- 464 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Kuyu: 1
"Hey Derya, dur yoruldum! "
"Ben yorulmadım ya da yorgunluğumu hissetmiyorum, bak hala
kaçıyorum."
"Ah seni bir yakalayayım, hiç bırakmayacağım."
Derya bu isteği duymadı ya da içindeki diğer taraf duymak
istemedi, koştukça koştu, sanki çok değerli bir dostundan
sınırları çizilmiş oyun alanında, kaçmıyordu. Ayaklarının
yerde bıraktığı iz; O’nun bir yaratıktan ya da kötü
elbisesini üzerine geçirmiş bir geçmişten kaçtığını
gösteriyordu. Derya tık nefes kaldı ve Selin ardında mı diye
hiç bakmadı. Önüne aniden bir kuyu çıktı ya da
zaten vardı da çıkmayı bekliyordu. O, bu kuyunun
önüne nasıl çıktığını düşünmek fırsatı bulamadı ya da
düşünmesini engelleyen faktörler vardı. Onun
düşünceleri
arkasından koşan dostundaydı. Derya durdu ve ardına baktı
ancak
görmek istediği görüş mesafesinde dostunu bulamadı... Ama
sanki üzerine kaypaklığa bürünmüş bir bağlayıcılık
rüzgarının, kahkaha kusan boğuk boğuk uğultuları geliyordu.
İstemsizce titredi ve bakmaya karar verdi. Kuyu,
bilinen gerçeklere dayanan gözün görebildiği bir şekilde
basitti ancak oluşmasını sağlayan toprağın
üzerine bakan tuğlalarında gravürler vardı. Derya, gravürlere
dikkat etmedi ve bir anda içinde umut kıvılcımları doğdu ya da
bunu düşünmesi için peynir gemilerinin pembe kanatlı
olanları ruhuna demir attı ve bilinmeyen(aslında bildiği)
bir olgunun, hiç düşünmediği(aslında düşünmek için
düşünmesine izin verilmediği) bir kavramın aniden önünde
belirivermesini kağıt parçası(içinde hüznün paraflarca
barındığı anlam bütünlüğüne ket vurulmuş duyguları) gibi
buruşturup ruhunun arka sokaklarındaki umut dilencilerine
verdi.
Kuyuya yaklaştıkça gravürlerdeki
bazı imgelerin (Onun ruhunda kıyıda kalmış, ücra yerlere
düşmüş kimsesizler kulübesinde her daim oturan düşünceleri)
resme(gerçeğe) dönüşmesinin safhaları
gerçekleşiyordu. Kuyu; Deryanın yaşamındaki kendisine bağlı
ya da bağlı olmayan gelgitlerini ,geçmişinde
sarmaşıklarla örülmüş duvarlarla kaplı günlerinin maddesel
anlamda içsel acılarının dışavurumuydu. O, kendisine
bağlı olmayan bir yüzleşmeyle karşı karşıyaydı.
Kuyunun içine baktı ve dibinde Selin’in el
salladığını
gördü. Böyle bir görüntüyü Selin’i çok sevdiği için mi
gördü yoksa çok acı çektiği halde geçmişi çok sevdiği
arkadaşının kılığına mı büründü hiç düşünmedi. Boğazına
kadar gelen iç içe düğümlenmiş hüzünlerini kaç kez
nefesiyle şekillendirip örselenmiş soluklarında, içsel
buhranlarında, gözyaşlarına boğmuştu. Ruhundaki acıları kendi
kapattığı ya da kapattırdıkları sınırları çizilmiş oyun
alanında sağanak misali vuruyordu ve mazgallar dolup
taşmıştı ama sağanaklar bitmek bilmiyordu. Derya hayata ne
kadar önem verdiğini ya da hayatın ona ne kadar değer
verdiğini-çevresindeki aslında kaya olan ama kendisini bir
canlı gibi hisseden eşya formlarının kıskacında-geçmişin
tarumar ateşindeki odunların kendi zaman paranoyasında ne
kadar içsel kulübesinin yapımında kullandığını bir sinema
karesi gibi düşündü. Kareler(sinema filmlerindeki
sponsorların reklamlarının saklandığı gibi kendi yaşamının
dikte ettirilen sponsorları olan kayaların
olduğu),odunların aslında parmaklıklara dönüştüğünü ve
kulübenin de karamsarlıkla dolu içine kapanık bir hücrenin
odası haline geldiğini, ateşin de bu hücreye gelmeyi
sağlayan meşaleler olduğunu anlayamadı ya da anladığını
kendi içine dahil en yakın dostuna dahi anlatamadı...
Derya nasıl bir hayatın aymazlığında düşünce(uzanmak
istediği hayaller) kulesini dikerken merdivenlerde her
zaman düşmesini sağlayan anlayamadığı(!) duyguların gelecek
zirvesine kırık dökük anıların asasıyla dayanarak
çıkabileceği sınırlamasını bu kuyunun varlığıyla unuttu ya
da üzeri şekerli parçalarla bezenmiş içi oldukça acı bir
pastanın yüzeysel kısmını gördü. Kuyunun dışı onun yaşamının
maddesel kısmıydı içi acaba neler barındırıyordu? Ve
kuyunun içinden dış taraflarındaki
gravürlerdeki resimlerin dönüşüm geçirerek içe doğru
bürünmelerini(geçişlerini) görmedi. O, düşerken ve çok
sevdiği arkadaşına kavuşmaya hazırlanırken gravürler griye
dönmüştü.
Ailesinin, çevresindeki ahkam kesen insanların çarpık
bakışlarıyla Derya’nın hayatını devralma(karar verme)
yetkisini kendisinde bulanların, seçim hakkını elinden
alanların uğursuz ve nahoş görünümleri, içlerinde
sakladıkları hırpani hükmetme saçmalığının onun
gözlerinin önüne serilişiydi adeta, kuyunun içindeki
gravürlerdeki resimler. Her şeyi boş vermiş bir edayla
gravürlere paralel ve düz bir şekilde hiç düşünmediği ama
yine de, içindeki bazı gerçekçi ve cesaret uyandırıcı
duyguların koruyuculuğunda bu gravürleri tek tek yıktı. Bir
tarafı bunu algılayabiliyordu ama diğer tarafı bu düşünceyi
aynadan yansıyan görüntüye benzetiyordu; Aynaya bakan
gerçek, ayna zahiri, yansıyan da zahiri diye düşünüyordu. Bir
tarafı(inanan); bu düşüncenin getirisi olarak bütün içine
attıkları, kendi kapattığı karamsarlığı, onun ilerisi
buhranları, götürüsü yılları, bunalımları, kendi yaşamının gri
taraflarıyla kaplanmış yer yer siyaha meyil veren bu hayat
kuyusunun içinde huzurlu ve özgür olduğuna inanıyordu.
Dibe doğru düşmeye devam etti.
En yakın dostu olan Selin’e kavuşmak için can atıyordu. O, her şeyini ona açardı
kalemi ruhu olsa izleri de maddesel yansıması olurdu ve
yazdığı kelimeyi herkesten çok arkadaşı anlardı. Selin
kollarını açmaya devam etti. Derya’nın çapraşık ve yoğun
düşünceleri, dostunun önce ardından kaçarken nasıl olup da
kendi yaşam kuyusunda karşısına çıkabileceğini
düşünmedi, aslında bildiği ancak kavrayamadığı ya da
kavramasının engellendiği durumdu bu. O, kuyunun dibini
buldu, Selin’i görmedi ya da Ona dokunamadı, tek sevdiği
dostunu göremedi. Bir hologramdı ona kollarını açan, ardından
alalade kuyunun içinde bulunduğu alanın tam karşısında
gravürler yıkıldı ve önünde bir yol belirdi. Gravürler
yıkıldı mı ya da peynir gemileri yine limana mı yanaştı ve
pembe kanatlarına büründükleri türleri yıkıldığını mı
gösterdi?
Derya gravürlerin bulunduğu duvarlarda açılan geçitten
içeri adımlarını attı. Kuyunun gizinde saklanmış yollarda
buldu kendisini...
Ocak 2006