- 525 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. RESULÜN ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (31)
MEDİNE / MEKKE İLİŞKİLERİ (10)
UHUD SAVAŞI / OLUŞUMU / ARKASINDAKİ GERÇEKLER (3)
Uhud savaşı bitmişti. Mekkelilerin Uhud savaşına hazırlık nedenlerine baktığımızda, Mekkeliler Uhud’da istediği sonuçları alamamışlardı. Müslümanlardan bazı önemli şahsiyetleri öldürmüşler. Ancak Muhammed’i öldürememişler. Müslümanlara karşı kesin bir zafer kazanamamışlardı. Müslüman ordusuna 70 kayıp verdirdikleri, kendilerinden ise 22 kişi kayıp olmasına rağmen savaşa devam edememişlerdi. Hâlbuki kayıplar neticesinde 700 kişilik Müslüman ordusundan 630 kişi kalmış. 3000 kişilik Mekke ordusundan 2978 kişi kalmıştı. Sayıları Müslüman ordusunun dört misli olmasına rağmen Mekke’ye doğru çekildiler. Peygamber ise onları Uhud’da bekledi. Arkalarından takip için ordusunun bir bölümünü gönderdi. Manzara Mekkeliler için öyle onur kırıcıydı ki, yaklaşık üç bin kişilik Mekke ordusunu, Muhammed Uhud’da bekliyor. Muhammed’in ordusundan bir kısmı ise Mekke ordusunu takip ediyordu. Mekkeliler ne kendilerini takip eden orduya bir şey yapabiliyor. Ne de cesaret edip tekrar Uhud’a dönebiliyorlardı. Elbette Mekke orduları komutanı olan Ebu Süfyan kendine göre dikkatli bir insandı. Fakat etrafınca cesaretsizlikle suçlanmaya başlanmıştı. Özellikle Hamza’yı öldürten karısı Hind, kocasını sürekli cesaretsizlikle suçluyordu. Ebu Süfyan bu tür suçlamalara karşı, savaşlarının amacının ölmek değil, canlarını, mallarını kurtarmak olduğunu anlatıyordu. Malları, canları tehlikeye girince hemen savaşı arka plana itiyordu. Mekkeliler ordu kurup Medine’ye doğru yürürken, Uhud meydanına gelirken, intikamla, hırsla gelmişlerdi. Onların niyeti savaşta ölmek değildi. Onların niyeti topladıkları güçlü orduyla Müslümanları kesin bir yenilgiye uğratmak. Muhammed’i öldürmek. Bedir’de savaşında büyüklerini öldürenleri öldürmekti. Bunu yapamayınca hemen geri çekildiler. Anladılar ki, Müslümanlar zannettikleri gibi hemen çözülmeyecekler. Aksine Müslümanların direnci Mekkelilere iyi bir ders verdi. Ta ki, okçular yerlerinden ayrılınca Halid Bin Velid’in komutasındaki askerlerle Müslümanlara kayıplar verdirdiler. Müslümanların bir müddet dağınıklık yaşamasından sonra toplanarak karşı hücuma geçmeleri gözlerini korkuttu. Sanki Bedir’i tekrar yaşayacaklardı. Ebu Süfyan bunu hissedince hemen geri çekildi. Devam etseydi öleceklerdi. Ama onlar ölmek istemiyorlardı. İntikamlarını alacaklar. Müslümanları yok edecekler. Muhammed’i öldüreceklerdi. Böylece kendi açılarından işi bitireceklerdi. Olmadı. Olmaması demek kendilerinin savaş meydanlarında ölmesi demekti. Bunu göze alamazlardı. Onlar Müslümanlar gibi mallarını, mülklerini bir kenara koyup Allah için ölmeye gelmemişlerdi. Canlarının, mallarının intikamlarını almak için geliyorlardı. Müslümanlarla Mekkeliler arasındaki bu mantık Uhud savaşına damgasını vurdu. Bir tarafta Allah için ölecekler. Diğer tarafta hiçbir şey için ölmeyecekler. Onlar güçlerine güvenerek Müslümanları yok edeceklerdi. Çok garip bir mantıkları vardı. Savaşta ölmeyi göze alamayanlar nasıl galip gelebilirlerdi? Hem ölmeyi göze alamayacaksın, hem de zafer kazanacaksın. Böyle bir şey olabilir miydi? Elini taşın altına koymadan… Canını ölümün altına koymadan savaş kazanılabilir miydi? Bedir’de 70 esir, 70 kayıp vermişlerdi. Bin kişilik orduyla gelip yüz kırk kayıp veren, böylece 860 kişi kalan Mekke ordusu çil yavrusu gibi dağılıp Bedir’den kaçmışlardı. Hâlbuki karşılarındaki ordu 300 kişiydi. Buradan anlaşılıyor ki, Mekkeliler ne kadar kalabalık olursa olsun Müslümanlara karşı kendilerini güçlü hissetmiyorlardı. Hiç kimse Bedir’de biz Müslümanların üç katıyız niye kaçıyoruz demedi. Hiç kimse Uhud’da biz Müslümanların dört katıyız niye kaçıyoruz demedi. Müslüman ordusunun arasında Allah’ın ayetleriyle sonradan belirttiği olumsuzluklar olsa da, Müslümanlar Mekkelilere göre, daha bilinçli, daha inançlıydılar. Mekkeliler ise istedikleri kadar güçlü ordular kursunlar, hiç kimse canını ortaya koyup savaş kazanmak istemiyordu. Onların bir ayara gelip, kalabalık görünmeleri, büyüklenme, kibir, süs üzerine kurulan birlikteliklerdi. Gösterişleri muazzam ama içleri boştu.
Mekke’nin lideri Ebu Süfyan siyasi, kurnaz, hesaplı kitaplı bir insandı. Bedir savaşına kervanını kurtarmak için katılmamış. Uhud’da ise tehlikeyi görünce hemen ordusunu geri çekmişti. Ebu Süfyan için Putperestlik ticaret aracıydı. Putperestlik Ebu Süfyan’dan canını, malını isterse vermezdi. Onun mantığı buydu. O dininden mevki, makam, itibar, mal mülk kazanabilirdi. Bunda bir sorun yoktu. Ama dini ondan canını, malını, makamını, itibarını isterse o asla kabul edemezdi. Bütün felsefesini bunun üzerine oturtuyordu. Bu mantıkla hareket eden Ebu Süfyan savaş politikasını değiştirmek istiyordu. Muhammed’le savaş din savaşı ise, bu savaş sadece Mekkelilerin savaşı değildi. Putperestlik bütün Arabistan’ın diniydi. Öyleyse bu savaş bütün Arapların savaşıydı. Uhud savaşına bazı Arap kabileleri katılmışsa da, katılanlar savaşmak isteyen gençlerdi. Onlarda hayatları tehlikeye girince geri kaçtılar. Çünkü onlar Mekke’nin gücünün arkasında savaşa katılacaklar, duygularındaki savaş arzularını gideceklerdi. Ama bunun için canlarını vermeye niyetleri yoktu. Sanki gösteri amaçlı savaş oyunlarına gelmişlerdi. Savaşta ölümleri görünce çılgınlar gibi kaçmaya başladılar. Ebu Süfyan Uhud’dan geri dönerken, “bu savaş sadece benim, Mekkelilerin değil, bütün Arapların, bütün Putperestlerin savaşıdır” mantığında düşünceler oluşturmaya başladı. Ona göre savaşı bütün Araplara yıkmak gerekiyordu. Bunun için politika üretmek. Buna göre propagandaya girmek. Buna göre Arap liderleriyle görüşmek… Ebu Süfyan’ın temel politikasını oluşturuyordu. Araplara, Muhammed’i yenemedikleri takdirde başlarına geleceklerini iyice anlatmalıydı. Mekke ile Muhammed’i karşı karşıya getirip, Mekke’yi, Mekkelileri yok etmenin anlamı yoktu. Kâbe putperestlerindi, Kabe’ye bütün Arapların sahip çıkması gerekiyordu.
Ebu Süfyan’ın Kafasında dalgalanan bu düşüncelere peygamber de yardım ediyordu. Peygamber Uhud savaşından sonra, Mekkelilerle görüşüp Müslümanlara karşı planlar kuran Beni Nadr Yahudi kabilesini Medine’den sürüp çıkardı. Mekkelileri açıkça destekleyen Medine’ye bağlı Arap kabilelerine gerekli dersi verdi. Kervanların geçişlerini kontrolü altına aldı. Artık Medine’den ve çevresinden Muhammed’den izinsiz hiçbir kervan geçemeyecekti. Bu yönde Peygamberin görevlendirdiği küçük gruplar kervanları denetim altına aldılar. Karşı gelenlere gereken cezayı verdiler. Bütün bu oluşumlar Arapları rahatsız etmeye başladı. Peygamber etrafında etkenliğini artırdıkça, Ebu Süfyan Araplara söylediklerinde haklı çıkıyordu.
Ebû Süfyan, Uhud’dan dönüp giderken Müslümanlara, “Sizinle gelecek sene Bedir’de buluşalım!” demiş. Hz. Ömer de Resûlullah’ın emriyle, “Olur! İnşallah orası bizimle sizin çarpışma yeriniz olsun!” cevabını vermişti.
Uhud savaşının üzerinden bir sene geçmişti. Peygamber verdiği sözü yerine getirmek için savaş hazırlıklarına başladı. Mekke’nin lideri Ebû Süfyan da, savaş hazırlıklarını sürdürüyordu. Fakat o sene Mekke’de büyük bir kuraklık ve kıtlık hâkimdi. Bu sebeple Ebû Süfyan, halkı teşvik etmesine rağmen, halk savaşmak için istekli görünmüyor. Kendisi de savaş istemiyordu.
Bedir’e gitmek istemeyen Ebû Süfyan, Müslümanların da Bedir’e savaş için gelmesine mani olmak istiyor. Bunun yollarını araştırıyordu.
O sırada henüz Müslüman olmamış Medineli Nuaym b. Mesud’la, Mekke’de karşılaştı. Nuaym, Mekke’ye umre yapmak amacıyla gelmişti. Nuaym b. Mesud karakter olarak Ebu Süfyan’a çok benziyordu. Kurnaz, zeki, siyasi dehası iyi bir gençti. İçkiye, eğlenceye çok düşkündü. Arap kabilelerinden Gatafan kabilesinin Nuaym kolundandı. Gatafan kabilesi içinde Nuaym kolu önemli bir koldu. Nuaym aktif birisiydi. Öyle yerinde oturacak biri değildi. Gezmeyi dolaşmayı sever. Gittiği yerlerde kendisi gibi içkiye, eğlenceye düşkünlerle arkadaş olurdu. Ebu Süfyan Nuaym’dan daha yaşlı olmasına rağmen onu sever. Kendinin gençliğini gördüğü için ayrı bir duygu beslerdi. Kendisi gibi planlı olduğunu biliyordu. Ona güvenebilirdi. Nuaym’ın Medine’deki putperest Araplarla, bazı Yahudilerle çok iyi dostluklar kurduğunu biliyordu. Nuaym bu dostluklara güvenerek Medine’ye rahatça girip çıkabiliyordu. Kafasında bir din kavgası olmadığı için, eğlenmeyi öne çıkardığı için, Putperestlerle Müslümanlar arasındaki din savaşının ortasında değildi. Sanki etrafında din adına olup bitenleri hiç duymamış gibi, dostlarıyla buluşuyor. Yiyor, içiyor, eğleniyordu.
Ebû Süfyan, “Ey Nuaym, ben, Muhammed’le arkadaşlarına, ‘Bedir’de buluşalım, çarpışalım!’ diye söz vermiştim. Vakit gelip çattı! Hâlbuki bu yıl, bizde kıtlık ve kuraklık hâkim. Böyle bir yılda savaşmak işimize gelmez. Onun için, bu yıl Muhammed’le karşılaşmak istemiyoruz! Karşılaşmamız ise, onun cesaretini artıracaktır! Sen, hemen Medine’ye dön! Benim, karşı konulmayacak kadar kuvvet topladığımı bildir. Onları Bedir’de bizimle çarpışmaktan vazgeçir! Bu işi becerirsen, sana yetişkin yetmiş deve veririz”
Aslında Ebu Süfyan’ın Mekke’deki kuraklığı bahane ederek Bedir’e gelmemesi doğru değildi. Onun asıl amacı, bütün Arapları devreye sokmaktı. Savaş atmosferinde, propagandaya yönelik söz düellosunda Müslümanlara Bedir’de buluşalım demişi. Ama asıl duyguları, düşünceleri böyle değildi. Bunu açıkça söyleyemezdi. Mekke’deki kuraklık, kıtlık işine gelmişti. Niyetlerinin arka planında başka şeyler olmasına rağmen, ön planda kuraklığı, kıtlığı öne çıkararak kendini, Mekkelileri mağdur duruma düşüyor. Müslümanlara karşı da güçlü görünmek istiyordu. Ebu Süfyan tilki kurnazlığında kafasında birçok planı dolaştırıyordu. Müslümanlara karşı güçlü görünmek isterken, Putperest Araplara karşı mağdur konumunu öne çıkıyordu. Uhud dönüşünde Müslümanlara Bedir’de seneye görüşelim dediğini duyanlar vardı. Araplar bir yıl sonra Mekkeliler ile Medineliler arasında Bedir’de savaş yapılacağını biliyorlardı. Neticeyi bekliyorlar. Putperestlik adına kendileri ellerini taşın altına koymasalar da Mekkelilerin kazanmasını istiyorlardı. Ebu Süfyan ise tersini düşünüyor. Bu savaş Mekkelilerin değil, bütün Arapların diyordu.
Ebu Süfyan’la konuşan Nuaym, derhal Medine’ye döndü. Başarırsa Ebu Süfyan’ın vereceği 70 deveyi kazanmak için Medine’de, Mekkeli müşrikler lehinde yoğun bir propagandaya girişti. Mekkelilerin karşısına çıkılamayacak kadar güçlü ordu hazırladığını her yerde anlatmaya başladı. Münafıklar da Nuaym’a destek verdiler. Propagandanın etkisiyle Müslümanlar arasında Bedir’e savaşmak için gitme konusunda gevşeme meydana geldi. Yahudilerle münafıklar, bu duruma son derece sevindiler; “Muhammed, artık şu Müslüman topluluktan kimseyi bu niyetinden vazgeçiremez!” deyip sevinçlerini gösterdiler. Arsızca ortalıkta konuşmaya başladılar. Konuşmalarını bazen alaylı noktaya getirdiler. Gülüşerek, “Müslümanların Bedir’e tekrar gidecek cesaretleri kalmadı” diyorlardı.
Hâlbuki peygamber evinde oturan biri değildi. Devleti kurarken, Bedir’de, Uhud’da savaşırken nasıl bir lider olduğunu göstermişti. Nuaym ve onunla birlikte olan Münafıklar, Yahudiler ne anlatırsa anlatsın, peygamber de Mekke ile ilgili bilgiler topluyordu. Ebu Süfyan’ı peygamber tanımıyor muydu? Onun ne kadar zeki, kurnaz, planlı programlı bir insan olduğunu bilmiyor muydu? Nuaym’ın anlattıklarına münafıklar, Yahudiler ve bazı Müslümanlar inansa da peygamberin inanması mümkün değildi. Toplumdaki kargaşayı, Nuaym’ın kara propagandasının etkilerini Ebu Bekir ve Ömer peygambere bildirdiler. Peygamber Müslümanların karşısına çıktı. Kararı kesindi. Kararı netti. Müslümanlara;
“Varlığımın kudreti elinde olan Allah’a yemin ederim ki söz verilen yere Medine’den hiç kimse gitmek için ortaya çıkmasa bile, ben tek başıma Bedir’e giderim!” dedi.
Cesaret dolu bu kararlı sözler, Müslümanların kalbinde oluşan endişeleri sildi süpürdü. Bazı Müslümanların yüreklerine düşen korkuları, tereddütleri bir çırpıda yok etti. Zamanı gelince peygamber Medine’yi yönetmek üzere yerine Abdullah b. Revâha’yı vekil bırakarak 1500 kişilik bir orduyla Medine’den ayrıldı. Peygamber yaptırdığı istihbaratla Mekkelilerin ordu hazırlamadıklarını biliyordu. Amacı hem sözünü yerine getirmek, hem Mekke’ye korkmadıklarını göstermek, hem de putperestlere gözdağı vermekti. Mekkelilerin ordu hazırlamadığını, cesaret edip gelemeyeceklerini bildiği için orduya katılanlara, satabilmek için ticari mallarını yanlarına almalarını söyledi. Çünkü gidecekleri yerde, Araplar her sene bir ticaret pazarı, bir panayır kurarlardı. Sefere çıkışları da zaman bakımından panayır mevsimine rastlıyordu. Eğer her şeye rağmen Mekkeliler bir ordu düzenleyip gelirse çarpışacaklardı. Gelmezlerse ticaretlerini yapacaklardı.
Ebu Süfyan Nuaym’ın başaramadığını anladı. Acele 2000 kişilik bir ordu hazırladı. Reste rest çekmemek olmazdı. O zaman Araplar arasındaki bütün itibarları biterdi. Mekke’nin konumu Araplar arasında yok olurdu. Mekke’den yola çıkan Ebû Süfyan kumandasındaki 2000 kişilik ordu Mecenne’ye kadar gelebilmişti. Mecenne Arafat dağının yakınlarındaydı. Orada her yıl panayır kurulurdu. Mekkeliler; Muhammed’in ordusuyla Bedir’de ısrarla beklediğini duyuyorlar. Morallerini kaybediyorlardı. Moralleri kaybolan Mekkeliler Mecenne’den Bedir’e doğru hareket etme cesaretini gösteremediler. Hâlbuki Müslümanlar 1500 kişi, kendileri 2000 kişiydi. Onlar her zaman Müslümanlardan sayıca daha fazla orduyla Müslümanlarla karşı karşıya gelmişlerdi. Sayılarını yeterli görmüyorlardı. Uhud’da Müslümanların dört misli, Bedir’de Müslümanların üç misli oldukları halde başarı kazanamamışlardı. Şimdi ise neredeyse Müslümanlarla aynı sayıdaydılar. Aralarında sadece 500 kişi fazlalık vardı. Kendi kendilerini korkutmaya başladılar. Yaşadıkları panik havası içinde Mekke’ye geri döndüler. Ebu Süfyan kurnazlığını göstererek panayırı bahane gösterdi. Muhammed bilerek panayır zamanı karşılarına çıkmak için ordu hazırlamıştı. Araplar arasında panayırların ne kadar önemli olduğunu, panayırlara saygı gösterilmesini, Arapların panayır zamanlarını savaşla değil, eğlenceyle geçirmeleri gerektiğini söylüyor. Bu yöndeki propagandalarıyla moralini yükseltiyor. Araplar arasında haklı çıkmaya çalışıyordu.
Peygamber ordusuyla Bedir’de sekiz gece bekledi. Panayıra Arap kabileleri, Müslümanların güç ve kuvvetlerini koruduklarını, cesaret ve ümitlerini yitirmediklerini bir kere daha gördüler. Mekkelilerin gelememesi karşılığında da hayal kırıklığına uğradılar. Müslümanlar panayırda yanlarında getirdikleri ticari ürünleri iyi bir karla sattılar. Neye niyet, neye kısmet hesabında bu seferden Müslümanlar iyi bir karla çıktılar. Üstelik Müslümanlar güç gösterisinde büyük başarıya kazanmışlardı.
Bedir’de Müslümanların karşısına Mekkelilerin çıkamayışı, panayıra gelip giden Araplar sayesinde kısa zamanda Arabistan’ın her köşesine yayıldı. Ebu Süfyan amacına ulaşmıştı. Zaten Ebu Süfyan’ın propagandasının temelinde, Muhammed’in Mekke’yi aşan güce sahip olduğunu, bu nedenle bütün Arapların dinlerini, mevkilerini, onurlarını, mallarını, mülklerini, çıkarlarını korumak için ellerini taşın altına koymalarını istemekti. Ebu Süfyan Mekke dönüşünde çalışmalarına başladı. Onun Arabistan’a duyurmak istediği bir gerçek vardı.
- Muhammed zannedildiği gibi zayıf biri değildi. Gittikçe güçlenen, güçlendikçe düşmanlarını yok eden bir liderdi. Arapların bunu dikkate alarak çare bulmaları gerekiyordu.
- Muhammed’in savunduğu din, bütün Arapların inandığı putperestliği karşısına almıştı. Putperestliğin savunuculuğu sadece Mekke’nin sorumluluğuna yüklenemezdi. Kâbe’nin, putperestliğin onurunu korumak için bütün Putperest Arapların harekete geçmesi gerekiyordu.
- Muhammed kervan geçiş yollarına hâkim olmuş. Kervanların geçişlerini kontrol altına almış. Araplar arasındaki ticarete yön vermeye başlamıştı. Bu durum Mekke’nin ve Putperestlerin geleceğini etkiliyordu. Araplar geleceklerini korumak için gerekli tedbirleri alması gerekiyordu.
- Muhammed Mekke’ye dostluk gösteren, Putperest Arapların yanında olan, Yahudi Kabilelerine de şiddetli davranıyor. Hedefine Mekke’yi, Putperestliği oturtmuş, Mekke’den, putperestlikten yana olanları asla af etmiyordu. Ebu Süfyan konuyu bu açıdan da dillendirerek, zenginliğiyle ünlü Yahudi kabilelerini, varlıklarını korumak için Müslümanlara karşı harekete geçirmeye çalışıyordu.
Ebu Süfyan ekiplerini kurmuş planladığı çerçevede propagandasını sürdürüyor. Özel yeteneklerini kullanarak, Arabistan’ı harekete geçiriyordu. Putperest Araplar için Muhammed’i yok etmek. Medine’de kurulan devleti yok etmek. İnançlarını, yaşamlarını, çıkarlarını korumaktı. Muhammed Arabistan’a egemen olursa, bütün putlarını kırardı. Yaşamlarına engel olurdu. Mallarına, mülklerine el kordu. Çıkarlarını iki paralık ederdi. Onurlarını, mevkilerini, makamlarını yerle bir ederdi.
Varlıklarını korumak için Mekke’nin önderliğinde oluşturulacak orduya, verebilecekleri kadar asker vermeleri gerekiyordu. Öyle sadece savaşmayı sevenleri değil. Tersine, putperestliğe inancı güçlü olan. Toplumda onurunu, mevkiini, malını, mülkünü korumak isteyen herkesin savaşa asker olması, olamıyorsa yardım etmesi gerekiyordu. Medine ile yapılacak savaş, artık Muhammed’e ders verme konumundan çıkmış, hayat memat meselesi haline gelmişti. Öyle veya böyle, Araplar canlarından, mallarından, mülklerinden, onurlarından olacaklardı. Zira Muhammed’in Medine’de yükselişi engellenemiyordu.
Peki, neydi Muhammed’in engellenemez yükselişi? Sadece Mekkelilerle savaşları mıydı? Bu savaşlarda başarılı olması mıydı? Elbette hayır.
Muhammed kurduğu devlet, tebliğ ettiği din, insanlara vaat ettiği yaşam biçimiyle Arabistan’a yeni bir vizyon getiriyordu. Peygamberin getirdiği vizyon, Putperestlerin inancına, yaşamına, onuruna, malına, çıkarlarına, geleceklerine dokunuyordu. Dokunduğu her şeyi yakıp yıkıyordu. Putperest Araplar, peygamberin getirdikleri karşısında tutunamıyorlardı. Bedir savaşı, Uhut savaşı netice vermemişti. Savaşta Mekke’nin önde oluşu, Uhut savaşından diğer Arap kabilelerinden yardım alması yetmemişti. Artık Arabistan, dinine, yaşamına, canına, malına, onuruna sahip çıkmalıydı. Ebu Süfyan’ın bu özdeki söylemleri Arabistan’da yaşayan bütün putperest Arapları harekete geçirdi. Para, mal, mülk, asker ne varsa, Muhammed’i yok etmek için seferber etmeye başladılar. Arabistan bugüne kadar görülmemiş asker topluyordu. Ebu Süfyan, her kabilenin vereceği askerleri not alıyor. Sırası geldiğinde harekete geçilmesini istiyordu. Putperest Araplarla Müslümanlar arasında bugüne kadar görülmemiş bir savaşın olacağı belliydi.
Müslümanların cephesi farklı değildi. Gelen ayetler Müslümanları bilinçlendirirken, Müslümanlar arasındaki yanlışları düzeltiyor. Medine devletini oluşturan vesikaya ait hükümler sürekli gözden geçiriliyor. Peygamberin oluşturduğu istihbarat ekipleri Arabistan’daki gelişmeleri takip ediyordu. Yahudilerle ilişkiler Medine vesikasının hükümlerinin yanında, ayetlerle gelen hükümlerle de kurulmaya başladı. Yahudiler ve Hıristiyanlarla aynı toplumda yaşansa da, ilişkiler öyle sıkı fıkı olmamalıydı. Aynı toplum içinde yaşayanlar olarak ticaretlerini yapıyorlar. Komşuluk ilişkilerini kuruyorlar. Dostluklarını sürdürüyorlar. Birbirine insani güvenlerini devam ettiriyorlar. Vesikadaki hükümler çerçevesinde çıkan olayları çözüyorlardı. Ama artık Müslümanlar, çıkarlarını ilgilendiren siyasal konularda Yahudileri dost kabul edemezlerdi. Toplumda yaşayan putperest Araplarla, Yahudilerle, Hıristiyanlarla siyasal konuları paylaşamazlardı. Onlarla yapılacak siyasi paylaşımları ancak toplumun önderleri, yani peygamber ve peygamberin görevlendirdikleri yapabilirdi.
Müslümanlar toplumda neleri konuşacaklar, neleri konuşmayacaklar konusunda dikkat etmeleri gerekiyordu. Toplumda konuşulan herhangi bir haberde, konuda, aralarında konuşmadan önce, konuşulan tartışılan konuları peygambere götürmeleri gerekiyordu. Böylece Müslümanlara dostluk sınırı getirildi. Artık Müslümanlar sınırsız bir şekilde Yahudileri, Hıristiyanları dost edinemeyeceklerdi. Maide surenin 51. ayeti “Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez” diyerek konuyu hükme bağladı. Müslümanların Medine’de yaşayan Yahudilerle devletin kuruluşundaki antlaşma nedeniyle bağlantıları vardı. Aynı şekilde Medine’de birlikte yaşayan Araplar Yahudilerle eskiden beri çok iyi dostluklar oluşturmuşlardı. Zaten bu nedenle Müslümanlar Medine’de devlet kurarken Yahudiler destek vererek, vesika altına imza atmışlardı. Ancak Mekkelilerle Müslümanların savaşları işin rengini değiştirmeye başladı. Diğer taraftan, Yahudilerle Müslümanlar fikir alış verişinde bulunuyor. Yahudiler arasındaki sorunlar Medine’nin lideri olarak peygambere geliyor. Tartışılan konularda ayetler arka arkaya geliyordu. Her gelen ayet, Yahudilerle Müslümanlar arasında tartışmaları hükme bağlarken, Yahudileri kızdırıyordu. Yahudiler kitabi dinlerin en eskilerinden olarak kendilerini ilahi dinlerin KADİMİ olarak kabul ediyorlar. Hıristiyanlıktan önce varlıklarını öne sürerek üstünlüklerini ilan ediyorlar. Dinlerinin kaynaklarını uzun yıllar öncesine taşıyorlar. Böylece Müslümanlarla din tartışmasında hep öne çıkmaya çalışıyorlardı. Müslümanların çoğu putperestlikten geldiği için ilahi dinler hakkında fazla bir şey bilmiyorlardı. Müslümanların eksik kaldığı yerlerde ayetler gelip Müslümanların elini güçlendiriyor. Yahudilerin dillerini bağlıyordu.
Her iki konu, siyasi olayların kızışması, Mekke ile savaşlar, din tartışmaları ister istemez Yahudilerle Müslümanlar arasında sorun yaratıyordu. O nedenle Allah Maide suresinin 51 ayetini göndererek hükme bağladı. Onları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sonra hükmüne devam etti. Maide suresinin 55-56-57. Ayetlerinde “Sizin dostunuz ancak Allah’tır, Resulüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah’ın emirlerine boyun eğerek salâtı ikame eder, zekâtı verirler. Kim Allah’ı, Resulünü ve iman edenleri dost edinirse üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlardır. Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Gerçekten inanan müminler iseniz Allah’tan korkun”
Evet; müminlerin dostu ancak Allah, resul ve mümin kardeşleridir. Diğerlerinin dostluğuna sınırlar getirilmelidir. Hele İslam’ı alay ve oyun konusu edinenler varsa onları asla dost edinmeyin.
Gerek Medine sınırları içinde, gerekse dışında, elbette Yahudilerle, Hıristiyanlarla, putperest Araplarla ilişkiler kurulacaktı. Hatta insani dostluklar da olacaktı. Ticaret devam edecek. Sosyal ilişkiler sürdürülecek. Yolda kalmışlarına, fakirlerine, yoksullarına, ihtiyaç sahibi olanlarına sahip çıkılacaktı. Ama siyasi konularda dostluk sınırlanacaktı. Dini tartışmalarda, fikir alışverişinde, konuyu alaya, oyuna alanlarla hemen sınır getirilecekti. Onlarla temas kesilecekti. Bütün bu ilkeler, kurallar günümüz için de geçerlidir. Siyasi konularda Müslüman olmayanlarla sınırlı dostluklar oluşturulmalıdır. Onlarla konuşurken Müslümanların sırları verilmemeli, Müslümanların geleceğe yönelik düşüncelerini, durumlarını analiz eden konular tartışılmamalıdır. Mesela bir Müslüman ile bir Yahudi oturup, Müslümanların geleceğini tartışabilir mi? Bu etik olur mu? Hani bugün olduğu gibi, televizyonlara çıkıp, Müslümanlar herkesle, herkesin önünde Müslümanların gizlisini, açığını tartışabilir mi? Hele Müslüman’ım diyen kişi, Müslüman cemaatlerle ilgili bütün konuları bir Yahudi’yle, bir Hıristiyan’la, bir laikle, solcuyla, ateistle tartışabilir mi? Allah’ın ayetleri diyor ki, Müslümanlar özel meselelerini, siyasi olarak geleceğini ancak mümin kardeşleriyle konuşabilir, çözebilir. Müminlerin dostluğu burada geçerlidir. Günümüze baktığımızda durum hiç açıcı değil. Müslümanlar ne yazık ki, birbirlerine güven verme konusunda perişan durumdadırlar. Birbirlerinin açığını oraya çıkarma konusunda inanmayanlardan daha hızlı, daha beceriklidirler.
O gün Müslümanlar geçmişten gelen dostluklarla dikkatsiz işler yapabiliyordu. Özellikle Medine’deki Arap ve Yahudi kabileleri uzun yıllardır birbiriyle dostluk ilişkisini sürdürmüşler. Müslümanlar Yahudilerle birlikte devlet kurmuşlardı. Bunlar öyle çok eskiden olmamıştı. Bunların olmasının üzerinden henüz üç yıl geçmişti. Üç yıl önce bütün Arabistan’ı karşısına alarak devlet kuran, Yahudiler, putperest Araplar ve Müslümanlar… Aradaki bu ilişkiye dayanarak her konuyu tartışıyorlardı. Ama Uhud savaşı sırasında Beni Nadr Yahudi kabilesi, bazı putperest Arap kabileleri, Medine vesikasına imza atmalarına rağmen Mekke ile işbirliğine girmişlerdi. Öyleyse Medine vesikasına dayanarak, sınırsız bir şekilde Putperest Araplarla, Yahudilerle dostluk oluşturulmamalıydı. Onlardan bazıları Müslümanlardan aldıkları bilgileri düşmanlara ulaştırabilirlerdi. Kendilerine göre geleceğe yönelik planlar yapabilirlerdi.
Günümüzde Müslümanlar bu ayetleri hayatlarına intikal ettirdiklerinde şöyle anlıyorlar. Yahudilerle, Hıristiyanlarla, ateistlerle, laiklerle, solcularla, liberallerle, Budistlerle, müşriklerle hiç ilişki kurma, hiç dostluk kurma. Böyle değil. Hiç ilişki kurmamak, hiç dostluk kurmamak gibi bir şey yok. Tam tersine, insani olarak, sosyal olarak her türlü dostluğu, ilişkiyi kurabilirler. Hatta resul zamanında Medine’de, dün ise Beyrut’ta olduğu gibi, oturup anlaşarak devlet de kurabilirler. Komşuluk ilişkilerine, ticari ilişkilere dayanak dostluklar oluşturabilirler. Yolda kalmışlarına, fakirlerine, yoksullarına, ihtiyaç sahiplerine sahip çıkabilirler. Ticari, sanayi ortaklıkları oluşturabilirler. Ama Müslümanlar arasındaki konuşulması gereken konuları onlarla konuşamazlar. Müslümanların geleceğini ilgilendiren konuları paylaşamazlar. Müslümanların siyasi erkine yönelik faaliyetlerinde paylaşımlarda bulunamazlar. Bütün bu konularda Müslümanların önderleri, liderleri gerektiğinde üst konumda konuşabilirler, tartışabilirler.
Bütün kara propagandalar Müslümanların İslam düşmanlarıyla dostluklarından kaynaklanır. Müslümanlar bu konularda kendilerine sınır getirirse, propaganda edilen konuları Müslümanların liderlerine götürürlerse, propagandalardan doğacak etkileşimler azalarak sıfırlanır. Uhud savaşı sırasında Müslümanların sınırsız dostlukları Müslümanlara büyük ders vermişi. Dostluklar sayesinde Müslümanların arasında kara propagandalar Müslümanlar arasında yayılmış. Müslümanlardan toplanan bilgiler Mekke’ye uçurulmuştur. Gelen ayetler bunları Müslümanlara açıklarken, peygamberin de topladığı bilgiler de hiç iç açıcı değildir. Allah ayetlerini göndererek, karışan olayları, ilişkileri analiz ederek netleştirdi. Ey inananlar dostlarınız; Allah, resul ve müminlerdir. Bu hüküm önemlidir. Bu hüküm devlet olmayı düşleyen Müslümanlar için önemlidir.
Bugün Müslümanların birbirine dostluğu tartışılır durumdadır. İlişkilerde Müslümanların birbirine güveni yerine, birbirine güvensizliği egemendir. Müslümanlar dostluk, dostlarıyla nelerin paylaşılıp, nelerin paylaşılamayacağı konularında yeterince bilinçli değillerdir. Hele Müslümanlar farklı tarikatlara, mezheplere, cemaatlere, bakış açılarına sahipse, Müslüman kardeşleriyle ilgili her türlü konuyu, her yerde konuşmayı, ifşa etmeyi maharet saymaktadırlar. Böylece Müslümanlar aralarındaki ayrılıkları adım adım kapatacaklarına, gittikçe artırmanın peşindedirler. Görünen o ki, henüz Müslümanların aklına, kalbine Allah’ın ayetleri inmemiştir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.