun bir papaz olmasını ister; ama onun düşünceleri ve istekleri farklıdır. O, dünyayı gezmeyi istemektedir. İsteklerini gerçeğe dönüştürebilmesi için en uygun meslek olan çobanlığı seçer. Bir gün babasına bu düşüncesini söyler ve babası ona üç eski İspanyol altın lirası bulunan bir kese verir. Santiago bu parayla kendine bir sürü alır ve daha anlamının ne olduğunu bile bilmediği “Kişisel Menkıbe”sini yaşamak için ilk adımını atar.
Hikayenin başladığı akşam, Santiago koyunlarıyla birlikte bir kilisede uyuklamaktadır. Bir hafta önce olduğu gibi rüyasında Piramitlere gittiğini ve orada bir hazine bulduğunu görür. Rüya iki kez tekrar edince Santiago, rüyasını karşısına çıkan bir Çingene kadına yorumlatır. Çingene kadın, Santiago’ya Mısır’a gitmesini söyler ve hazinesini bulduğunda hazinenin onda birini kendisine vereceğine dair Santiago’dan söz alır. Santiago, Çingene’nin yanından hayal kırıklığıyla ayrılır ve bir daha asla düşlere inanmamaya karar verir. Çünkü Çingene kadın Santiago’nun rüyasından farklı bir şey dememiştir.
Yoluna devam ederken yaşlı bir adamla tanışır. Aralarında geçen birkaç konuşmadan sonra yaşlı adam kendisinin bir kral olduğunu söyler. Santiago, bir kralın bir çobanla neden çene çaldığını öğrenmek ister. Kral, “Kişisel Menkıbe” diye cevap verir.
“Bunun birçok nedeni var. Ama diyelim ki, bunun en önemli nedeni senin Kişisel Menkıbe’ni gerçekleştirmek gücüne sahip oluşun.”
“Kişisel Menkıbe, senin her zaman gerçekleştirmek istediğin şeydir. Hepimiz gençken, Kişisel Menkıbe’mizin ne olduğunu biliriz.
Hayatın bu döneminde her şey açık seçiktir, her şey mümkündür ve hayal kurmaktan, hayatında gerçekleştirmek istediği şeylerin olmasını istemekten korkmaz. Ama zaman geçtikçe, gizemli bir güç, Kişisel Menkıbe’nin gerçekleştirilmesinin olanaksız olduğunu kanıtlamaya başlar.
Olumsuz gibi görünen güçlerdir bunlar, ama aslında sana Kişisel Menkıbe’ni nasıl gerçekleştireceğini öğretirler. Zihnini ve iradeni bunlar hazırlarlar, çünkü dünyada bir büyük gerçek vardır: Kim olursan ol, ne yaparsan yap, bütün yüreğinle gerçekten bir şey istediğin zaman, Evrenin Ruhu’nda bu istek oluşur. Bu senin yeryüzündeki özel görevindir.”
Santiago, kralla konuştuktan sonra “Kişisel Menkıbe”sini yaşamak için yola çıkar. Bu yolculuğun bir amacı vardır. Kitap, özünü bu amacın altındaki düşünceden alır.
“Her şey bir ve tek şeydir. Ve bir şey istediğin zaman, bütün Evren arzunun gerçekleştirilmesi için işbirliği yapar.”
Kralın Santiago’ya söylediği bir şey daha vardır: İşaretler.
“Tanrı, herkesin izlemesi gereken yolu yeryüzüne çizmiştir, yazmıştır. Senin yapman gereken, senin için yazdıklarını okumak yalnızca.”
Daha sonra kral, Santiago’ya göğsünden çıkardığı iki taşı verir. “Birinin adı Urim , ötekinin adı da Tummim’dir. Siyah olanı ‘evet’ demektir, beyaz olanı ‘hayır’ anlamına gelir.”
Bu taşlar işaretleri yorumlamasında Santiago’ya yardım edecektir; ama önemli olan bir şey daha vardır: Ne olursa olsun Santiago, kararlarını sonunda kendisi vermelidir.
Kitap, hayatımızda aldığımız önemli kararları sonunda yine kendi süzgecimizden geçirmemiz gerektiğini öğütlüyor. Tıpkı Brain Clark’ın yazdığı “Karar Kimin?” adlı oyunda olduğu gibi. Başrol oyuncusu, aylardır hastanede yatmakta olan felçli bir adamdır. Hayatına devam edip etmeme konusunda bir karar vermelidir. Onun için karar, ölmektir; ama doktorlar yaşaması için uğraşırlar. Sonunda hasta, büyük uğraşlar vererek ölmeyi seçer. Doktorlar onu hayatta tutmaya ne kadar çabalasalar da sonunda karar, felçli hastanın olur.
Hayatımızda karar vermenin yeri büyüktür. İnsan, kendi kararlarıyla Tanrı’nın onun için çizdiği yolda hangi tarafa gitmesi gerektiğini belirler. Amaç, Kişisel Menkıbe’yi yaşamaktır.
Daha sonra kral, Santiago’ya küçük bir öykü anlatır.
“Bir tüccar Mutluluğunun Gizi’ni öğrenmesi için oğlunu insanların en bilgesinin yanına yollamış. Delikanlı bir çölde kırk gün yürüdükten sonra, sonunda bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir şatoya varmış. Söz konusu bilge burada yaşıyormuş.
Bir ermişle karşılaşmayı bekleyen bizim kahraman, girdiği salonda hummalı bir manzarayla karşılaşmış: Tüccarlar girip çıkıyor, insanlar bir köşede sohbet ediyor, bir yandan orkestra tatlı ezgiler çalıyormuş; dünyanın dört bir yanından gelmiş lezzetli yiyeceklerle dolu bir masa da varmış. Bilge sırayla bu insanlarla konuşuyormuş ve bizim delikanlı kendi sırasının gelmesi için iki saat beklemek zorunda kalmış.
Delikanlının ziyaret nedenini açıklamasını dikkatle dinlemiş bilge, ama Mutluluğunun Gizi’ni açıklayacak zamanı olmadığını söylemiş ona. Gidip sarayda dolaşmasını, kendisini iki saat sonra görmeye gelmesini salık vermiş.
‘Ama, sizden bir ricada bulunacağım,’ diye eklemiş bilge, delikanlının eline bir kaşık verip sonra bu kaşığa iki damla sıvıyağ koymuş. ‘Sarayı dolaşırken bu kaşığı elinizde tutacak ve yağı dökmeyeceksiniz.’
Delikanlı sarayın merdivenlerini inip çıkmaya başlamış, gözünü kaşıktan ayırmıyormuş. İki saat sonra bilgenin huzuruna çıkmış.
‘Güzel, demiş bilge, peki yemek salonundaki Acem halılarını gördünüz mü? Bahçıvan Başı’nın yaratmak için on yıl çalıştığı bahçeyi gördünüz mü? Kütüphanemdeki güzel parşömenleri fark ettiniz mi?’
Utanan delikanlı hiçbir şey göremediğini itiraf etmek zorunda kalmış. Çünkü bilgenin kendisine verdiği iki damla yağı dökmemeye çabalamış, başka bir şeye dikkat edememiş.
‘Öyleyse git, evrenimin harikalarını tanı,’ demiş ona bilge, ‘oturduğu evi tanımadan bir insana güvenemezsin.’
İçi rahatlayan delikanlı kaşığı alıp sarayı gezmeye çıkmış. Bu kez, duvarlara asılmış, tavanları süsleyen sanat yapıtlarına dikkat ediyormuş. Bahçeleri, çevredeki sağları, çiçeklerin güzelliğini, bulundukları yerlere yakışan sanat yapıtlarının zarafetini görmüş. Bilgenin yanına dönünce, gördüklerini bütün ayrıntılarıyla anlatmış.
‘Peki, sana emanet ettiğim iki damla yağ nerede?’ diye sormuş bilge. Kaşığa bakan delikanlı, iki damla yağın dökülmüş olduğunu görmüş. ‘Peki,’ demiş bunun üzerine bilgeler bilgesi, ‘sana verebileceğim tek bir öğüt var: Mutluluğun Gizi dünyanın bütün harikalarını görmektir, ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan.’ “
Santiago, kralın anlatmak istediğini anlar: “Bir çoban gezmeyi sevebilir, ama koyunları asla unutmaz.”
Öyküde geçen “iki damla yağ” kavramı sorumluluklarımızdır. Hiçbir insan tek başına yaşayarak mutlu olamaz. Çünkü insan sosyal bir varlıktır. Hayatında yapması gereken sorumlulukları vardır. Aynı zamanda mutlu olmak ister. Mutluluğun gizine ulaşmak… Coelho bu öyküyle “bencillik” kavramı üzerinde de durmuş aslında. Kaşıktaki iki damla yağı unutmamak, çevremizdekilere karşı bencil olmamaktır. Yani onları unutmamak. Santiago koyunlarını, bir baba ailesini, bir öğretmen öğrencilerini unutmamalıdır. Çünkü bir insan kendi sorumluluk çemberinin içindekilerle mutluluğa ulaşabilir.
Santiago, “Kişisel Menkıbe”sini yaşamak uğruna Afrika’ya ulaşır. Çevresindeki herkes Arapça konuştuğu için biraz tedirgin olur; ama daha sonra yaşlı kralın ona bahsettiği işaretler aklına gelir. İçi rahatlar. Kahvedeki bir masaya oturduğunda birinin ona İspanyolca“Sen kimsin?” dediğini duyar ve kendini daha güçlü hisseder. İspanyolca konuşan genç, Santiago’nun masasına oturur ve sohbet ederler. Santiago, Piramitlere gitmesi gerektiğini söyler. Bunun için gence ona yardımcı olup olamayacağını sorar. Kahvenin sahibi Santiago’nun yanına gelip Arapça bir şeyler söyler. Öfkeli gibidir. Santiago kahvenin sahibinden hoşlanmaz ve oradan giderler. Genç, Santiago’nun piramitlere ulaşabilmesi için Sahra Çölü’nü geçmesi gerektiğini söyler. Santiago bu gence güvenir; ama çok geçmeden genç, Santiago’nun tüm parasını çalıp bulunduğu yerden uzaklaşır. Santiago şimdi ne bir çobandır ne de ülkesine dönebilmek için parası vardır. Düşününce, kahvenin sahibinin umutsuz çabalarını anlar. Kendisini uyarmaya çalışmıştır. Yine umutsuzluğa kapıldığı anda aklına Urim ve Tummim gelir. Taşlardan birini heybesinden çıkarır ve sorduğu soru “Hazineme ulaşabilecek miyim?”dir. Çıkan taş ‘evet’tir. Daha sonra kendi yazgısından kaçmamak için bazı şeylerin sorulmaması gerektiğini öğrendiğini anımsar.
“Kendi kararlarımı kendim almaya söz veriyorum.”
Santiago, İspanyolca konuşan genci kaybettiği pazar yerinde uyuyakalmıştır. Birinin, omzundan sarstığını hissederek uyanır. Çevresine bakınır ve onu uyandıran yaşlı bir adamdır. Tıpkı daha önce gördüğü yaşlı kralın gülümsediği gibi gülümsemiştir yaşlı adam. Bu adam şekerleme üreten bir tüccardır. Santiago, yaşlı adamın Kişisel Menkıbe’sinin şekerleme üretmek olduğunu düşünür. Bu işi severek yaptığını görür. Yaşlı adamın ona verdiği tatlıyı yedikten sonra teşekkür edip oradan uzaklaşır. Biri Arapça diğeri İspanyolca konuşan iki adamın bir baraka yaptığını görür. Adamların dilleri farklıdır; ama çok güzel anlaşmaktadırlar.
“Sözcüklerin ötesinde bir dil var.”
Kitapta sık sık geçen bu cümle “Evrenin Dili” olarak da karşımıza çıkıyor. Yeryüzünde herkesin anladığı bir dil olduğu, bu dilin coşkunun, arzu edilen ya da inanılan bir şeyi gerçekleştirmek için sevgi ve tutkuyla yapılan girişimlerin dili olduğundan bahsediliyor. İnsanlar, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, beyinleriyle düşünürler; ama kararları ve davranışları onların duygularını yansıtır. Beyin her zaman duyguları takip eder. Çünkü insan, duygularıyla vardır.
Santiago beş parasız bir şekilde yoluna devam ederken bir billuriye tüccarıyla tanışır. Billuriye dükkanına pek fazla müşteri gelmediğini ve kristallerin çok tozlu olduğunu görür. Billuriye tüccarına, kristalleri temizlemesine karışıklık ona karnını doyurmak için bir şeyler verip veremeyeceğini sorar. Billuriye tüccarı Santiago’nun teklifini kabul eder. Kristallerin tozunu aldıktan sonra dükkana müşteriler gelmeye başlar. Tüccar bunun iyiye işaret olduğunu görür ve Santiago’ya onunla birlikte çalışıp çalışamayacağını sorar. Santiago bunu kabul eder ve billuriyeci dükkanında çalışmaya başlar. Böylece Santiago Piramitlere gidebilmek için de para biriktirmiş olacaktır. Billuriyeci Müslüman bir tüccardır. Aralarında geçen birkaç konuşmadan sonra Santiago, billuriye tüccarının Mekke’ye gitmek ve hac ibadetini gerçekleştirmek gibi bir düşü olduğunu öğrenir. Bunun için yeteri kadar parası olsa da billuriyeci Mekke’ye gitmek istemez. Çünkü billuriyeciyi hayatta tutan Mekke’dir.
"Düşümü gerçekleştirmekten korkuyorum, çünkü o zaman yaşamak için bir sebebim olmayacak.”
Aşk ve sevgi hayal etmekle başlar. Sevgiliye kavuşma her zaman aşkın amacıdır; ama bu aşk çoğu zaman sevgiliye kavuştuğu anda biter. Bu cümleyle de Coelho’nun tasavvuf edebiyatından etkilendiği açıkça görüyoruz. Tıpkı Leyla ile Mecnun’da olduğu gibi. Billuriye tüccarı Mekke’ye ulaştığında aşkının bitmesinden korktuğu için sadece hayal etmekle yetiniyor.
İki ay daha geçer. Santiago’nun farklı düşünceleriyle billuriye dükkanının müşteri günden güne artmaktadır. Santiago Arapça konuşmayı da öğrenmiştir. Koyunlardan birçok şey öğrenen genç, yeryüzünde koyunların öğretemeyeceği şeylerin de olduğunu düşünür. Onları kendinin öğrendiğini söyler. Tüccar bu söze karşılık “Mektup” cevabını verir.
“Mektup” kelimesi kitabın birkaç bölümünde daha geçmektedir. Anlatılmak istenen ise “Yazgı”dır.
“Öyle zamanlar vardır ki, insan hayat ırmağının yönünü değiştiremez.”
Santiago, bir yıldan sonra billuriye tüccarının yanından ayrılır ve hazinesini bulma yolunda ilerlemeye devam eder. Yolda bir İngiliz’le tanışır. İngiliz, Fayoum Vaha’sında yaşayan bir Simyacıyı aramaktadır. Bulundukları kervan Al-Fayoum Vaha’sından da geçmektedir. Santiago’yla beraber yolculuklarını sürdürürler. Simya hakkında konuşurlar.
Kervanbaşıyla birlikte çölde ilerlemeye devam ederler. Santiago koyunlardan olduğu gibi çölden de birçok şey öğrenebileceğini düşünür. Çünkü o daha bilge ve daha yaşlıdır. Bir süre sonra kervanda kabileler arasında savaş çıkacağı söylentisi yayılır. Santiago ve İngiliz tedirgin olur. Yolculukları süresince İngiliz ve Santiago birbirlerinin kitaplarını okurlar. İkisi de Kişisel Menkıbe’lerini aramaktadır. Sonunda vahaya ulaşırlar. Tedirgin bir hava vardır. Sabah akşam gelen ulaklar savaşın yakında olacağının işaretidir. Santiago ise hazinesini düşünmektedir. Kişisel Menkıbe’sini izleme yolunda acele etmemelidir. Yoksa işaretleri kaçırabilir. İngiliz ise Simyacıyı aramaktadır. Santiago Arapça bildiği için vahadaki birkaç kişiye Simyacıyı tanıyıp tanımadıklarını sorar.
“Bu sırada genç bir kız göründü, siyah giysi giyinmemişti. Omzunda bir testi taşıyordu ve başının çevresinde bir peçe vardı, ama yüzü açıktı. Delikanlı, Simyacıyı sormak üzere yanına yaklaştı.
O anda zaman durmuş gibi oldu; sanki Evrenin Ruhu, delikanlının önünde bütün gücüyle ortaya çıkıyormuş gibiydi.
Kızın siyah gözlerini, gülümseme ile susma arasında karar veremeyen dudaklarını görünce, dünyanın konuştuğu ve yeryüzünün bütün yaratıklarının yürekleriyle anladıkları dilin, en temel ve en yüce bölümünü anladı delikanlı. Ve Aşk’tı bunun adı, insanlardan da çölden de daha eskiydi, tıpkı kuyunun yanında bu iki bakışın buluşması benzeri, iki bakışın buluştuğu her yerde, her zaman aynı güçle ortaya çıkardı. Dudaklar sonunda gülümsemeye karar verdiler ve bir işaretti bu, bütün ömrü boyunca bilmeden beklediği, kitaplarda, koyunların yanında, kristallerde ve çölün sessizliğinde aramış olduğu işaretti.
Evrenin saf diliydi bu, herhangi bir açıklamaya gereksinimi yoktu, çünkü Evren’in sonsuz zamanda yoluna devam etmek için hiçbir açıklamaya gereksinimi yoktu. Delikanlı o anda, hayatının kadınının karşısında olduğunu ve kızın da hiçbir söze gereksinim duymadan bunu bildiğini biliyordu. Ana babası, ana babasının ana babası, biriyle evlenmeden önce ona kur yapmak, nişanlanmak, onu yakından tanımak ve para sahibi olmak gerektiğini söyleseler de, delikanlı dünyada en çok bundan emindi. Bunun tersini söyleyenler, evrensel dilden habersiz kimselerdi. Çünkü bu dili bilen biri, ister çölün ortasında ya da ister büyük kentlerin göbeğinde olsun, dünyada her zaman bir başkasını beklemekte olan biri bulunduğunu kolayca anlayabilir. Ve bu iki insan karşılaşınca ve gözleri buluşunca, bütün geçmiş ve bütün gelecek artık bütün önemini yitirir, yalnızca o an, gök kubbe altında her şeyin aynı El tarafından yazıldığı gerçekliği vardır, bu inanılmaz gerçek vardır. Aşk’ı yaratan ve çalışan, dinlenen ve güneş ışığı altında hazineler arayan her kimse için sevilecek birini yaratmış olan El. Çünkü böyle olmasaydı, insanın soyunun hayallerinin hiçbir anlamı olmazdı.
‘Mektup’ dedi kendi kendine.”
Santiago, Fatima’yla tanıştıktan sonra Fatima, Santiago’nun Kişisel Menkıbe’sinin ve düşlerinin bir parçası olur. Santiago ona Piramitlerden ve hazineden bahseder. Neredeyse bir aydır vahadadırlar. Santiago bir akşam büyük bir taşın üzerine oturduğu sırada başının üzerinde uçuşan atmacalar görür. Bu bir işarettir. Bir anda gözünün önünde, silahlı bir birliğin vahayı işgal edeceğine dair ani ve kısa bir görüntü belirir. Deveciyle konuştuktan sonra kabile reislerinin yanına gider. Kabile reisleri Santiago’ya inanır; ama eğer tersi bir şey olursa bunu kendi canıyla ödeyecektir. Santiago, Kişisel Menkıbe’sinin peşine düşmek için koyunları sattığında da büyük bir tehlikeyi göze aldığını hatırlar.
“Ve devecinin dediği gibi, yarın ölmek başka bir gün ölmekten daha uygun olurdu. Her gün, yaşamak ya da ölmek içindi. Her şey yalnızca tek bir sözcüğe bağlıydı: Mektup.”
Kitabın bu bölümlerinde de “Mektup” kelimesi karşımıza yine “Yazgı” olarak çıkıyor. Böylece Coelho’nun kadere inanan biri olduğunu da anlamış oluyoruz.
Coelho’nun, “Ölümden sonra yaşama inanıyorum; aynı zamanda bunun çok önemli olmadığına da.” şeklindeki sözleri bunu kanıtlar nitelikte.
Santiago, ertesi gün ölecek olsa bile bundan pişman değildir. Çünkü gözleri sıradan bir çobanın gördüklerinden çok daha fazlasını görmüştür. İlerleyen zamanlarda siyah giyinmiş bir süvari vahaya gelir. Neredeyse Santiago’yu öldürecektir.
“Kılıcın ucu hala delikanlının alnında duruyordu.
- Sen kim oluyorsun da Tanrı’nın yazdığı yazgıyı değiştirmeye kalkışıyorsun?
- Allah orduları yarattı, ama O, kuşları da yarattı. Allah bana kuşların dilini öğretti. Her şey aynı el tarafından yazılmıştır, dedi delikanlı, devecinin sözünü anımsayarak.
Sonunda süvari kılıcını geri çekti. Delikanlı içinde bir rahatlama hissetti. Ama kaçamıyordu.
- Kehanetlerine dikkat et. Bir şey yazılmışsa, bundan kurtulmak olanaksızdır.
- Ben sadece bir ordu gördüm, dedi delikanlı. Bir savaşın sonucunu görmedim.”
Süvari, Santiago’yu cesaret sınavından geçirmektedir. Çünkü cesaret, Evren’in Dili’ni arayan bir kimse için en büyük erdemdir. Daha sonra süvari, savaşçılar geldikten sonra onu bulmasını ister ve oradan ayrılır. Böylece Santiago, Simyacıyla tanışmış olur.
Ertesi gün vahada savaş başlar. Böylece Sanriago’nun kehaneti doğrulanır. Kabile reisi ondan Vaha’nın Müşaviri olmasını ister. Güneş battıktan sonra Santiago, Simyacıyı bulur. Simyacı, Kişisel Menkıbe’si yolunda ilerlemesi için Santiago’ya yardım edeceğini söyler. İngiliz’e ne oluyor derseniz, onun öğrenmesi gereken daha çok şey vardır ve mutlaka Kişisel Menkıbe’sini gerçekleştirmek için ona da biri yardım edecektir. Çünkü bir şeyi gerçekten arzuladığımız zaman Evren’in ruhunda bu istek oluşur ve Evren, bize yardım eder. Daha önce de dediğim gibi, kitapta aslında hep aynı düşünceler var. Coelho dönüyor, dolaşıyor ve bizi yine aynı yere getiriyor.
Santiago ve Simyacı ertesi sabah yola çıkacaklardır. Bu yüzden Santiago son kez Fatima’yla görüşür.
“Fatima çadırın kapısında göründü. Birlikte hurma ağaçlarının arasında yürüdüler. Delikanlı yaptıklarının Geleneğe aykırı olduğunu biliyordu, ama şimdi bunun hiçbir önemi yoktu.
- Ben gidiyorum, dedi. Ve geri geleceğimi bilmeni istiyorum. Seni seviyorum, çünkü…
- Hiçbir şey söyleme, diyerek sözünü kesti Fatima. İnsan sevdiği için sever. Aşkın hiçbir gerekçesi yoktur.”
Belki de çoğumuzu derinden etkileyen kelime işte bu. Mistik bir havada devam eden olaylar bu noktaya geldiğinde etrafa gül kokusu yayılıyor. Cümleyi defalarca okuyorsunuz. Belki de“Ne kadar güzel anlatmış Coelho aşkı. Helal olsun!” diyorsunuz. Sonra gözünüzün önünden bir şeyler geçiyor. Bir isim, bir sima, yağmurlu bir gün ve gerekçesiz sevginiz… Elinizi kalbinize götürüp gülümsüyorsunuz. Çünkü onun orada olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz.
“Bugünden sonra, çöl bir tek şeyin simgesi olacaktı: Onun dönüş umudunun.”
Coelho, her şeye rağmen umudumuzu kaybetmemizi ve asla pes etmememizi öğütlüyor. Kitapta bu düşünceleri örnekleyebilecek birçok cümle var. İşte bunlardan bir tanesi:
“En karanlık an, şafak sökmeden önceki andır.”
Santiago ve Simyacı yola çıkarlar. İlk somut tehlike işareti ertesi gün görülür. Üç savaşçı gelir ve onlara ne aradıklarını sorar. Simyacı onlara Piramitlerden bahseder. Felsefe Taşı ve Ebedi Hayat İksirini gösterir.
“Simyacıların Büyük Yapıtı. Bu iksirden içen kimse kesinlikle hasta olmaz ve bu taşın küçük bir parçası herhangi bir madeni altına çevirir.”
Santiago, Simyacının üç savaşçıya bunları anlatmasına şaşırır. Neden böyle söylediğini sorar.
“Gözümüzün önünde büyük hazineler olduğu zaman asla göremeyiz onları. Peki, neden bilir misin? Çünkü insanlar hazineye inanmazlar.”
Gerçekten de böyle değil midir hayat? Bir şeyi kaybettiğimiz zaman onun kıymetini anlamaz mıyız? Ya da bizde olmayan bir şey daha değerli değil midir? Peki, kendi elimizdekiler. Onlar neden kıymetli değildir?
Santiago ve Simyacı yollarına devam ederken, Simyacı eline bir kavkı alır ve Santiago’nun bunu kulağına dayamasını ister. Kavkı kulağına dayayınca deniz sesi duyulur.
“Deniz her zaman bu kavkının içindedir, çünkü bu, onun Kişisel Menkıbe’sidir. Ve çöl tekrar dalgalarla kucaklaşıncaya kadar da onu asla terk etmeyecektir.”
Nasıl dalga kıyıya ulaşma umuduyla denize atılıyorsa her defasında, bir kavkının içinde her zaman denizin sesi duyulacaktır. Evrendeki her şeyin bir ruhu olduğu görüşü burada da ele alınıyor. Coelho, bu düşünceyi bir röportajda şu şekilde anlatmış:
“Simyacıdaki karakter cansız varlıkların, kayalar ve su da dahil olmak üzere her şeyin bir ruhu vardır diyor. Buna inanıyor musunuz?
Gördüğümüz her şey, gözümüzün önünde duran her şeyin gerçeğin gözle görülür parçaları. Gerçeğin görünmez parçaları da var, duygular gibi, hisler gibi… Bizim hayat algımız bu gerçeğin farkında olmayabilir; ancak William Blake’in söylediği üzere “Tanrı kum tanesinde ve bir çiçekte saklıdır.” Bu enerji her yerdedir.”
Santiago ve Simyacı daha sonra atlarına binerler ve Piramitler yönünde yola koyulurlar. Santiago’nun yüreği tehlike işareti verdiği sırada karşıdan iki atlı geldiğini görürler. Atlıların gözleri ruh güçlerini yansıtmaktadır ve gözler ölümden söz etmektedir. İki atlı, Santiago ve Simyacıyı ordugaha götürürler. Simyacı, Santiago’nun bir simyacı olduğunu ve canı isterse rüzgarın gücünü kullanarak ordugahı yerle bir edebileceğini söyler. Santiago bu sözleri duyunca yerinden kıpırdayamayacak hale gelir. Adamlar, Santiago ve Simyacıya üç gün mühlet verirler.
“Simyacı bir savaşçıdan çay istedi; delikanlının bileklerine biraz çay döktü. Simyacı anlayamadığı bir şeyler söylerken, delikanlının içine bir dinginlik dalgası yayıldı.
- Umutsuzluğa teslim olma, dedi Simyacı alabildiğine tuhaf, yumuşak bir sesle. Yoksa yüreğinle konuşmana engel olur.
- Ama nasıl rüzgara dönüşebilirim bilmiyorum.
- Kendi Kişisel Menkıbe’sini yaşayan kimse neye ihtiyacı varsa hepsini bilir. Bir düşün gerçekleşmesini bir tek şey olanaksız kılar: Başarısızlığa uğrama korkusu.”
Kitabı ilk kez okuduğum zaman altını çizip bir kenara not ettiğim cümlelerden biri de buydu. Hatta küçük bir kağıda yazıp gözümün göreceği bir yere yapıştırdım. Gözüme takılıp okuduğum her anda hep aynı gücü hissettim. “Hayatımda ‘başaramamak’ diye bir kavram olmamalı. Başarmak için her zaman mücadele etmeliyim. Sonuna kadar savaşmalıyım. Çünkü insanlar mücadele ederek bir yerlere gelebilirler.”
Ertesi gün Santiago, ordugahın yakınlarında bulunan bir tepeye tırmanır. Santiago gözlerini ufka diker. Çöl ile konuşmaya başlar. Çölden rüzgara dönüşmek için yardım ister. Daha sonra rüzgar hafif bir esintiyle esmeye başlar ve Santiago’nun yanına gelip onu yanağından okşar. Santiago, rüzgardan yardım ister. Aralarında geçen birkaç konuşmadan sonra rüzgar, Santiago’ya yardım eder ve Santiago güneş ile konuşur.
“ - Evren, benim yaratıkların en bilgini olduğumu bilir, dedi güneş. Ama seni rüzgara nasıl dönüştüreceğimi bilmiyorum.
- Öyleyse kime başvurmalıyım?
Güneş bir süre sustu. Rüzgar dinliyor ve bilgisinin sınırsız olduğunu bütün dünyaya yayıyordu. Bununla birlikte, Evrenin Dili’ni konuşan delikanlının elinden kurtulamıyordu güneş.
- Her şeyi yazan El ile konuş, dedi.
Rüzgar bir mutluluk çığlığı attı ve her zamankinden daha güçlü esmeye başladı. Kumların üzerine dikilmiş çadırlar az sonra yıkıldılar ve hayvanlar iplerinden, bukağılarından kurtuldular. Kayanın üzerinde insanlar, rüzgarda sürüklenmemek için birbirlerine sarıldılar.
Bunun üzerine delikanlı, her şeyi yazmış olan El’e doğru döndü. Ve daha ağzını açıp tek sözcük söylemeden, Evrenin sessizleştiğini ve hep böyle sessiz kalacağını hissetti.
Bir sevgi coşkusu fışkırdı yüreğinden ve ağlamaya başladı. Şimdiye kadar hiç yapmadığı bir duaydı bu, çünkü sözcüksüz bir yakarıydı ve hiçbir şey istemiyordu. Koyunlarına bir otlak bulduğu için şükretmiyordu; daha fazla kristal satmak için yakarmıyordu; rastladığı kadının dönüşünü beklemesini dilemiyordu. Oluşan sessizlikte çölün, rüzgarın ve güneşin de El’in yazmış olduğu işaretleri aradıklarını, kendi yollarını izlemek ve zümrüt parçasının üzerine kazınmış olan şeyi anlamak istediklerini anladı. Bu işaretlerin Yeryüzü’nde ve Uzay’da dağılmış olduklarını, görünüşte hiçbir varlık nedenleri ve anlamları bulunmadığını; ne çöllerin, ne rüzgarların, ne güneşlerin ve ne de insanların niçin yaratılmış olduklarını bilmediklerini biliyordu. Ama El’in bütün bunlar için bir nedeni vardı ve yalnızca o bu mucizeleri gerçekleştirebilir, okyanusları çöle ve insanları rüzgara dönüştürebilirdi. Çünkü bir yüce iradenin, Evren’i, dünyanın yaratılışının altıncı gününün Büyük Yapıt’a dönüştüğü noktaya götürmüş olduğunu yalnızca bu El anlıyordu.
Ve delikanlı Evrenin Ruhu’na daldı ve Evrenin Ruhu’nun, Tanrı’nın Ruhu’nun parçası olduğunu gördü ve Tanrı’nın Ruhu’nun, kendi ruhu olduğunu gördü.”
Bu satırlarla Coelho’nun Simyacıyı yazarken tasavvuftan etkilendiğini bir kez daha görüyoruz. Tıpkı mutasavvıfların belirli evrelerden geçip Tanrı’ya ulaştığı gibi, Santiago da belirli evrelerden geçip Evrenin Ruhu’nu kavrar. Artık onun için bambaşka bir dönem başlar. Çünkü kalbi ilk kez Tanrı’ya açılır. Şüphesiz ki, papaz okulunda öğrenemeyeceklerinden fazlasını öğrenir.
Santiago ve Simyacı bütün gün yol alırlar. Akşama doğru bir Kıpti manastırına varırlar. Simyacı burada kurşunu altına çevirir. Bir parçasını keşişe, bir parçasını Santiago’ya verir. Bir parçasını da kendine ayırır. Artık Santiago yola kendi başına devam etmelidir. Simyacı, düşlerinin peşinden gitmesinin önemli olduğunu bir kez daha vurgulamak için son bir hikaye anlatır.
"Eski Roma’da, İmparator Tiberius zamanında çok iyi yürekli bir adam yaşıyormuş, adamın iki oğlu varmış: Oğullarından biri askere alınmış ve İmparatorluğun en uzak eyaletlerinden birine gönderilmiş. Öteki oğlu bir şairmiş ve yazdığı güzel şiirlerle Roma’yı büyülüyormuş.
Baba bir gece bir düş görmüş. Bir melek görünüp oğullarından birinin sözlerinin ünleneceğini ve bütün dünyada gelecek kuşaklar tarafından tekrarlanacağını söylemiş. Hayat kendisine karşı cömert davrandığı ve bütün babaların içini gururla dolduracak bazı şeyler kendisine zahir olduğu için yaşlı adam sevinç gözyaşları içinde uyanmış.
Kısa bir süre sonra bir arabanın tekerleri altında kalıp ezilmek üzere olan bir çocuğu kurtarırken ölmüş yaşlı adam. Bir ömür boyu onurlu ve dürüst davranmış olduğu için de doğruca cennete gitmiş ve orada da düşüne giren meleğe rastlamış.
‘İyi bir insandın,’ demiş melek. ‘Sevgi içinde yaşadın ve onurlu bir şekilde öldün. Bugün herhangi bir dileğini yerine getirebilirim.’
‘Hayat da bana karşı iyi davrandı,’ diye yanıtlamış yaşlı adam. ‘Düşüme girdiğin zaman, bütün çabalarımın aklanmış olduğunu anladım. Çünkü oğulum şiirleri gelecek yüzyıllarda insanların belleğinde kalacaklar. Kendim için herhangi bir dileğim yok; ama çocukken baktığı, delikanlıyken eğittiği evladının ünlenmesinden her bana gurur duyar. Uzak gelecekte, oğlumun sözlerini duymak isterim.’
Melek, ihtiyarın omzuna dokunmuş ve ikisi birlikte bir uzak geleceğe gitmişler. Karşılarına uçsuz bucaksız bir meydan çıkmış ve bu meydanda insanlar garip bir dil konuşuyorlarmış.
Yaşlı adam sevinçten ağlıyormuş.
‘Oğlumun şiirlerinin güzel ve ölümsüz olduğunu biliyordum,’ demiş meleğe. ‘Bu insanların oğlumun şiirlerinden hangisini okuduklarını söyler misiniz bana?’
Melek, bunun üzerine adama kibar bir şekilde yaklaşmış ve birlikte, o büyük alandaki sıralardan birine oturmuşlar.
‘Şair oğlunun şiirleri, Roma’da halk tarafından çok seviliyordu,’demiş melek. ‘Herkes bu şiirleri sevip haz alıyordu. Ama Tiberius döneminden sonra unutuldu bu şiirler. Bu insanların tekrarladığı sözler öteki oğlunun, askerin sözleri.’
İhtiyar, meleğe şaşırarak bakmış.
‘Oğlun askerlik hizmeti için uzak bir eyalete gitmiş ve orada yüzbaşı olmuştu. O da iyi ve dürüst bir insandı. Bir akşam hizmetkarlarından biri hastalandı ve ölümün eşiğine geldi. Oğlun bu sırada, hastaları iyileştiren bir hahamdan söz edildiğini duymuş ve günlerce onu aramış. Ülkeyi dolaşırken, aradığı kişinin Tanrı’nın Oğlu olduğunu öğrenmiş. Onun tarafından iyileştirilmiş başka insanlara rastlamış ve onun düşüncelerini öğrenmiş ve bir Romalı yüzbaşı olarak onun dinini kabul etmiş. Sonunda bir sabah Haham’ın yanına varmış.
‘Ona hizmetkarlarından birinin hastalandığını anlatmış. Ve Haham onunla birlikte evine gitmeye hazır olduğunu bildirmiş. Ama yüzbaşı bir inanç sahibi olduğu, için çevrede bulunan insanlar ayağa kalkarken, Haham’ın gözlerinin içine bakınca, gerçekten de Tanrı’nın Oğlu’nun huzurunda bulunduğunu anlamış.
‘Bu sözler senin oğlunun sözleri,’ demiş melek yaşlı adama. O sırada Haham’a söylediği ve bir daha unutulmayan sözler: Ya Rab, benim değerim yok ki damın altına giresin; fakat ancak bir söz söyle, hizmetçim iyi olur.”
Santiago yüreğinin söylediklerini dikkatle dinlemeye çalışarak yoluna devam eder. Hazinenin gizli olduğu yeri ona yüreği söyleyecektir.
“Hazinen neredeyse yüreğin de orada olacak.”
Bu cümleyle Coelho adeta kitabı özetliyor. İnsan, hazineyi hep başka yerlerde, başka kişilerde, başka zamanlarda arar. Oysaki mutluluk ve zenginlik tek bir yerdedir: Yürekte. İnsan kendi hazinesini kendi yüreğinde taşır. Ne zaman yüreğinin sesini dinlemeye başlarsa, o zaman gerçek hazinesine ulaşmış demektir.
Santiago, sonunda Piramitlere ulaşır. Yüreği ona gözyaşlarının düştüğü yeri kazmasını söyler. Kazar, kazar; fakat hiçbir şey bulamaz. Birkaç taşı yerinden sökmeye çalıştığı sırada birkaç adam yanına gelir ve ne yaptığını sorar. Santiago yanıtlamaz. Adamlar Santiago’yu öldüresiye döverler. Sonunda adamlara rüyasını anlatır. Adamlar Santiago’yu bırakırlar.
“Ölmeyeceksin. Yaşayacaksın ve insanın bu kadar budala olmaya hakkı olmadığını da öğreneceksin. Şimdi senin bulunduğun yerde, bundan iki yıl kadar önce, üst üste aynı düşü gördüm. Düşümde İspanya’ya gitmem, çobanların koyunlarıyla birlikte içinde uyudukları, ayin eşyalarının konulduğu yerde büyümüş bir firavuninciri bulunan yıkık bir köy kilisesi aramam gerektiğini görüyordum ve bu firavunincirinin dibini kazarsam gizli bir hazine bulacakmışım. Ama sadece aynı düşü iki kez gördüğüm için çölü geçecek kadar budala değilim ben.”
Coelho, Mevlana’nın hikayesinden esinlenerek başladığı hikayeyi yine ondan esinlenerek tamamlıyor. Böylece Evrenin Ruhu’nun her çağda, her insan tarafından aynı şekilde algılandığını kanıtlıyor.
"Her şey bir ve tek şeydir.”
Santiago güçlükle kalkar ve bir kez daha Piramitlere bakar. Piramitler ona gülümser. Artık hazinesini bulmuştur.
“Delikanlının adı Santiago idi. Akşam olmak üzereyken, terk edilmiş küçük kiliseye geldi. Ayin eşyalarının konulduğu yerde büyümüş bir firavuninciri vardı hala ve yarı yıkık çatısından hala yıldızlar görülebiliyordu.…Farkına varmadan uykuya daldı. Uyandığında güneş çoktan yükselmişti. Hemen firavunincirinin dibini kazmaya başladı. ‘Yaşlı büyücü,’ dedi kendi kendine, ‘her şeyi bal gibi biliyordun. Bu kiliseye geri dönebilmem için biraz altın bile bıraktın… ‘Sanki bunlardan esirgeyemez miydin beni?
Rüzgarın kendisini yanıtladığını duydu: ‘Hayır. Sana bunu söyleseydim, Piramitleri göremeyecektin. Piramitler çok güzel, öyle değil mi sence?’ Simyacının sesiydi bu. “
Santiago firavunincirinin dibini kazınca hazinesini bulur. Heybesinden çıkardığı Urim ile Tummim’i de yaşlı kralı hatırlattığı için hazinesinin içine koyar. Hazinesinin onda birini Çingene kadına vermesi gerektiğini hatırlar. Daha sonra rüzgar esmeye başlar ve ona çok iyi tanıdığı bir kokuyu getirir.
“ - Geliyorum Fatima, dedi. Geliyorum.”
Coelho, eseri hakkındaki görüşlerini “Simyacı olumluluk ilkesi üzerine kurulu ve biraz da acemi şansına işaret ediyor sanki.” şeklinde dile getirmiş. “Acemi şansını yakalayamamış, her deneyişlerinde engellenen, önleri tıkanan kişilere ne söyleyebilirsiniz?” sorusuna ise “Yeniden dene! Çünkü Tanrı’nın seni bu dünyaya göndermekle ne demek istediğini çözdüğünde acemi şansını sen de yakalamış olacaksın” şeklinde cevap veriyor.
Son sözü söylemek bana düşerse, birçoğumuzun hayatında, bize yön veren, hayata bakışımızı değiştiren, olayları farklı şekilde yorumlamamızı sağlayan, duygularımıza yeni bir boyut kazandılar yazarlar ve kitaplar vardır. İşte bu yazarlardan biri Paulo Coelho, kitap ise Simyacı’dır. Kitabın arka kapağında da yazılan gibi, “Simyacıyı okumak, herkes daha uykudayken güneşin doğuşunu izlemek için şafak vakti uyanmaya benzer.”
Simyacıyı okumak, sıradan insanlardan bir adım ileride olmaktır. Tıpkı çoban Santiago’nun diğer çobanlardan bir adım önde olduğu gibi.