- 630 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İsimsiz Mektup
Merhaba!
Tanıdın mı?
Benim.
Tanıyamadın…
Öyle ya, bunca yıldan sonra!
Dinle o zaman; uzak bir diyarda, bir dağın yamacındayım. Dağ, ihtiyar ve çok yorgun… Tıpkı benim gibi.
Yapayalnızım onun gibi.
Tek başına…
Kimsesiz.
Gökte tek bir yıldız gibi…
Terasta oturuyorum; içime bir titreme geldi, birden ürperdim. O zaman aklıma geldi. Dün de aynı zamanda, aynı yerde, aynı şekilde yalnız, bakışlarım arkasına bakan ufuktaki güneşte ama aklım geçmişlere giden düşünceler içinde… Müjgan, aramıştı; uzun uzun konuşmuştuk. O zaman da titremiş, ürpermiştim ama ona söylememiştim. Sesimden anladı ki, kızmıştı bana. Doktor ne diyor sen ne yapıyorsun. Vakitli vakitsiz terasa çıkıp üşüyorsun. Ya enfeksiyon kaparsan! Ya, gene hastaneye yatarsan! Gözyaşlarından sel yapıp gene sebepli sebepsiz ağarsan deyip sitem etmişti. Aklıma o geldi de kalktım.
Ha, bu arada aklımdayken söyleyeyim; ben İsviçre’deyim. Müjgan, küçük kızım; o üniversitede okuyor. Arada bir yanıma geliyor ama şimdi kimse yok; yalnızım.
Biliyor musun; üç tane kızım var benim. Hepsi birbirinden güzel, hepsi de şeker mi şeker… Büyüğünün adı Yağmur… O, doktor oldu, şimdi Türkiye’de. Mersin’de… Ortancanın adı Nurcan… O, İngiltere’de… Kızların isimlerini babaları koydu; ben, hiç karışmadım. Yağmur’dan sonra oğlumuz olsaydı, babası, onun adı Bulut olacak diyordu. Laf aramızda, olsaydı adını sen koyacaktım. Ama olmadı, kısmet değilmiş. Sıra sıra üç tane kız... Sağ olsunlar.
Tanıdın mı?
Tanımadın…
Ürperip titreyince kalkıp içeri gittim. Omzuma yün şalımı alayım, başımı bir güzel bağlayım ve gene dışarı çıkayım… Dağın üstündeki ufuk öyle kırmızı ki, sen seversin; görmeni isterdim. Güneş de öyle… Ama battım batacak, akşam da oldu olacak. Hiç değilse bunu kaçırmamalıyım! Hayat benden neler neler çalmadı, neleri kaçırmadım ki; olsun! İşte, bu son günlerimde… Neyse, orasını karıştırmayayım. Tarifsiz bir ağırlık çöktü zayıf bedenime, öyle halsizleştim ki, olmadı. Şalımı, eşarbımı alamadım, kanepeye kıvrılıp yattım. Güneş batıyor, bir gün daha kaçıyor, sonra karanlık olacak, sonra yıldızlar çıkacak… Olsun. Biraz yatarsam, birazcık uyursam rahatlarım, sonra kalkarım, Müjgan, kızarsa kızsın, terasa gene çıkarım. Öyle hayal ettim. Güneş kaçacak ama elimden gelen bu kadar; dizlerim tutmuyor, kolum, kanadım kırık, sonra çıkarım; güneş gittiyse yıldızlara bakarım. Belki yıldızımı yakalarım. Ha kaydı, ha kayacak ama tutarsam, zorlarsam, dur bakalım nereye diye yalvarırsam, eteklerine sarılırsam, olmadı, isyan edip haykırırsam; bilmiyorum…
Yattım ya, olmadı. Bu sefer kalbim sıkıştı, soluksuz kaldım. Hemen de kalktım. Dilaltı hapımı alınca biraz rahatladım.
Müjgan’ı dinlemeliyim!
Daha erken…
Gitmek için erken!
Bu gece geçerse sabah yine gelecek. Güneş, yine badi adımlarla yürüyüp gidecek. Akşam olurken dağların üstüne yine inecek. Ve gün biterken ufuk yine şenlenecek. Yarım kalan o kadar çok şey var ki, daha erken…
Biraz rahatlayınca mutfağa gittim, bir bardak limonlu ılık su içtim. İyi geldi, biraz daha rahatladım. İyi de, beni bekler mi; güneş, kaybolup gitmiş. Bir gün daha böylece bitmiş. Gene hüzünlendim.
Biliyor musun; ev, yedi oda, iki de salon. Saray yavrusu gibi… Ama boş, benden başka kimse yok. İn yok, cin yok. Ses yok, soluk yok. Boş bir han gibi; akşam da oldu, ne olacak şimdi?
Ne olacak?
Sorduğum soruya bak!
Radyoyu açmadım. Televizyona bakmadım. Her zaman yaptığım gibi bütün odaları tek tek dolaştım. Kapıları açtım, kapadım, açtım, kapadım. Tablolar, biblolar, taslar, tabaklar, kaşıklar, masa, sandalyeler… Halılar, kilimler, resimler, fayanslar, çiniler, duvarlar… Her şey ışıl ışıl, her şey pırıl pırı, hepsi pahalı… Lanet olsun hepsine! Hepsi göz kamaştırıcı, hepsi aldatıcı, hepsi yalan. Öyle yalnızım ki, daraldım.
Ürperme, titreme gidince kim geldi dersin?
Taş gibi sert bir yumruk gelip oturdu böğrüme. Korktum. Dilaltımı aldım ama gene de korktum. Korkunca usul usul, tin tin alt kata indim. Biraz dikildim, biraz gezindim; nefesim yok, canım çıktı çıkacak, çöktüm divanın ayak ocuna, öylece oturdum. Otururken gözüme duvardaki takvim ilişti. Baktım ki; ooo… Takvim ne kadar gerilerde kalmış! Gittim, geçen günleri yaprak yaprak kopardım, kırıştırıp buruşturup yere attım.
Bugün, günlerden ne acaba?
Düşündüm, hafızamı zorladım, zor da olsa hatırladım. Cumartesiymiş. Yarın da Arife. Yarından sonra bayram gelecekmiş iyi mi?
Vaay be!
Ne dün, ne bugün, ne yarın…
Ne bayram, ne seyran…
Vay, vay, vay!
Biliyor musun; aklıma sen geldin o zaman. Aklıma sen geldin deyince acı acı gülümsedin dimi? Saklama, gizleme! Yüzün kızardı, görüyorum. İnan görüyorum. Daha dün gibi gözümün önündesin. Çeşme yolunda, bağ çukurunda, ayvalar altında, köprübaşında, karşı yamaçta… Gece karanlıkta, gündüz aydınlıkta… Dün gibi.
Bildin mi?
Bildin, bildin!
Benim.
Yani, beni bildin.
Tanıdın.
Sesin çıkmadı, duymadım ama “günaydın” dedin. Biliyorum. Tren kaçtı dimi? “Hem de yıllar önce.” İçinden öyle dedin. Ama derin derin iç geçirdin. Hiç gizleme, biliyorum. Yüreğini biliyorum, fikrini biliyorum; ben seni biliyorum…
Hey gidinin dünyası!
Hey gidinin yılları!
Hey gidinin adamı!
Öyle dedin mi?
Demezsin, demezsin; ben seni bilirim.
Neyse…
Desen de, demesen de, ne suçun var ki? Niye gideceksin ki otuz yıl öncesine, dimi? Sen bana bakma…
Neyse, sonra hemen kalktım. Aklıma sen düştün ya… Bayram deyince… Unuttuğum ama takvimden çıkardığım bayram…
Hani, bayramlarda çıkagelirdin; şişeden çıkan cin gibi… Benim için öyleydin o zaman. Zayıfçıktın, çelimsiz. Sarı benizliydin; aç, susuz gezmiş gibi. Ya da sevda çeken biri gibi ama o sendin. İki elin iki cebinde; sıcak demez, soğuk demez taş duvar dibinde beni beklerdin. Biliyorum.
Lütfen sus!
Öyle, ya da böyle; tek kelime söyleme!
Diyeceksin ki; aklın başına yeni mi geldi? Son yolculuğa çıkarken öyle mi? Hayır, hayır! Kesinlikle öyle değil. Ama ne dersen de işte. Tren kaçtı gitti. Ömür bitti, tükendi. Geriye ne mi kaldı; biraz ah ile vah, bir de kırık kalp, o kadar.
Neyse…
Bilememişim. Öyle diyelim, öyle olsun. Oysa sevmiştim ne biçim. Lanet olsun rüzgâra, yele; savrulduk işte, kimimiz kuzeye, kimimiz güneye. Böyle deyince gözlerin nemlendi biliyorum ama lütfen iç geçirme! Suç bendeydi demiyorum. Sendeydi hiç demiyorum. Sendeyse sende, bendeyse bende, her kimdeyse kimde; boş ver, kader işte… Sen kadere inanmazsın bilirim ama ne değişir ki bundan böyle! Aklıma geldi. Aklıma geldin işte, bana kızma, gücenme!
Hey gidinin gidisi hey!
Biliyor musun; bir fotoğrafın kalmış bende. Siyah beyaz. Hatırladın mı? Vilayet konağının önünde çekilmişsin. Yemyeşil bir park... Parkta renk renk güller, çiçekler. Çimenlerin içinde mor yosunlu kayalar. Bir havuz var, kocaman. Hemen dibinde şahlanmış bir at üstünde Atatürk heykeli. Onun dibindesin. Takım elbise, gömlek, kravat; talebesin. Az da gülümsüyorsun…
Mektuplarını yırtıp atmadım. Hepsi saklı sandık içinde. Ama şu Müjgan yok mu; cin gibi kız! Bir gün bulup okuyacak diye ödüm kopuyor. Öbür kızlar onun gibi değil nedense. Biliyor musun; Müjgan sana çok benziyor. Hık demiş burnundan düşmüş sanki. Bak şimdi gülesim geldi. Neden mi? Çünkü panikledin de ondan. Hiç inkâr etme! Hayır filan deme; görüyorum. Çünkü hemen karşımda, gözümün önündesin. Ama korkma! Korkma, korkma! Ne alaka dimi? Benziyor dediysem, öyle değil! Anla işte! Huy, su, şu, bu, gibi…
Aklıma bu benzeme meselesi gelince kalkıp aynaya gittim. Kendime şöyle bir bakayım. Üüf! Saçım, başım darmadağın. Yüzüm buruşmuş, alnım kırışıklar içinde, şiş gözlerim kurumuş, dudaklarım incecik! Işık yok, bir kıpırtı yok, çökmüş, solmuş… İhtiyar. Ne çabuk ihtiyarlamışım da farkına varmamışım…
Hey gidinin günleri…
Biliyor musun; her gün, her gece buluşurduk. Hatırlıyor musun; el ele tutuşurduk, sarmaş dolaş olurduk, biz bize, iç içe, kumrular gibi nefes nefese, dönene döne başımız dönerdi öpüşürken de yere düşerdik. Sap, saman içinde olurduk hep. Karanlıksa, kimse görmezdi. Ay varsa, bakardı bize ve gülerdi içten içe. Kıskandığını sanırdık.
Hatırlıyor musun?
Hatırlamıyorsun…
Hadi inkâr etme; hatırlıyorsun, hatırlıyorsun…
Gurur deme, unuttum deme, yalandı hiç deme!
O resmi kilitli tuttuğum kutudan çıkardım. Hep öyle… Otuz beş yıl öncesi gibi. Aynı. Biraz kirlenmiş ama hiç değişmemiş. Baktım, baktım, baktım. Öptüm, kokladım, göğsüme bastım.
Kızdın mı?
Kaşların çatıldı, yüzün asıldı birden. Ne oldu? Bunca yıldan sonra öyle ya! “Kocaman üç kızına, iki kız torununa, Çin’deki zengin kocana ayıp değil mi?” Duydum. Belki farkında değilsin ama sesin çıktı; böyle deyip kükredin. Kızma yalan! Gerçekten bak, gerçekten yalan. Ne öptüm, ne kokladım, ne göğsümde sakladım; sadece masum masum baktım. O kadar. İnan bak! Masum masum…
Sonra, sandıktaki mektupları çıkardım. Hepsini tek tek açıp baktım, gene katladım. Kaç kez açmış, kaç kez kapamışım ki eskimişler. Katlı yerlerinden incelip kesilmişler. Yazılar silinmemiş ama! Bu arada gözüm birisinde takılıp kaldı. Ben de öylece kalmışım ki, o mektup açık kaldı.
Hatırlıyor musun?
Hani, en başında “gülüm” demişsin; sonra, hece hece, kelime kelime sözcükleri döşemişsin ya... Hatırladın mı? Hani, gelmişsin bizim bahçeye gün gidip karanlık çökünce. Erik dibindeki taşın altına koymuşsun özene bezene. Biliyor musun; acele etmişsin herhalde ki, yere değmiş olacak toprak var hala üstünde. İşte o toprak lekesini görünce daha fazla dayanamadım, başladım ağlamaya. Ağladım, ağladım, ağladım… Gözyaşlarım kurumuş ya, olsun, öyle kuru kuru ağladım.
Müjgan’dan da korkuyorum ama ne olursa olsun yazmalıyım dedim o koca adama. Hemen kalktım; bir kâğıt, bir de kalem aldım. Işıkları yakıp terasa fırladım. Poyrazdan soğuk bir yel mi esecek… Gelip bana mı değecek… Üşürsem üşüyeyim! Titrersem titreyeyim! Ürperirsem ürpereyim! Çat kapı Müjgan’mı gelecek? Yeter yeter! Kim gelirse gelsin! Kim eserse essin! Kim gürlerse gürlesin… Kaç günlük ömrüm kaldı şunun şurasında? Ha beş gün fazla, ha üç gün az; ne fark eder!
Boğazım düğümlendi, elim titredi; acaba ne deyip başlasam, nasıl nasıl yazsam; senden de korkuyorum ama yazmalıyım dedim. Yazmalıyım, anlatmalıyım. Bunlar da benimle mezara gelmesin onlardan kurtulmalıyım. Sen inanmazsın biliyorum; yargım öte tarafta yapılacak ama senin gözünde de aklanmalıyım. Tek bu sebepten yazıyorum.
Biliyor musun; bu yazdığım son mektubum. Yanlış anlama; sana değil, hayata son mektubum.
Bak yine geldiler gördün mü? Titremeye, ürpermeye başladım. Üşüyorum. Galiba devam edemeyeceğim. Mektubu bitiremeyeceğim. Her şeyi söyleyemeyeceğim… Bak, gördüm mü? Ama olsun… Sanırım söyleyebildiklerim sana yeter.
Gözlerim kararıyor. İçim daralıyor. Nefes alamıyorum. Zorlanıyorum. Biraz sonra kalem elimden düşecek, biliyorum. Sanırım her şey bir anda bitecek. Müjgan, çıkagelse bari. Zarfa adresi yazmıştım. İyi ki yazmışım. Kızsa gene… Kızsın… Bağırıp çağırsa, ağlasa, sitemler, küfürler yağdırsa ama anlasa! Delilik yapmasa da mektubu postalasa…
Son mektubum…
Sana değil, hayata son mektubum…
Belki gene yazarım.
Sana yazarım.
Kim bilir?
Yazarım ama gelir mi, gelmez mi, bilemem. Kim bilir? Kim bil.. Kim bi… Kim b… Kim ….r K.. bilir Ki
Hoşça kal …….. ……. ..
LaTekmen. Aralık/2008/Lüleburgaz