SEKERAT - Bossola(PUSULA) (3.Bölüm)
BÖLÜM III / PUSULA
Çöp konteynırını kamyonun kaldıracına bağlamak üzere gelen iki belediye görevlisi konteynırı sürükledikleri sırada içinde mırıldanan biri olduğunu fark ettiler. Sonraki saniye bu mırıltı çığlığa dönüştü. “İmdat!” soluksuz ve uzun bir feryat.
Yarı baygın halde sedyede taşındığını fark etti. İleride bekleyen iri cüsseli güvenlik görevlilerine takıldı gözü. Dev birer canavar gibiydiler. Garip bir şekilde yüzleri tanıdık geliyordu. Yavaş yavaş olan biteni hatırlamaya başladı. En son karanlık bir yerde adımını ileri attıktan sonra senelerce derin, karanlık bir boşluğa düştüğünü hatırlıyordu. “Sanki hiç bitmeyecekmiş gibiydi.” Düşüş bittikten sonra kendine geldiği yer bir çöp konteynırıydı. Çığlığından sonra iki çöpçü orda olduğunu fark edip hemen 112’yi aramışlardı. Sedyedeyken birden doğruldu.
“PUSULA! Pusulayı bulmalıyım.” Haykırdı. Bütün hastane bahçesi dönüp ona baktı. Hemen sedyeden indi. Sağlık ekibinin uyarısına rağmen koşmaya başladı. Kapıda bekleyen hastane görevlileri bir şey yapamadan bakakaldılar. O konteynıra nasıl girdiği hakkında en ufak bilgisi yoktu. Koştu.
“Eve gitmeliyim. Zarf…”
Eve geldiğinde kapının önünde siyah bir kedi gördü. Gözlerini kaçırmadan ona bakıyordu. “Pisttt!” Kedi reflekslerini kaybetmiş gibi öylece duruyor içten içe hırlıyordu. Cebinden anahtarı çıkartıp kapıyı açmak istediği sırada kedi hızlıca paspastan fırladı. Eve girip girmemek konusunda tereddüt içindeydi. Korkuyordu. Ama o zarfa ulaşması gerekiyordu. Bir ipucu olabilirdi. Saatler önce konuştuğu adam yalan söylüyor gibi durmuyordu. Nefesini düzenledi, anahtarı sokup kilidi çevirdi. Önce kapıyı hızla itledi. Birkaç saniye sonra içeri girdi. Etrafa bakındıktan sonra kapıyı kapadı. Zarfın olduğu sehpaya yöneldi. Zarf yerindeydi. Bütün bu olanları bir kez daha gözünden geçirdikten sonra zarfı açtı…
“Hayır. Bu olamaz. Mümkün değil.”
Zarfın içinden çıkan şey eski, kahverengiye kaçan bir renkte tek bir sayfaydı. Sayfanın ortası yırtılmış ve lekeler vardı. İlginç olan ise bu sayfayı bundan 12 sene önce dedesinin kitaplığında görmüş olmasıydı. Kitaplığın en üstünde deri bir kılıfın içinde duran bu sayfayı eline alıp baktığında dedesi normal bir tepkiden çok daha fazlasını gösterip kızmıştı. Elinde alıp kendi odasında bir yerlere saklamıştı. O zamanlar çok ilgisini çekmiş olsa da aradan geçen uzun yıllar bunu unutturmuş, hevesini kırmıştı. Daha sonrasında da inançsız bir insan olarak hayatını sürdürmüştü. Bu eski sayfada İbrani dilinde bazı yazılar ve yanı sıra görmeye hiç uzak olmadığı dört harf vardı.
س-ك-ر-ت - SEKERAT
Artık şaşırmak yorucu olmaya başlamış bunun yerini giderek artan korku almıştı. Ne olacağını kestiremiyordu. Bunun nereye varacağı hakkında hiçbir şey bilmiyor mantık yürütemiyordu. Dedesi on sene önce vefat etmiş, o günden sonra bütün evi içindeki eşyalar da dahil satılmıştı. Antika tepsiler, vazolar, koltuklar, dolaplar, kitaplığı… her şeyi satılmıştı. Fakat şimdi tek bir kağıt parçası gelip onu buluyordu. “Hayır bütün bunlar tesadüf olamaz.” Diye düşündü. Kağıtta yazan dört harf ve hiçbir kısmını anlayamadığı İbranice yazılar. Kağıdın arkasında ise sayfa boyunca beliren dokuz karelik bir tılsım vardı. Dışında yazıları olan fakat karelerin içlerinin boş olduğu bir tılsım.
Olduğu yere çöktü. Başını ellerinin arasına koyup saçlarını çekiştirdi. O sırada mutfağın girişi önünde nokta nokta beliren kanları gördü. Gittikçe çoğalan koyu kırmızı kanlar...
1983 Bursa/İnegöl - Gülbahçe Köyü
"Lütfen beni bırakın, yalvarırım! Çocuğuma acıyın."
Diğer evlere nazaran köyün daha ilerisinde, "Adlılar" mağarasına yakın tek göz oda evin bahçesinden gelen bu feryatlar gökyüzüne yayılıyordu. Bu evde köylülerden dışlanmış bir kadın yaşıyordu. Yetmiş yaşını devirmesine rağmen hala güçlü ve sağlıklıydı. Diğerleri gibi köy merkezinde yaşarken evinden gelen pis kokular, bahçesinde olur olmaz ortaya çıkan hayvan cesetleri ve onlarca kez adının büyülerle anılması nedeniyle köy halkı tarafından kovulmuştu. Oğlunun henüz küçükken cinler tarafından kaçırıldığını idda ediyordu. Köylüler ise aslında bir kocası bile olmadığını biliyorlardı.
İnek kanıyla çizilmiş yuvarlağın içinde yatan hamile kadın hareket edemiyor sadece çığlık atabiliyordu. Elinde bıçakla üzerine doğru gelen yaşlı kadın çemberin içine girmeden durdu. Bir şeyler mırıldanmaya başladı. Eğilerek bıçağı yere koydu. Sağındaki kütüğün üzerinden içi tuz dolu siyah poşeti alıp elini içine soktu. Bir avuç tuzu kanların üzerine taşırmadan çember boyunca gezdirdi. Bunu yaparken mırıldanmaya devam ediyordu. Hamile kadın korkunç bir ayinin tam ortasındaydı. Fakat çaresizce. Artık çığlık bile atamıyor sadece gözlerinden yaş akıtıyordu. Yaşlı kadın tuz işini bitirdikten sonra küçük baltayı eline alıp yan tarafta bağlamış olduğu horozun önce ipini ardından başını kopardı. Fışkıran kanları yerde yatan hamile kadının vücudunda gezdirdi. Bembeyaz elbisesi artık kızıla kaçıyordu. Horozun cansız bedenini bir kenara fırlattıktan sonra şalvarının lastiğine sıkıştırdığı deri kılıfı çıkarıp açtı. içinde sarı renkte bir sayfa vardı. İbranice yazılar ve sayfanın arkasında kenarları yazılı, içi boş dokuz kareli tılsım vardı. Bir eliyle kağıdı tutup eğildi. Üzerine kanlar sıçramış taşı alıp hamile kadının kafasına sertçe vurdu. Kadın artık bayılmış, hareketsizdi. Dudakalrını kıpırdatarak kendi duyabileceği yükseklikte bir sesle kağıdın ön yüzünü odu. Ardından dokuz kareli tılsım yukarı bakaçak şekilde hamile kadının karnına doydu. Mırıldanmaya devam etti. Etrafta değişik bir uğultu oluşmaya başlamıiştı. Sanki bir şeyler uçuşuyor gibiydi. Bıçağı iki eliyle sıkıca tuttu. Sayfanın tam ortasından kadının karnına doğru bastırdı. Bastırmasıyla birlikte dışarı çıkan kanlar simsiyahtı. Uğultu kesilmişti. Yaşlı kadın bıçağı kaldırdı. Kağıdı hemen kılıfa geri koydu. Karnından toprağa kanlar süzülen kadının yanında dizleri üzerine çöktü. Bıçağı sıkıca kavrayıp yukarı doğru baktı.
"Bu bebek senindir, bana çocuğumu geri ver!" dedikten sonra hamile kadının gözleri birden açıldı. Kaskatı kesilmişti. Gözbebekleri bütün gözünü kaplamıştı. Yaşlı kadın bıçağı karnına sokarak kesmeye başladı. Her tarafı kan olmuştu. Karın biraz daha açıldıkça gülümsemesi de artıyordu. Sonunda bebeğe ulaşmıştı.. Son hamleyle kordonu da kesti. Bebeği bacağından tutup kafasını yerde sürüyerek kazmış olduğu küçük mezara götürdü. Enerjisi gittikçe azalıyordu. Bebeği mezarın yanına bıraktı. Az evvel öldürdüğü kadının yanına giderek kanlı elbisesinden bir parça kesti. Bebeği annesine ait o bezle gömdükten sonra artık Şeytana olan vaadini tamamlayacaktı. Ufak bir kapa kadının göbeğinden çıkan kandan biraz aldı. Bez ve kanla birlikte bebeğin yanına geri dönüp yere çöktü. Hırkasından ucu sivri bir hayvan kemiği çıkartıp kana batırdı. Ardından bebeğin alnına س-ك-ر-ت harflerini çizdi. Ardından kazdığı yere doğru ittirdi. Üzerine kestiği elbisenin parçasını attıktan sonra ayağa kalkıp küreği aldı. Diğer cebinden kumaş mendille kat kat sarılmış pusula çıkardı. Mezarın içine attı. İlk toprağı bebeğin üzerine atacağı sırada bir patlama sesi duydu. Ağzı açık kalmış, göğsünden etrafa etler saçılmıştı. Başını aşağı indirip göğsüne baktı. İleri baktı. Ve yüzüstü toprağa, bebek için kazdığı mezarın hemen yanına düştü. Arkasında ise tüfeğin namlusundan çıkan dumanlarla birlikte soluk soluğa kalmış bir adam vardı.
Adam bebeği ve pusulayı alıp hemen oradan uzaklaştı...
"...Çünkü insanlara sihri ve Babil’de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek, herkese: Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız, demeden hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekden, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allah’ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların (ona inanıp para verenlerin) ahiretten nasibi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!"
Bakara Suresi / 102. Ayet
devam edecek...
BAHATTİN BERKDİNÇ