- 504 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SICAK
On iki yaşlarında iki kız çocuğu nefes nefese ara sokaklardan birine girdi. Kapı önlerinde kadınlar vardı. Ellerindeki işlerinden kafalarını kaldırıp meraklı bakışlarla yemenili başlarını çocuklara çevirdiler. Birbirlerine bakıp ne olduğuna ve kız çocuklarının telaşına anlam vermeye çalışırken kendilerince bu yaşlardaki kız çocuklarının sokaklara salınmasını ayıpladılar küçücük dünyalarında.
Kız çocuklarından öbürüne göre irice olan, başının iki tarafından aşağıya doğru uzanan örgülerini savurarak kadınlara yaklaştı. Bir şey soracağı her halinden belliydi. Kesik kesik nefesi konuşmasını engelliyordu. Bir süre öylece kaldı, nefesinin düzelmesini bekledi. Ufacık kalbi sanki kafesinden çıkmaya çalışan bir kuş gibi çırpınıp duruyordu. Kuşu sakinleştirmek istercesine eli göğsüne doğru gitti. O vakit tüm benliğini saran korkuyu başından atmak düşüncesiyle elini geri çekti. Arkadaşına baktı derin bir kederle.
Kaç saattir böyle koşturup duruyorlardı? Kaç sokaktan geçmişler, kaç kadının kapı önü muhabbetlerini bölmüşlerdi. Yorgunlukları diz kapaklarına acı veriyordu. İkisinin de tişörtleri terle ıslanmıştı. Bu ter söndürebileceklerini düşündükleri ateşe doğru akıyordu. Örgülü saçlı kız bu ateşte kendinin de yandığını sanıyordu.
O sene temmuz çok sıcak geçiyordu. Kaldırımlardan çıkan buhar dalgalar halinde yükseliyor; insanı adeta kızgın alevlerde pişiriyordu. Son günlerde sıcaklık nedeniyle ölenlerin haberleri dolanıyordu ortalarda. O gün de sabahtan beri okunan salaların hattı hesabı yoktu. Özellikle yaşlılar dayanamıyorlardı. Sıcaklık 40 dereceyi bulmuştu. İki saatte bir duşlara atıyordu insanlar kendilerini. Bu bile çare değildi sıcaklarla baş etmeye. Tarlalarda ekinler, ormanlarda ağaçlar kurumuş; nehir yatakları boşalmıştı. Televizyon haberleri sürekli orman yangınlarını bildiriyor; son yılların en kurak yazı olduğuna dem vuruyordu.
Nihayet soluğu düzelen kız kadınlara bildikleri bir iğneci olup olmadığını sorabildi. Kadınlar az ilerdeki gri renkli bir demir kapıyı gösterdiler. İki çocuk nihayet aradıklarını bulmanın mutluluğuyla o yöne doğru ilerledi. Kapı kapalıydı ama kapının üst bölümünde yer alan pencere ardına kadar açıktı. Çiçek şekilleri verilerek oluşturulmuş, demirden bir kafesi andıran pencere eski bir perdeyle örtülmüştü. Perde en küçük bir esintiyi bile işaret etmiyordu. Çocuklardan aslında yaşça büyük ama daha küçük göstereni, kapının üstüne bir el şeklinde yerleştirilmiş kapı tokmağına doğru atılıp defalarca çaldı. Evden cılız bir kadın sesi, kim o, derken lastik terliklerinin sofada bıraktığı şlap şlap seslerini duydular. Ardından oldukça zayıf, kuru yüzlü, kocaman gözlüklü, yaşlıca bir kadın perdeyi kaldırıp ne istediklerini sordu. Örgülü kız bir çırpıda anneannesinin hasta olduğunu ve onun için bir iğneci aradıklarını anlatıverdi. Acele etmeliydiler, anneannesi fenalaşmıştı.
İğneci kadın üzerine eskiliği solgun renginden belli olan bir manto alıp çabucak çıkıverdi evden. Ne kadar ufacıktı bu kadın. Boyu kız çocuklarıyla hemen hemen aynıydı. Ağır aksak yürüyordu ama işin ciddiyetinin farkındalığıyla kendince bu yürüyüşüne bir ivme kazandırmıştı. Çünkü telaşlanmıştı, yetişememek onu da korkutuyordu. O, birinin soluğu kesilmeden bir soluk daha eklemeye gidiyordu.
Anneanne bir haftadır hastaydı. Örgülü saçlı kızın evine haber gelir gelmez evlerini anneannenin evine taşımışlardı. Onlar oradayken Eve doktorlar gelip gitmişti. Hiçbiri hastalığa bir ad koyamıyordu. Anneanne bu cehennem ateşine dönen temmuz sıcağında alev alev yanıyordu. Ateşi ortamın sıcaklığıyla uyumlu bir şekilde 40’ı bulmuş, altına bir türlü inmemişti. Kovalar ve leğenlerle odalara taşınan soğuk sular, ateşin düşürülmesine bir umut olmanın ötesine geçmiyordu. İlaçlar da deva değildi bu derde. Defalarca hastaneye götürülmeye çalışılmış; buna karşı demir bir kaya olup direnmişti altmışlı yaşlarının ilk demlerinde olan anneanne. Ama evde ne bu derdin nedeni çözülebiliyor ne de bu derde deva bulunabiliyordu. İşte sadece soğuk sularla ıslatılan havlulardan medet umuluyordu.
İki çocuğun onca zaman dört dönüp iğneci arandıkları sokaklardan şimdi üç kişi olarak geçiyorlardı. Kederli yorgun ve yılgın kadınlar çocuklarını azarlıyorlardı pencerelerden çıkardıkları kızgın bakışlarını göstere göstere. Çocuklar kupkuru topraklı arsalarda top oynuyor; sıcağa tozu toprağı karıştırıyorlardı. Bir Ellerinde ekmek fileleri evlerine doğru giden, öbür ellerindeki mendilleriyle alınlarını silen adamlar vardı kaldırımlar üzerinde.
Nihayet evin bulunduğu sokağa varmışlardı. Çocuklar bir iş başarmanın gururuyla yürüyorlardı. Yorgunluklarını bile unutmuşlardı. Şimdi iyi olacak anneannem, diye geçirdi içinden örgülü saçlı kız. O zaman sokağın ne kadar sessiz olduğunu fark etti. Kalabalık bir çocuk nüfusuna sahip olan bu sokakta akşamları bile dinmeyen çocuk bağırışları şimdi dinmişti. Çocuklar oradaydılar işte, bir merdiven boşluğuna doluşmuşlar sessizce, öylece duruyorlardı. Örgülü saçlı kızın gözleri o an çocukların ortasında hıçkırmakta olan kuzenine ilişti ve anladı bayram sevinçlerini, gömüldüğü sıcak bir kucağı, saçını okşayan yumuşak elleri ve burnundan asla gitmeyecek olan eşsiz kokuyu yüreğiyle yakalamaya geç kalmıştı. Geç kalmıştı, zamanı durdurmaya geç kalmıştı.
Arkadaşını ve yaşlı kadını geride bırakıp eve koşarken gözlerinden akan yaşlar örgülü kızın artık hayatının bir döneminin kapandığına tanıklık ediyor; neşeli çocukluk günleri sandıklara yerleştiriliyordu. O gün örgülü saçlı kız biraz daha büyüyecek, annesini teselli ederken biraz daha olgunlaşacaktı. Evin kapısına kadar süren yolculuğu ve sonrasında anneannesinin ölü bedeniyle yaptığı vedalaşma ruhunun küçük odalarına nakışlanırken, hayatın en kötü acısı dediği ölüm gece uykularının korkularına karışacaktı. Ama o hayatın daha nice acıya gebe olduğunu bilmiyordu.
Hava sıcak, çok sıcaktı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.