SUYA YOLCULUK
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
1.
NİSAN
Dikkatim karnımın içinde. Orada kıvrılmış uyuyan kendime odaklanıyorum. Eğer yukarılara, kalbimin çevresine çıkacak olursam o acıyı duyacağım.Bunu yeni öğrendim, yani göbeğimin içine girmeyi. Gün boyunca işimde gücümdeyken, gece uyurken o karanlık derinliğe giriyorum. Yepyeni bir huzura kavuştum sanki.
Bugün nisanın biri. Okuldan ikide çıkıcağım. Pencereden gelen bahar esintisi beni cezbediyor. Öğrenciler sınav kağıtlarına gömülmüş, sınıf bir sütlaç kadar sessiz. Neden nisan bir şakası yapmadı bugün hiç kimse? Nesil değişmiş gerçekten de. Çarşıya gidip gezmek istiyorum.
Zil çaldı, apar topar topluyorum kağıtları. Iki öğrenci, son saniyelerin kopyasını yakalamış, soluk soluğa kaydediyorlar. Alıyorum ellerinden kağıtları, düşmanca bakıyorlar bana, hiç tereddütsüz, son yazdıklarınızı sileceğim, diyorum. Birazdan dışarı çıkıp papatyaların kokusuyla başbaşa olacağım için öfkem geçiyor çabucak. Ama numaradan ciddiyetimi koruyorum. Kızarmış yanaklar, savrulmuş genç saçlarla süzüyorlar beni, gerçekten de kopya sayacak mıyım diye. Manalı bakışlarla çıkıyorum sınıftan.
Okulun önünden geçen çarşı minübüsüne biniyorum. Cam kenarına oturup, nisanı izlemeye koyuluyorum. Uzun bir yolculuk olsa bu. Akıp gitsem bir süre sonsuza...her şeyi unutup. Ancak bir iki durak sonra iniyorum. Yürüyen merdivenlerden çıkıyorum çarşının birinci katına, burada ilk gideceğim yer kitapçı. Ama ilk birkaç mağazanın önünden geçerken içim burkuluyor. Derin bir nefes alıp göbeğime odaklanıyorum. Karnımdaki karanlığa giriyorum yine.
Ev eşyası satan mağazalar bunlar. Yepyeni, ışıltılı, çiçek örtülü... Burnuma pişmiş hamur kokuları geliyor köşedeki pastaneden. Acıkmasam da canım çekiyor. Midemle kitapçıdan sonra ilgileneceğim. Kitapçıda bir öğrencim çalışıyordu kışın, adı Tenzile. Bir süredir yoktu,gene de bakıyorum kasa bölümüne, yine yok. Onun yerine, Tenzile’ye sadece esmerliği benzeyen başka bir kız var. Tenzile olsaydı sevinirdim. Bana sevecen gözlerle bakar,saygıyla gülümserdi. Bir iki laf da ederdik.Geçen yıl, Tenzile öğrenciyken, sınıfın en arka sırasında oturururdu. Hep gülerdi o zaman da, ben görmeyeyim diye saklanırdı. Bilmezdi , öğretmen en çok arka sıraları görür.
Kitap mağazasının girişindeki indirimli kitaplarla ilgileniyorum. Üst üste konmuş dünya klasikleri. Gıcır gıcır, yepyeni baskılar. Öte tarafta yeni yazarların kitapları var. Onlar da üst üste konulmuş, onlar da indirimdeydi. Geçip kişisel gelişim reyonuna gidiyorum. Bir süredir bu reyonun önünde nefes almaya başladım. Sekiz ay önce Melis’in kitaplığından aldığım o kırmızı kapaklı kitapla
başladı asıl bu serüven. Internetten daha uygun fiyata alabileceklerime göz gezdiriyorum. İndirimde olan iki tane kitap bulunca seviniyorum. Bugünün besinini satın alıp midemle ilgilenmek üzere üst kata çıkıyorum.
Bu yaşta olup da her şeyi rahat rahat yiyemeyeceğimi biliyorum elbette. Hep yeme dedim kendime yıllarca, yeme, yeme... işe yarasa yine de derdim. Fakat karnımı seviyorum son zamanlarda. Belki ne kadar kocaman olursa o kadar korur beni. Kumpir yemeye karar veriyorum. Istediğimi spariş ediyorum. Kumpirci çok kibar ama temizlikten anladığı yok. Sağ elindeki naylon eldivenle her yere elliyor. Birazdan da benim patatesime elleyecek. Telofonla konuşuyor sürekli. Zahmet etmiyor eldiveni çıkarmaya. O telefon vıcık vıcık olmalı. Kim telefonunu yıkar ki? O zaman git, evde ye dedim kendime. Dışarda bir şeyler yemenin keyfi başka. Yemeğimi beklerken kitaplara bakıyorum. Gece onları okuyacağım anları düşlüyorum.
Karşı masada oturan yaşlıca bir adam tabağındakileri isteksizce atıştırıyor. Bir an göz göze geliyoruz. Soğuk bakışları var. Yüzünde bir ifade bulmaya çalıştım. Ama yemeğini bitirmiş bile. Kalktı ve gitti. Arkasından baktım. Çizgili takım elbisesi içinde hiçbir ifdesi olmayan bir bedeni vardı. Boş masaya baktım ,büyük oval tabakta kızarmış patatesler olduğu gibi duruyordu. Az yiyen, soğuk bakışlı, ifadesiz bir adam. O beni nasıl tarif ederdi? Bu arada adımla sesleniyor kumpirci. Bu tuhaf samimiyetin sebebi spariş kağıdına adımı yazmış olmam tabii ki. Kumpiri alıyorum. Sıcak , dolu dolu...karşı masada kimse yokken kendimi özgür hissediyorum.
Kitaplardan birini çıkarıp şöyle bir göz atıyorum. Patatesin peynirle karışımı ne hoş. Mısır tanelerini de sevdim. Bu az gelecek bana. Arkma dönünce köftecinin iştah açıcı tanıtım fotoğraflarını görüyorum. Burası birçok yiyecek içecek dükkanlarının olduğu geniş bir yer. Acaba köftede mi yesem diyorum. Ama kendimden utanıyorum. Çabucak bitti kumpir. Patatesin kabukları öyle lezzetli görünüyorki gözüme, fırın kokusu sinmiş üzerlerine, patlak patlak... evde olsam bu kabukları da yerdim. En iyisi, köşedeki pastanede tatlı yiyeyim. Arada bir tatlının zararı mı olur.
Pastanenin, içeri kısmına giriyorum. Hava güzel diye herkes dışarda oturuyordu. Sakin bir köşe buldum. Ekmek kadayıfı ısmarladım. Çaprazımda dört genç kız oturuyordu. Dondurma yiyorlardı. Şişmanlar mı diye süzdüm her birini. Bir tanesi toplucaydı. Gülüşüp duruyorlardı. Birden telefonum çaldı. Kalbim yerinden fırlayacakmış gibi. Bakıyorum telefona, mumara tanıdık değil. Alo, diyorum, okuldan, din dersi hocası. Ortak sınav yapmıştık bugün, soruları o hazırlamıştı. Ben de iki sınıfın din derslerine idareten giriyordum. Meğer sorular çok zor gelmiş öğrenclere. Sınav iptal, yeniden yapacağız. Tamam diyorum, benim için fark etmez.
O sırada çapraz masadaki kızlar da sınav muhabbeti yapmaya başladılar, biri sanki laf olsun diye , biz demokrasi sınavı olmadık daha dedi. Bu sırada benim tatlım geldi. Bir parça attım ağzıma, pişmiş şekerle, kızarmış hamurun buluşması nerdeyse aşk gibi sardı bedenimi. Abartıyorum belki ama doğru bu. Ben şekerin uyuşturucu gibi insanı kendinden geçirdiğine inananlardandım.
Ferzan Özpetek’in bir filminde, yaşlı ve şeker hastası kadın, pastalarla intihar ediyordu. Önce en güzel elbiselerini giydi, aynanın karşısına geçti, özenle makyaj yaptı. Gece mavisi elbiseye yakışan, koyu pastel renklerle boyadı gözlerini. Kirpiklerini rimmelledi. Allık sürdü, dudaklarını pembe rujla boyadı. Gençken çok güzel olduğunu anlıyoruz kadının. Allık yüzüne anlamlı bir derinlik veriyordu. Sonra aynada kendini izleyerek, makyaj masasına dizdiği irili ufaklı çeşit çeşit kurabiye ve pastaları yemeye başladı.minik yuvarlak pastaları kendinden geçercesine ağzına atıyordu. Ertesi sabah, ev halkı onu yatağında ölü buldu. Gece mavisi elbisesi üzerindeydi. Elinde bitmemiş bir pasta dilimi vardı, yatağın üstü henüz bitirmeye ömrü yetmediği diğer pasta ve kurabiyelerle doluydu. Ölmek için tatlı bir yoldu belki ama ailesi çok üzüldü. Bu ölüm sahnesi uçuverdi zihnimden. Tatlımı kendimden geçercesine bitirdim. Nisan birin tadını çıkaracağım diyorum kendi kendime. Içimdeki hüzün, acı ve buna benzer tüm duyguları bir tarafa koydum. Karnımdaki yerdeyim nefes alırken ordayım verirken de. Emniyetteyim. Yine de çevrede birinin telefonu çaldı mı kulak kesiliyorum, benimki mi diye...aldığım kitaplara tekrar göz atıyorum. Evde okuyacağım anı düşlüyorum. Yok, şimdi başka bir düş olmasın kafamda. Şu anı hisset. Beynim sürekli vıdı vıdı ediyor. Son sekiz ayda kavradığım bir şey var, şimdinin sonsuzluğu. Hayal kurmamak için uyarıyorum kendimi. Hayal kurmak en büyük hayal kırıklığı. Bir sloganım var. Düşünme, bekleme, arama. Hepsi olumsuz biliyorum. Başıma ne geldiyse düşünmekten, aramaktan ve beklemekten gelmedi mi? Şu an yine karnımın içindeyim, yukarı çıkmamaya özen gösteriyorum. Ah huzur, ne muhteşemsin sen.
Çok sevdiğim takıcıya uğruyorum. Bahar indirimi var. Yeni sezon gerçekten de çok pahalı. Kırmızı taşlı, gümüşsü zinciri olan bir kolye, aynı zincirden üstünde mavi ve pembe kelebekleri olan iki bileklik alyorum. Biri Güliz için. Bomboştu takıcı, bol bol baktım küpelere, yüzüklere, bilekliklere... sonra türbanlı ve çocuklu genç bir kadın geldi. Takılara sevgiyle baktığını fark ettim. Tezgahtar kıza, indirimin ne zamana kadar devam edeceğini sordu. Kız da belli olmadığını söyledi. Genç kadın sonra bir küpeyi denemek için aynanın karşısına geçti. Küçük çocuk, iki, en fazla üç yaşında olmalı, bilekliklere bodoslama atladı, çoğu takılar yere düştü. Ama annesinin umrunda değildi. O, küpelerin yakışıp yakışmayacağıyla ilgileniyordu. Çocuğa, hadi sen annenin yanına git diyorum. Çocuk sözümü dinliyor, annesine doğru badi badi ilerliyor.
Bugün, tek başıma nisan bir yaşıyorum. Birazdan eve gideceğim. Iki güzel kitabı okuma hevesindeyim. Alışveriş merkezini arkamda bırakıp yola çıkıyorum. Minibüs geliyor hemen. Ama hurra bir grup lise öğrencisi doluşuyor arabaya. Ben oturuyorum. Onlar gevezelik ediyorlar her zamanki gibi. Neyseki bizim lisenin öğrencileri değil. Sınavdan söz ediyorlar. Sallasak bile not veriyor hoca, dedi bir tanesi, gülüştüler. Evet, ben de kıyıdan köşeden puan vermek istersem bunu yapıyordum. Öğrenci haklı. Kelimelerin cevabı belirtmesel bile bir değeri olmalı. Diyelim ki sorunun cevabı beş puan, cevabı karşılamayan bazı kelimeleri yazdığı zaman öğrenci, en azından bir puan almalı. Beş puanda bir puan. Demek ki öğrenci tüm soruları gereksiz kelimelerle cevaplarsa, yirmi puan alır. Bu da bilgiye, eğitim- öğretime bir zarar vermez. Kalabalık içinden sıyrılıp evin önünde iniyorum.
Demir kapıdan geçip, sol taraftaki taflan ağacının altından geçeceğim. Duraklıyorum tam da burada. Taflan çiçek açmış. Kış boyunca hep onun altından geçtim durdum. Yaprakları süzgündü, ama dökülmedi hiç. Şimdi, parlak yeşil yapraklarının arasındaki beyaz minik çiçekli salkımları seyrediyorum. Çocukluğum kadar sıcacık. Sonra sağda göğü delip geçecekmiş gibi uzanan servi ağacını inceliyorum. Salonun penceresinden en çok bu serviyi seyrederdim kışın. Yağmurlu günlerde perdeleri açık tutarım her zaman. Servi, puslu göğün altında, yağmurla ıslanırken hafif hafif sallanırdı. Onun, karda kışta dimdik büyümeye devam etmesi şiir gibi bir şey. Serviye gıpta ile bakıyorum tekrar. Yakından daha da görkemli göründüğü için içimden kutluyorum onu. Bu, iki tarafı çeşitli ağaçlarla süslü dik merdivenli yoldan ağır ağır iniyorum. Ahmet Haşim, ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, demişti, Merdiven adlı şiirinde. Çıkmakla, inmek arasındaki farkı düşünüyorum. Yaşamın basamaklarına çıktıktan sonra elbette inmek de gerekiyordu. Ben ağaçlara hayranlıkla baka baka indim. Fıstık çamı, taflan, servi, söğüt...herhangi bir yolda giderken en çok ağaçlar dikkatimi çeker. Önceki yaşamımda bir ağaç mıydım acaba? Eğer ağaçsam, hangi ağaçtım? Servi olabilir miyim? Uzun boylu, vakur. Ya söğüt, salkım salkım, el pençe divan duran bir kadın. Taflan olmak daha mı hoş olurdu? Bol ve besleyici meyveleri olan birağaç, sanırım doğurgan bir kadına uygun olur en çok. Kesinlikle bir ağaçtım ben önceki yaşamımda.
Hava kararmak üzere, saate bakmıyorum ama. Artık evdeyim. Kimse yok. Karam yani oğlum bir arkadışında. Uzanıp kitaplardan birini açıyorum. Akşamın sessizliğinde kendimle başbaşayım. Düşünme, arama , bekleme...
.....
Devam edecek
YORUMLAR
Ne güzel.
Küçük bir not defterim var kırmızı renkli.
Kenarında da kalem takılacak bir bölümü mevcut.
Son zamanlarda hep yanımda taşır oldum onu.
Tabi ki işten başımı kaldırabildiğim ender zamanlarda.
Küçük küçük notlar alıyorum.
Bu okuduğumuz güzel yazı formunda çalışmalar yapıyorum.
Yapmasına yapıyorum da,
burada yayınlayacak cesareti bulamıyorum sözün doğrusu kendimde.
Üstelik de,
yabancı bir memlekette,
yabancı bir kültürde yaşamaktayım.
Yazarımız,
günlük yaşantısından bazı kesitleri,
gerçekten çok hoş bir dille kaleme almış.
Anlaşılır ve insanı yormayan cümlelerle,
gerçekten güzel bir akış yakalıyorsunuz ve
farkında olmadan bir çırpıda yazının nihayetine erişiyorsunuz.
Güzeldi.