- 1823 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
DİANA'NIN GÖZYAŞLARI
DİANA’NIN GÖZYAŞLARI
Büyük Menderes’in bir çok kıvrım yaptığı bu vadide kurulmuş olan Laguna yerleşim yeri büyük metropollerden değildi. Doğal bir kent olarak boz bulanık akan nehrin her iki kıyısına yapışmıştı. Bu küçük şehir büyük surlarla korunmuyordu. Büyük Maiandros Nehrinin kıvrımlarından dolayı bu şehir geniş bir araziye yayılmıştı. Köprüler olmasa mahalleler arasında ulaşım dolaşarak yapıldığından çok zaman alırdı. Nekropol tam şehrin merkezinin karşısında bulunan Çökelez Dağı’na doğru uzanan vadide bulunuyordu. Daha önceki Lagunalı zenginler ve önde gelenler kendilerini Maiandros Nehri’nin kıyısındaki dik yamaçlara oyulmuş oyuklarda ya da inlerde bulunan kaya mezarlarına gömdürüyorlardı. Laguna’da en az dört türlü mezar ve ölü gömme kültü olduğu bu kalan mezarlardan izlenebiliyordu.
Lahit türü mezarların olduğu nekropol agora ve küçük Dionysos tapınağı karşısında bulunuyordu. Tapınağın Beşparmak Dağları’na bakan tarafında ve Büyük Menderes Nehri’nin Öte yakasında bulunan ak topraklı tepelerde ise şehrin yoksul ve tarımla uğraşan halkı oturuyordu. Bunlar genellikle buğday ekerler, nehir kıyısında bahçecilik yaparlar, nefis kokulu üzüm yetiştirirlerdi. Bu üzümlerden yapılan şarapların imalet haneleri ise Dionysos tapınağının altından geçen yolun kıyısındaki sıkışık vaziyetteki imalathanelerde yapılıyordu.
Lykhas, bu küçük kentin filozofuydu. Gençliğinde Lidya, Frigya, Estrüks ve İyonya’nın bir çok kentini gezip dolaşmıştı. Oralardaki bilgin ve düşünürlerden dersler almıştı. Amfitiyatrolarda trajedileri, monolog ve diologları izleyip, büyük ustalardan öğütler almıştı. Laodikya’nın heykel atelyelerinde büyük yontucuları zevkle izlemişti. Hierapolis’te tedaviye gelen zenginleri ve onlara hizmet eden güzel köle kızları, sıcak su göletlerinde görmüştü. Haftanın dördüncü gününde olan pazarında İyonya’nın, Likya’nın, eski Frigya’dan gelen tüccarlarla konuşmuştu. Gezginlerin, uzaklardan gelen tüccarların Med ülkesinde bir şeyler olduğundan bahsediyorlardı. Asurluların, Kommeneslerin ülkelerini Medlerin işgal edip, güzel atlar ülkesi olan Kappodokya’ya yerleşmişlerdi. Bu tehlikenin yavaş yavaş Küçük Asya’nın Batısına doğru geliyordu.
Üç ay önce Küçük Tiyatro’da şehrin ileri gelenlerle akıl sahipleri orada toplanmışlardı. Lykhas’ta bu toplantıya katılmıştı. Şehrin kralı herkesin fikrini dinleyip, katiplerine not aldırıyordu. Kahinler gökyüzündeki ay ve yıldızlara bakarak; Laguna’nın geleceği hakkında bir şeyler söylüyorlardı. Savunma ve koruma amaçlı çok küçük bir birlikleri vardı. Laguna küçük bir yerleşim yeriydi. Nüfusu az olmasına rağmen geniş bir alana yerleşmiş olduğundan, şehrin etrafını surlarla çevirmek çok zordu. Komşu Mosuna, Tripolis, Hierapolis, Laodika ve Colossae gibi surlarla çevrilmesi için çok büyük paraya ve köleye ihtiyaç vardı. Dionysos tapınağından bir yaşlı rahip, bu tehlikeden korunmak için sağlam surları olan komşu şehirlere göç edilmesini teklif etti. Orada bulunanların bu teklifi daha akıllıca buldular. Bunun için bu komşu kentlere heyetler gönderip, Med tehlikesi geçinceye kadar kaç aileyi alabileceklerini öğrenmelerini kararlaştırdılar.
Bu toplantıdan üç ay sonra dolunayın gökyüzünde gümüş bir tepsi gibi parladığı bir gecede Likhas, ak topraklı tepe üzerindeki yoksul evinin önüne oturmuş, aşağıdaki selvi, ceviz, ayva, çınar ağaçlarının arasında bir yılan gibi kıvrılarak akan Büyük Maiandros’un sesini dinliyordu. Şehirde müthiş bir sessizlik vardı. Yan komşuları keçi çobanı Pylades ve aileside evlerinin önünde oturuyorlardı. Bir ara Pylades, kızı Diana’dan flütünü getirmesini istedi. Annesi Myrrha ile Diana, asmaların altına otururken, çok içli bir ezgiyi gayet yavaşça dolunayın ışıklarına kattılar. Myrrha’nın yanık sesi Maiandros’un şırıltısına karıştı. Bu ezgiler Likhas’a, geçen sene ölmüş olan vefalı hanımı Arethusa’yı hatırlatmıştı. Komşusunun kızı Diana, güzel hanımının gençliğine benziyordu. Nekropol tarafında oturan demirci Eumolpos’un oğlu Niobe’ye Diana’nın ilgi duyduğunu biliyordu. Onları bir kaç kez İç Yaka’da buluştuklarını görmüştü.
Niobe neredeyse her gün bu yoksullar semtinin yollarını arşınlıyordu. Keçi çobanı Pylades, Çökelez Dağları’na doğru keçilerini otlatmaya gidince, Mirrha ile kızı Diana’da Killik tarafındaki bağlarına giderlerdi. Oradaki bahçelerinde yetiştirdikleri kavun karpuzu eve getirirlerdi. Komşuları Kyknos Amca, onların yetiştirdiği ürünleri götürüp Agora’daki yerinde satardı. Üç beş kuruş kârdan payını alırdı. Hele Maiandros kıyısındaki bahçelerinde sebze ve meyveleri nefis ve mis kokulu oluyordu. Niobe Öte Yaka’daki bahçelerinde çalışan Diana ile bir konuşma imkânı ararken, bu arzusuna ulaştı. Annesi çınar ağacının altında yemek hazırlarken köşedeki karadut ağacının altında Niobe ile Diana konuşuyorlardı. Niobe anlatıyor, Diana dinliyordu. Kalın kaşları altındaki iri gözleri ay ışığında bir başka parlayan güzel Diana’nın yüreği pır pır atıyordu. Onun da Niobe’ye gönlü vardı.
Laguna adeta dört ayrı mahalleye ayrılmış durumdaydı. Nekropol’e yakın olan mahalle daha ziyade orta gelirlilerin ve küçük memurların mahallesiydi. Bir ara Diana, Niobe’nin mahallesine giderek yaşını başını almış demircinin dükkânını uzaktan izlemişti. Kyknos usta, alnından terlerini silerek çıraklarına emirler veriyordu. Uzaktan sert bir insana benziyordu. Kesinlikle Niobe, Dianaların mahallesine gelip yerleşmezdi. Temiz giyinen Niobe, düzenli spor yapıp, tiyatroda çalıştığı için geleceği güven vericiydi. Belki ileride kralın yakınlarından veya şehir yüksek idarecilerinden olabilirdi. Böyle birinin eşi olmak Diana’yı derin derin düşündürüyordu.
Diana flütünü çaldıkça Myrrha güzel ve içli ezgileri seslendirdikçe; Lykhas, Laguna’yı yerle bir edecek Med tehlikesini ufuktan yaklaşmakta olduğunu hissediyordu. Bu güzel ezgilerin tadını buruk bir şekilde alıyordu. Bir çok masum çocuk, genç, bayan, yaşlı ve askerler adına üzülüyordu. Surları olmayan bu şehir bu tür tehlikeye açıktı. Gökyüzündeki dolunay, Lykhas’ın önsezisinden çok etkilenmiş ve üzülmüştü. Ağırlaşan elemli duygularından dolayı Çökelez Dağları’nın ardına doğru çekilerek gözden uzaklaşıyordu. Keçi Çobanı Plades’in gözkapaklarına değirmentaşı asılmış gibi oldu. Asmaların altındaki seki üzerindeki mindere uzandı. Yavaştan yavaştan horlama sesleri geldikçe Myrrha, artık şarkı söylemeyi kesti. “Uyumaya gidiyorum!” diyerek evin içerisine girdi. Diana’da Niobe’nin sevdiği bir şarkıyı hafiften flütle seslendirdi. Çökelez’in zirvesinin ardına doğru inmekte olan dolunay, bir damla gözyaşı dökerek; Diana’nın kavuşması için dua ederek, gökyüzünden ayrıldı. Likhas’ta dolunayın bu gözyaşını gördü ve o da hüzünlendi. Yaşlı kalbi hicran derdine artık dayanamıyordu. Evinin penceresi önüne serdiği mindere kıvrıldı. Mutlu bir rüyâ alemine dalıp gitti.
Kuşluk vaktine doğru, komşusu Plades’in kalın sesi ile uyandı. Güneşte son gölgeleri eritip, onun üzerine doğru geliyordu. Elinde bir kase ile Plades;
“Size taze keçi sütü getirdim!” diye gülümseyen gözlerle ona doğru geliyordu. Ardından da Diana, bahçelerinde yetiştirdikleri sebze ve meyvelerle dolu bir sepet getiriyordu. Hem de gülerek;
“Lykhas amca, gülleriniz açtı mı?” diye soruyordu.
Lykhas’ın hanımı gülleri çok severdi. Hanımıyla birlikte evlerinin önündeki küçük bahçelerinde güller yetiştirmişlerdi. Lykhas, İyonya’dan, Likya’dan, hatta Sparta’dan bile gül fidanları getirerek; hanımının evlat sevgisini bu şekilde tamamlamaya çalışmıştı. Hassas kadın, her güle bir genç kız ve delikanlı ismi veriyordu. Hele bahar başlangıçında çok uzak yerlerden gelen bülbüller, Maiandros’un semfonisine; bu güllerle ilgili şarkılarıyla eşlik ediyorlardı. Bazı yaz gecelerinde komşuları Myrrha gelirdi ve Likhas’ın hanımı lir çaldıkça ona hisli şarkılar söylerdi. Likhas, dün gece böyle bir anı içindeki buruk bir acı ile yaşamıştı. Onun mahmurluğu ile gözlerini oğuştururken, Diana;
“Sizin güllerinizi çok beğeniyorum. Özellikle şu pembe gülü” dedi.
Likhas, ayağa kalktı. Köşedeki büyük küpte bulunan sudan bir tas alarak yüzünü yıkadı. Beyaz bir el beziyle yüzünü kuruladı. Diana pembe gülün yanındaydı. Onun yanına yorgun adımlarla yürüyordu. Gözünün önünde gönlündeki eşinin hayali vardı. Titreyen parmaklarıyla gülün yapraklarını okşadı. Lidya’nın bu güzel kızının yanına yaklaştı. Yaklaşan Med tehlikesinden habersiz olan Diana’nın güzel gözlerine baktı. İçi burkuldu. Sıkıntısının bu şirin kıza geçmemesi için, onun sevdiği gülü işaret ederek:
“Çok mu sevdin bu gülü?” diye sordu.
Diana başını sallayarak:
“Evet!” dedi gözlerinin içi gülerek.
Bu gülün fidanın Sparta’da yaşlı bir kadından alırken; satıcı, ona:
“Efendi, sakın ola, bu fidanın goncası açarsa, dalından koparmayınız!”
“Neden?” diye soran Likhas’a, yaşlı satıcı kadın:
“Açan gülü dalından kopardığınızda başınıza, sevdiklerinize, ya da evinize bir bela gelebilir!” der demez, satıcıdan fidanı almamak için elini çekti.
“Korkma Efendi, bu bir söylentidir. Ya olur ya da olmaz! Onu ben bilmem. Bir güzel yönü de sevdiğinizi size daha yaklaştırır ve sevginizi artırır” der demez Likhas, hiç düşünmeden gül fidanını satın aldı. Dönüşünde mütevazi evlerinin bahçesinde uygun bir yer bulup oraya dikti. Gerçekten satıcı kadının dediği gibi, eşinin ona karşı sevgisi ak köpüklü dalgalar gibi kabarmıştı. O güzel yılları gözlerinin önünden geçirdi. O güzel günlerin hatıralarıyla neşelendi. Aklından kötü şeyleri silerek gülü dalından koparıp Diana’ya verdi. O anda içinde bir boşluk hissetti. Artık ok yaydan çıkmıştı. Geriye dönüş mümkün değildi.
Aradan bir hafta geçmişti. Likhas ve komşusu keçi çobanı Plades ve ailesi büyük bir gürültü ile uyandılar. Mahallerlerinin tam karşısına düşen ve nekropolün olduğu mahalleden kaskara dumanlara, kadın, kız, çocuk, erkek bağırtıları karışıp gökyüzüne doğru yükseliyordu. Likhas, ak sakallarını gün görmüş parmaklarıyla tarayıp, komşularının yanına titreyen adımlarla yaklaşıyordu. Keçi çobanı Plades:
“Beri Yaka’da yangın var her halde” diye fısıldadı. Bu sözleri tam duyamayan Diana:
“Ne dedin baba?” diye sordu. Plades, kızın yüzüne bakarak:
Nekropol tarafında yangın var galiba!” titreyen sözüyle cümlesini tekrarladı.
Likhas ile Plades kendi aralarında yangın hakkında konuşurlarken, bahçeden dışarıya birinin yıldırım hızıyla uzaklaştığını nice sonra farkettiler. Etraflarına bakındılar. Yanlarında üzgün bir şekilde duran Myrrha’dan başka kimse yoktu. Plades paniğe kapıldı. Yaşlı Likhas ile beraber Öte Yaka köprüsüne doğru gittiler. Belki Diana, sevgilisi Niobe’nin yangın çıkan mahallesine gidip, onlara yardım etmek istemiştir diye düşündüler. Köprünün başına geldikleri zaman; büyük bir karışıklıkla karşılaştılar. Korkudan tir tir titreyen bu kalabalık köprüyü geçmek için zorluyordu. Lykhas, tanıdığı birinin kolundan kenara çekerek:
“Hayırdır? Yangın mı var?” der demez, o adam:
“Frigyalı haydutlar saldırdı. Evleri, dükkanları önce yağmaladılar, sonrada yaktılar. Kadın, kız ve gençleri esir alıp bu tarafa doğru geliyorlar. Canını seven Miryakefalon’a doğru kaçsın!” dedikten sonra Lykhas’ın yanından uzaklaştı. Plades duydukları karşısında şaşırdı ve Diana için daha çok korkmaya başladı. “Deli kız, sevdiği uğruna yangının içine koştu!” diye hayıflandı. Dakika dakika gelen kalabalık bir sel gibi çoğalıyordu. Toplumsal bir korkuya kapılmış olan kalabalık can havliyle Baklan Ovası’na doğru kaçıyorlardı. Korkudan aklı selimini yitiren bu sel yaşlı Likhas ile Plades’i de içine alıp, ovaya doğru sürüklüyordu.
Harhur Boğazı’na yakın bir yerde duraklayan Lagunalılar, oradaki küçük yerleşim yerinde üi gün kaldılar. Arkalarından Frigyalı haydutlar gelmemişti. Laguna’dan bir haber alamadılar. Gelenler arasından önde gelen bir kaç kişi ve bir rahip, toplantı yaptılar. Likhas, daha Harhur Boğazı’na gelmeden aldığı yaralardan dolayı ölmüştü. Tozlu ovadaki bir çukura gömüp, üstüne killi toprakla örttüler. Zavallı Likhas’ın bir mezarı dahi yoktu. Bir kaç kişi gidip Laguna’ya bakmak için gittiler. İki gün sonra gidenler geri geldiler. Verdikleri haberler korkunçtu. Millerce uzaktan Laguna’dan çıkan dumanlar hâlâ gökyüzüne yükseliyordu. Kalabalık ne yapacağını bilemiyordu. Büyük bir bölüme Likya’ya gitmeye karar verdi. Plades buraya geldikten beş gün sonra karısı Myrrha’yı buldu. Halikarnasos’a gitmek için karar verdiler. Laodika tarafına doğru gittiler.
Bazı Lagunalılar, iki ay sonra geri döndüler. Laguna harap olmuştu. Kayıplar çok büyüktü. Koca Laguna boşalmıştı. On kişiden dokuzu ya öldürülmüştü, ya da esir edilip yanlarında götürülmüştü. Artık onların bir çoğu esir pazarlarında satılacaktı. Bu esirlerin kimisi karın topluğuna ama nice eziyetler altında yaşayacaklardı. Likhas’ın evi ile kendi evleri yangından nasibini almamıştı ama her taraf talan edilmişti. Beri Yaka’daki mahalle hâlâ yanık kokuyordu. Plades ile karısı Myrrha dönmemek üzere Laguna’dan uzaklaşmıştı. Medlerin korkusundan korkan Lagunalılar, Frigyalı haydutların talanıyla çil yavrusu gibi dağılmıştı.
Gün geldi Çökelez Dağı’nın başını ak çarşaf gibi karlar kapladı. Gün geldi Beşparmak Dağlarından doğan güneş Çökelez’deki karları eritti. Badem çiçeklerinin altında yemyeşil çayırlarla örtüldü. Papatyalar bir deniz dalgası gibi esen yellerle başlarını sallıyordu. Gelincikler yolların kenarında yeşile karşı göz alıyordu. Böylece aradan onbeş yıl geçti. Plades’ten, Myrrha’dan kimse bir habercik alamamıştı. Likhas’ın evi artık harap bir haldeydi. Bahçesi ise viran bir vaziyet almıştı. Kimse bir çukura gömülmüş bilge Likhas’ın akibetini merak etmiyordu. Medler Kappadokya ile İkonyum taraflarına yaklaşıyorlardı. Geçen ay İkonyum’dan gelen beş aileden birisi Likyas’ın evine yerleştirildi. Pladeslerin evleri ise duruyordu. Sarmaşıklar evin her tarafını sarmıştı.
Dedekaya’daki o kocaman kayanın dibinde oturan genç kadın ile adam, çocuklarına Laguna’nın iki yakasını işaret ederek anlatıyorlardı. Niobe saçlarına düşen aklara rağmen, sesini yavaşlatarak:
“Helena, şu tarafta bizim mahallemiz vardı. Birazdan o tarafa gideceğiz. Babamın dükkanının yerini, eğer duruyorsa evimizi göstereceğim. Şu karşı tarafta da sevgili annenizin evleri vardı. İsterseniz önce o tarafa gidelim çocuklar” dedi.
Çevrik’ten dolanarak Dianaların mahallesine gittiler. Buralarda harap bir haldeydi. Bu baskından sonra bu kadar zaman geçmesine rağmen; Laguna belini doğrultamamıştı. Diana evlerinin durumunu görünce çok üzüldü. Her nereye dokunsa eline gelen şeyler büyük bir ızdırapla dökülüyordu. Örümcekler pencereleri ipek gibi ipleriyle kat kat ağ şeklinde sarmıştılar. Evin içine korkarak girdiler. Hiç bir eşya yoktu. Duvarların sıvalarından eser kalmamıştı. Yabani hayvanlar, fareler, böcekler evin içini kendi usüllerine göre parsellemişlerdi. Bazı kış geceleri babası Plades’in oturduğu köşeyi gördü. Annesi Myrrha, şu köşeye oturup, flütünü üflerken o içli şarkılarını söylerdi. Bunları düşünürken bahçeden sesler geldi. Likhas’ın evine yerleşenlerden birisi;
“Nereden geliyorsunu? Yenisiniz her halde” dediler. Diana gözleri yaşlı bir şekilde onların yanına gitti. Birbirlerinin hikayelerini dinlediler. İkonyum tarafından gelenler de burada göçmendiler. Göçmenliğin ne olduğunu Diana ile Niobe çok iyi biliyorlardı. Buralı olduklarını söylediler. Bir ara Diana, Likhas’ın bahçesine şöyle bir göz gezdirdi. Bahçenin köşesinde tomurcuk halinde çiçeklenmiş bir gül ağaçı vardı. Hemen Diana, o gül ağacının yanına gitti. Bir kaç defa kuruma tehlikesi geçiren bu gül, Likhas’ın Sparta’dan alıp geldiği fidandı. En son hatırladığı şey Likhas’ın, Diana’ya dalından koparıp verdiği gül fidanı bu yaşlı gül ağacıydı. Diana’nın yanına gelen İkonyumlu genç kadın, bu yaşlı gül ağacını nasıl bakıp canlandırdığını anlattı. Sevgi ile onu tekrar dirilttiğini söyledi. Diana güzel gözlerini bu genç kadına sevgiyle dikerek:
“Sakın ha! Bu güller açtığı zaman dalından koparmayın” deyip, gülün yapraklarını okşadı. Güneş de yavaş yavaş başlarının üzerlerine geliyordu. Daha sonra Diana, Niobe, Helene ve Pydas, Beri Yaka’ya doğru girmek için Arıbölen’i geçip Çevrik’e geldiler. Diana tekrar eski evlerinin olduğu tarafa baktı ve sanki elinde gül varmış gibi kokladı.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 20.05.2014