- 548 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
SILA NE YANA DÜŞER Kİ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
MEHMET EMİN BEYHAN ‘A
FETHİYE-2014
Nutkum tutuldu… Bir babayiğit çıksa, ağzımın sağ tarafına bir yumruk atsa ve dört numaralı ( Dört numaralı olduğunu dişçimden öğrendim.) dişimi yerinden çıkarsa. Kaç gündür böyleyim. Evde, adını dahi bilmediğim onlarca hap, iğine.
Hap neyse de iğne yaptırırken, hanımın altına yatmak ölümden beter. Hayır, ne vakit iğne yapacak olsa “Yazın beni annemin yanına gönderecek mi? “ diyor. Verdiğim cevaba ben bile inanmıyorum… Bir hapa, bir iğneye sarılıyorum. Hanım çaresiz, hanım yılgın;
”Mahsus gitmiyor doktora de mi, korkuyon… Hoş, dişinin ağrıması işine de geliyor. Neymiş efendim, diş ağrısının en etkili ilacı rakıymış. Sen, iç rakıyı iç rakıyı sonra da kafa mı patlat. Hayır dişi ağrıyan bir adam bu kadar nasıl konuşur mu ya? “
Kafamı hafifçe öne eğiyorum. Küçük Emrah modundayım. Hanımsa, kalaşinkof modunda. Artık eminim. Saçlarımı beyazlatıp, döken, dişimi çürüten kesinlikle bu kadın…
“Ömrümü yidin kadın. Dişlerim senin yüzünden döküldü ülen!” Diyecek oluyorum. Tırsıyorum, ağrıyan yer dişim, beynimde bir şey yok.
“Hanım, canım, ben rakıyı diş ağrım yüzünden şey ettiydim,” diyorum.
Hanım konuşmaya başlamadan, ben mutfağa sıvışıyorum. Rakıyı kızların sakladığı yerden itinayla çıkarıyorum…
Ee, ne buyurmuş değerli büyüklerimiz?
“Niyet önemli.” Benim niyetim gayet temiz. Öyleyse içmeye devam…
Karısını sevdiği halde;“Ben, karımla ettiğim kavgayı kazandım .”diyen adamın anlını karışlarım…
Hanım, inatla telefona sarılıyor. Diş hastanesinden randevu alacak. Bu kadın, kesin benim düşmanım ya.
Doktor adı soruyorlar, “Bilmiyoruz,” diyor hanım. İsimleri sayıyorlar. Hanım, doktorların hepsini tanıyormuş, hepsiyle kankaymış edasında. Telefonda kendine söylenen isimleri ,yüksek sesle tekrar ediyor. Mehmet Emin BEYHAN adını duyuyorum. Tamam, işareti yapıyorum. Hanım randevu talebimizi onaylıyor. Telefonu kapatıyor.
“Tanıyormuşsun bu doktoru? “ diyor.
”Yok tanımıyorum” .
“Peki, neden onu istedin?”
Ben, birden bire, öğreten adam moduna geçiyorum.
“Bak,” diyorum
“Sana birkaç isim sayayım.”
Hanım, “Ne yumurtlayacak bu gene,” der gibi bakıyor,
“Say bakalım.” Diyor
Sayıyorum.
“Mustafa Kemal Atatürk, Necip Fazıl Kısakürek, Yahya Kemal Beyatlı, Nazım Hikmet Ran,”
Ben, dizel araba misali açılmışım,. kim tutar gari beni…
Hanım, tutar…
“Sus,” diyor.
“Bu saydıklarınla dişçinin ne alakası var?”
“Eee, bunların hepsi üç isimli. Zaten ben neden tanınmadım? İki isimli olduğum için .”
Hanım, mutfağa dar atıyor kendini...
Gurbet mi burası? Sıla ne yöne düşer ki?
Saat on iki de Fethiye arabasında olmak zorundayım. Randevum iki de… Okul çıkışı gitsem… Gidiyormuş gibi yapsam da arabayı kaçırsam…
Ee, evde hanım…
İki de hastanedeyim. İsmim panoda yazıyor. Kaçma şansım hala var.
İçeri giriyorum. Gülerek bakan iki çift göz... Doktor ve hemşire, güler yüzle bakıyorlar gözlerime. Hadi canım olacak iş mi? Kesin yanlış geldim ben…
Hasta koltuğuna oturmadan doktorum soruyor.
“Kalp, karaciğer, hastalıkların var mı?”
“Var,” diyorum.
“Yirmi sekiz kasımda kalp krizi geçirdim.”
“O zaman, kardiyologdan müdahale edilebilir raporu getirmen gerekiyor.”
Yırttım ulen! Şimdi kardiyologa git. Saatlerce sıra bekle. Nasılsa, bin dereden su getirirler… Kurtuldun len dişim!
Benim krizimde, ilk müdahale eden doktor tanıyor beni, raporu imzalıyor. Saat beşe geliyor. Ben yinede dişçiye dönüyorum.
Nasılsa ,
“Bu gün git yarın gel,” diyecek.
Koltuğa oturuyorum. Ağzımı açıyorum…
“Hocam, çok görünür yerde, bu dişi kurtarmaya çalışalım.” Diyor.
Yok, çanım, yanlış yerdeyim
E, saat beşi de geçti…
Yaklaşık yarım saatte, dişimi uyuşturuyor. Ve işin garibi hala gülümseyerek bakıyor bana.
“Çok uzaktan gelmişin hocam, seni göndermek olmaz. Çocukların boş kalmasın. Kim bilir, bir gün senin çocuklarından biri de doktor olur o da bizim dişlerimizi yapar,” diyor…
Aklımda fena fikirler, bu doktor kesinlikle benim sağlam dişimi çekecek, organ mafyasına satacak. Bir doktor, hastasıyla bu şekilde ilgilenir mi?
Altı bucuk gibi çıkıyorum hastaneden. Aman Allahım! Dudaklarım yerinde yok. Dudaklarımı alıp, zengin bir Amerikalıya takacaklar. Anlamıştım zaten.
Bir dahaki randevum bir hafta sonra…
Bu sefer hanının, çemkirmesine fırsat vermiyorum. Kendiliğimden gidiyorum hastaneye. Adım birinci sırada. Eskisi gibi olmasa da korkum baki…
Şair kısmı ne götürür değer verdiğine? Kitap…
Ben de iki kitabımı götürüyorum doktoruma. İçine ,
“Demek gülebilen ve uzaktan gelen hastasını geri çevirmemek için çok uzun süre çabalayan doktorlar da varmış. Artık korkmuyorum doktorlardan.” Yazıyorum. Doktorumun gözünde ki mutluluğu görüyorum.
“Hocam,” diyor doktor.
“Hazır gelmişken, diğer dişlerini de yapalım…”
Başımla evet işareti yapıyorum.
“Seksen lira bir para yatırman gerekli, “diyor.
Vezneye gidiyorum. Doktorum ardımdan geliyor. Ben, ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Doktorum, önüme geçiyor. Ben içimden,
“Hastasının sırasını gasp eden doktor da varmış, demek ki .“diye geçiriyorum.
Veznedeki kadın, doktoruma, hastanın adını soruyor.
“ Göksel Kara,” diyor doktorum.
Ne oluyor yahu, ne oluyor!
“Olmaz!” diye atılıyorum…
“Olur,” diyor doktorumum.
“Olur hocam. Bu da bizim eğitime bir katkımız olsun.”
Gözüm kararıyor. Fethiye’nin semalarında dönenen ne kadar kara bulut varsa, hepsi yüreğime doluşuyor. Ne yapacağını bilmemenin şaşkınlığıyla döneniyorum ortalık yerde. Neden sonra, ev sahibini aramak geliyor aklıma… Araba ev sahibinde… Ben, hastanenin karşısında bir saat kadar ev sahibini bekliyorum. İnsanların yüzüme garip garip bakmasından, kendi kendime mırıldandığımı anlıyorum…
“Demek ki,” diyorum.
“Demek ki ölmemiş insanlık.”
“Demek ki umut tükenmemiş.”
“Demek ki hala adam gibi adamlar varmış… “
Demek ki aydınlığa baktığında aydınlığı, karanlığa baktığın da karanlığı görürmüşüz. Bundan böyle hep aydınlığa her daim aydınlığa bakmalı… Söz, köz oluyor da yakıyor yüreğimi. Söz, su oluyor da akıyor Ak denize. Söz yıldırım oluyor, başıma düşüyor. Gözümden dökülenleri siliyorum gömleğimin koluyla…
Sabah…
Aydınlık...
Aydınlığıma gidiyorum. Okulum, arkadaşlarım… Bir gün önce yaşadıklarımı anlatıyorum. Meslektaşlarıma, arkadaşlarıma, dostlarıma… Dişim düzel di ya, makineli tüfek gibiyim. Kurşun yerine umut, ölüm yerine, sevgi saçacağım. Ahmet Raman öküzü, pardon matematik öğretmeni, dayanamıyor.
“Yeter len, ihtiyar, yirmi kere anlattın sus gari. “diyor.
Ben yine, küçük Emrah moduna dönüyorum.
Sonra sınıfa giriyorum.
Aydınlık da umut da gurur da onur da burda.
Fadime Zehra, en sevdi haliyle yanaşıyor yanıma. Sabah yüzünü yıkamamış. Dudağının üzerinde kurumuş sümük parçaları.
“Dondurma alam mı ?” diye soruyor.
“Yok, alma.” diyorum.
Fatma Zehra’nın, gözünde öfke bulutları... Antalya da çığ düştü kızımın başına. Sokrana sokrana gidiyor sırasına. Teneffüs zili çalıyor…
“Hadi ,” diyorum.
“Bugünkü dondurmalar benden.”
Gözleri ışıldıyor çocuklarımın… Güneş, çocuklarımın gözünde…
“Hani, sen dondurmayı yasaklamıştın ?” diyorlar.
“Fethiye den amcanız gönderdi .” diyorum
Sınıf yıkılıyor,
“Kim! Kim! Kim ,”diye.
“Mehmet Emin BEYHAN,” diyorum. Dondurmalar ondan.
Sonra susuyorum. İçim mi acıyor ne?
GÖKSEL KARA
YURDUSEV ULUS İLKOKULU
ANTALYA
YORUMLAR
Çok güzeldi.
Kıskandım vallahi bu öğretmenliği.
Bunca yıldır hastanelere flan giderim,
bir Allah'ın kulu muayene paramı ödemedi.
Öğretmenliğin güzel taraflarından biri de bu işte.
Toplumdan saygı görmek.
Eskilerde,
benim öğrencilik yıllarımda,
öğretmene saygı, hürmet bir başkaydı.
Öğretmenden dayak yiyeceksin...
Aynı günün akşamı, on mislisini babandan yerdin, hocana saygısızlık mı yaptın diyerekten.
Çok güzeldi hikaye.
Her yönü ile.
Dondurma konusu da ilginçti.
Bize hiç dondurma ısmarlamadı öğretmenlerimiz.