- 1560 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
SOMUT ÖLÜM / SOYUT HAYAT
Bulutların üstünde yürüyorum bir haftadır. Sandığın gibi beyaz bulutlar kaplamıyor başımın üstündeki gökyüzünü. Her bir zerresi hüznün bin bir çeşidini barındıran bulutların. Zifiri karanlık bir dünya sarmalıyor etrafımı.
Ayak bileklerime dolaşan bir yığın hikaye var mesela. Yarım bırakılmış bir dolu kelime. Bir yazar için hikayelerin yarım bırakılması, öksüz bırakılmasıyla eştir. Tamamlanmamış hikayeler, iç burkucudur, hüzünlü bir başka hikayenin başlamasına sebeptir bütün eksiklikler.
Yüzüm aynaya düşürmüyor aksini. Kullandığımız dile aşina değil dilimden dökülenler. Yazdıklarım paramparça şeyler. Sesim kırık, dökük, çatlak.
Omuzlarım yılgın, yıkık, yenik.
Kalbim kimsesiz.
Bir yerlere gitmek arzusu hiç bu kadar büyük bir iştahla şahlanmamıştı damarlarımda.
Şimdi birazdan gece olur, uyur insanlar, başlarında renkli rüyalar.
Dantelli yastıklar üstüne yatırırlar düşlerini. Yumuşak yataklara serili bedenleri, sıcak yorganlara sarılır hemen.
Gece olur.
Yalnızlaşır, gündüzleri yalnızlığı iliklerinde taşıyanlar iyice. Ayaklarını ısıtmak için buz gibi yataklarında, bin bir şekle dönüşür yorgun bedenleri bazen.
Gece olur.
Ölürüz.
…………………………………
Ölüm bir gidişse, var olmak için gideriz bence. Var olmak için dünyadaki yokluğumuzu kanıtlamak gerek çünkü.
Yaşamak yanılsaması koridorlarımda bir gulyabani gibi ayaklarını sürükleyerek dolaşırken ve dahası cadı kazanları bu dünyaya beni diriltmek için kurulmuşken oturma odama, nereye kadar ayak direyebilirdim ki? (Ki bu yenilgime bir bahane olmamalıydı oysa)
Şimdi, yaşadığım hissiyle inip kalkıyor göğsüm. Mahpusluğumun farkına bile varamıyorum aslında nefes alıp verirken.
Bir salıncaktayım. Uyuşturucu gazlar salgılayan yaprakları olan ağaçlardan oluşan bir ormanda, en mahir uyutucu dallara kurulmuş salıncaklarda sallanıyoruz bütün insan ırkı olarak. Her birimiz, bize öğütlenen, ipimize sımsıkı sarılmış bir halde, gidiyor, dönüyoruz sonra gittiğimiz seferlerden.
Oysa hepsi birer halüsinasyon. Ne gidiyoruz bir yerlere ne dönüyoruz gittiğimizi sandığımız yerlerden. Orada öylesine iplerimizden bağlıyız ağaçlarımıza. Ağaçlarımız kökleriyle toprağa bağlı. Toprak arza… Arz… Dünya… Patlamaya ayarlı bir bomba ayağımızı bastığımız dünya.
Dünya döndükçe saçlarımız ağarıyor, cildimiz parlaklığını yitiriyor, gözlerimiz ferini. Dünya döndükçe olgunlaştığımızı sanıyoruz. Ayaklarımızdaki prangalar kalınlaşıyor oysa… Topraktan ibaret olan yaşam alanımıza öyle öykünüyoruz ki, git gide toprağa dönüşüyor görüntümüz. Toprağa eviriliyoruz her defasında. Toprak/ ya da dünya/ için hiçbir farkımız yok dallarına salıncaklar kurduğumuz, baygınlık verici esanslar salgılayan, parlak yeşil yapraklı ve leziz meyveler sunan ağaçlardan.
Hepimiz ölümüne yürüyen dünyanın birer parçasıyız. Üzerinde bütün yaşamsal döngümüzü tamamladığımız dünya bile ölümlüyken, ölümsüzlükten somut bir beklenti duymamız ne korkunç aslında. Ve sonsuzluğa bu kadar hevesli bir yaratılışla yaratılmış oluşumuz neden? Belki de aslında başından beri anlatmak istediğim somut ölümün insanda ne kadar iğreti durduğunun ispatının çabasıdır belki de. Ve ölüm insana en soyut haliyle gelecektir; yeniden doğurmak için biz insanı, merhametle.