- 1109 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
SİNEMACI fikret - 50
Yıllarca , oynattığı, seyrettiği Türk filmlerinde gördüğü, özendiği, hayallerini kurduğu gerçek aşkı bulduğuna inanmış, örnek aldığı o insanlar gibi aşkına sahip çıkmaya, aşkını yaşamaya çalışmıştı. Fakat sonuç, hiç de beklediği, umduğu, hayâl ettiği gibi olmamıştı. O, sevdiğini Türkân Şoray’a, Hülya Koçyiğit’e, Filiz Akın ve onlar gibilere benzetmişti. Halbuki bunların hiç biri, sevdiğini bu kadar kolay unutmazdı. Onun yaptığı gibi, hapishaneden yazılan ’ Beni unut . ’ mektuplarına onlar hep ’ Ölünceye kadar seni bekleyeceğim. ’ şeklinde cevaplar yazmış ve bu sözlerini de asla unutmamışlar, sevdiklerini yıllarca, saçlarına aklar düşünceye , hatta elden ayaktan bile düşünceye kadar beklemişlerdi. Sonunda hükme vardı : Bu kız pek Türk filmi izlememişti, gerçek aşkın ne olduğunu öğrenmemişti herhalde.
İlk aşk, ilk ihanet, onu daha derin bunalımlara itti. Daha çok içki içmeye, daha damar plâklar dinlemeye başladı. Sinema oynatmak için gittiği köylerde, başka kızların gösterdikleri ilgiye karşılık vermek içinden gelmiyordu. Kızlara karşı güveni sarsılmıştı.
Babasının köyü olan Gebze Mollafenari ve civardaki diğer köyler Kurtköy ve civarına göre çok daha muhafazakâr idi. Bu köylerde düğünlerde çalgı çengi getirilmez, içki de pek içilmezdi. Sinemaya da aslında günâh olarak bakıldığı , baba tarafından akrabalarının da yaşadığı bu köylerde yapılan sünnet düğünlerine , eğlence olarak sinema getirilmeye başlanmıştı. Fikret de defalarca, bu köylerden çoğundaki sünnet düğünlerinde sinema oynatmaya gitmişti. Bu gidişlerden birinde, yeni bir kız daha dikkatini çekmeye başladı. Buradaki akrabaları sayesinde kızla irtibat kurmayı başardı. yeniden âşık olabilmek için kendini zorlamaya başlamıştı ki ; bu kızın bir önceki sevgilisinden bir kaç aylık hamile olduğu dedikodusu kısa zamanda bütün köyde duyuldu. Yolunu kesip, kavga etmeye kalkıştığı eski sevgilisinin iftirası sandığı bu çirkin olayın gerçek olduğu kesinleştiğinde, bir kez daha hayal kırıklığı yaşadı.
Aynı yıl dedesinin rahmetli olduğu haberini aldılar. Seksen yedi- seksen sekiz yaşlarındaki dede İsmet İnönü ile yaşıtmış. Babası bununla gurur duyardı.
Sonunda televizyonlar köylere kadar ulaşmış, çok da rağbet görmeye başlamıştı. Film şirketinin de tavsiyesi ile seyyarlık sona ermiş, her köyde, her gün sinema oynamaya başlamıştı. Bu köylere Kurtköy, Şeyhli, Yayalar ve Aydınlı dahildi sadece. Fikret de Kurtköy’ün tek sinemacısı olmuştu. Televizyon ile rekabet gerekiyordu. Bunun için darfilm, daha önce siyah beyaz olarak bastığı filmleri renkli olarak basmaya başladı. Daha pahalı olsa da önceleri siyah beyaz olan televizyonla rekabette avantaj sağlandı.
Tüm kahveler televizyon aldıktan sonra, Fikret’lerin kahvede televizyon olmaması eleştirilmeye başlandı. Tıpkı sinema makinesi gibi yine ikibinlira peşinat gerekiyordu. Toplamda da dokuzbin lira idi. Yine o kadar paraları yoktu. Muhtarın kahvenin yan tarafına yaptığı fırının kiracısı bir Karadeniz’linin verdiği borç para ile alındı televizyon. Akşam haberleri bittikten sonra televizyon kapatılıp sinema başlatılıyordu. Filmler renkli, televizyon siyah beyaz olsa da , sinema müşterilerinde azalma olmaya başlamıştı.
Tam da Hababam Sınıfı ve Kemal Sunal filmlerinin iyice tanınmaya, müşteriler tarafından çok ilgi görmeye başladığı günlerdi. En güzel işleri bu filmler yapıyordu.
Bir süre sonra televizyonlar da renkli olmaya başlayınca, Yeşilçam, bel altı vurmaya başladı ve açık saçık filmler ve yabancı karate filmleri furyası başladı. Sinemacılık artık utanılacak bir meslek olmaya başlamıştı. Fikret, bir çok sahnede eli ile objektifi kapatmaya çalışıyor fakat seyirciden tepki görüyordu. Afişler asılırken bile utanılacak hale gelmişti. Üstelik sinema oynatılan kahvenin her tarafı pencere olduğu için, o açık saçık sahneleri, yoldan geçenler bile fark ediyordu.
Nitekim, yine böyle çirkin sahnelerle dolu olan bir film oynarken, Kurtköy’e sonradan yerleşen , fazla mutaassıp ve Milliyetçi, Ülkücü geçinen Karadeniz’li bir grup genç - yaklaşık on kişi kadar -, Fikret’i dışarıya çağırdılar. Sinema bir taraftan oynarken onlar Fikret’le birlikte köyün içine, karanlık bir sokağa kadar gittiler. Etrafında bir çember oluşturduktan sonra, şef görünümündeki bir tanesi konuşmaya başladı.
’ Sen öyle ahlâksız filmleri oynatmaya utanmıyor musun ? ’ Korkmuyordu Fikret. Oradakiler isteseler tükürükle boğabilirler, ya da oyuncak gibi oynayabilirler, dövebilirlerdi onu. Yine oynattığı filmlerdeki jönlerden örnek aldığı bir sahneyi canlandırmaya başladı.
’ Bana bakın ! Eğer hak ettiğime inanıyorsanız ; beni öldürüp çukurun birine atarsınız ! Fakat, sakın ola ki, öyle bir kaç tokat atıp, dövüp, ya da yaralı olarak bırakmayın ! Topunuzun başına belâ olurum sizin ! ’ Gençler şaşırdılar. Ondan hiç de böyle bir hareket beklemiyor, korkacağını, yalvaracağını , ağlayacağını sanıyorlardı.
’ Ne biçim konuşuyorsun sen öyle ? ’ Yine aynı genç şaşkınla soruyordu. Yine aynı cesaretle konuşmaya devam etti Fikret.
’ Ne dememi bekliyordunuz ? Devletin sansüründen geçmiş film ! Yasak olan, kaçak olan bir film oynatmıyorum ki ben ! Gücünüz yeterse, gidin devletle uğraşın. ’ Biraz yumuşadı Karadeniz kabadayısı. Elini Fikret’in omzuna koyarak, daha samimî konuşmaya başladı.
’ Yahu öyledir ama biraz daha dikkat etsen, seçsen, daha kapalı olanları getirsen diyorum en azından. ’
’ Ben de utanıyorum. Gurur duymuyorum o filmlerle. Hatta, mesleğimden utanır oldum bu yüzden. Fakat geçimim bu benim. Hem milletin istediği, rağbet ettiği, seyretmeye geldiği film bunlar, hem de yapılan, çekilen filmlerin çoğu böyle artık. ’
Fikret’e tek fiske bile atmadan dağıldılar etrafından. O haliyle, hareketiyle her ne kadar gurur duysa da, yaptığı işten, mesleğinden, sinemacılıktan iyice utanır oldu o günden sonra. Bırakamazdı çünkü şimdi bir de televizyon taksitleri ve yine kahveye almak zorunda kaldıkları buz dolabının da taksitleri vardı. İşte tam da paraya böylesine ihtiyaçları olduğu günlerde, Kurtköy’ün elektrik trafosu patladı. Köyler elektrik birliğinin de başkanlığını üstlenen , kahvelerinin de sahibi olan Muhtar’ın söylediğine göre, en az bir ay sürecekti trafonun yenilenmesi.
Baba oğul kara kara düşünürken, hem televizyonun hem de buz dolabının alınmasındaki pişmanlıklarını dile getirirlerken, Kartal Kemâl imdada yetişti. Köyün dışındaki bir inşaattan aldığı götürü işi, başka bir iki arkadaş daha yanlarına alarak birlikte yapmayı teklif etti. Fikret, o yaşa kadar bedenen hiç bir iş yapmamıştı. Bu işi yapıp yapamayacağı da belli değildi ama mecburen deneyecekti. Çaresizce kabul etti. İlk günler briket, tuğla , kum taşıma gibi işleri geceleri yapmaya başladılar. Kartal Kemâl ve diğer iki genç Fikret’i ellerinden geldiğince idare ettiler. Buna rağmen elleri, avuçları su topluyor, şişiyordu. Çalışmak, para kazanmak zorunda olduğu için vazgeçmeyi düşünmüyor, inatla alışmaya çalışıyordu.
Kurtköy’e sonradan yerleşen Doğu’lu bir kalfa, kendi evinin yanı başında almıştı bu inşaat işini. Gündüzleri de çalışmaya başlayınca ailesini de tanıdı Fikret. Kendisinden daha yaşlı görünen, hafif saf bir kadındı eşi ustanın. Bir de küçük kızı vardı, on üç- on dört yaşlarında, kısa boylu, esmer, sessiz bir kızcağız. İlk zamanlar tamamen çocuk gözüyle gördüğü bu kız, günden güne gözünde büyümeye, güzelleşmeye başlamıştı. Öğle yemeklerini ve çay servisini kız getiriyordu. Günden güne bakışları birbirlerine değmeye başladı. Yaşadığı kötü tecrübelerden sonra bir yemin etmediği kalmıştı aslında yeniden âşık olmamak için ama gönlüne engel olamıyordu işte.
Yaklaşık bir ayın sonunda, Kurtköy’ün trafosu yenilenmiş, elektrikler yeniden gelmiş ve Fikret’in de inşaat ameleliği sona erip sinemacılık günleri yeniden başlamıştı. Bu defa kızın kahvelerinin bitişiğindeki muhtarın bakkalına geleceği saatleri gözlemeye başlamıştı. Genelde sabah saatlerinde ekmek almaya geliyordu. Cesarete gelip , bakkal dönüşü onunla birlikte evlerine kadar eşlik etmeye başladı. Bu eşlik etmelerde ona açıldı, sevdiğini söyledi. Kısa zamanda sevgili oldular. Henüz ondokuz yaşında üçüncü aşk denemesi olmuştu. Diğer ikisine olduğu gibi yine iyi niyetle , evlenme umuduyla başlamıştı bu ilişkiye de. Daha o günlerden , ileride evlenmeyi hayal etmeye başlamış, bunun için de ev bark sahibi olmanın hesaplarını yapmaya başlamıştı.
Bir kaç ay sonra, kızın tavırları ansızın değişiverdi. Ona görünmemeye, göründüğünde de kaçmaya başladı. Fikret, neye uğradığını şaşırmıştı. Aklına kötü şeyler gelmeye başladı. Kendisinin yeni yeni duymaya, öğrenmeye başladığı, babasıyla ilgili lâflar vardı. Babasının üvey ablalarından birine saldırdığı, o yüzden de annesiyle kavga edip, üstelik bir de dayak yiyerek köyden kovulduğu lâflarıydı bunlar. Duyduğu günlerden beri beynini tırmalıyordu. Babasıyla oturup karşılıklı hiç konuşamamışlardı. Başkalarına anlattıklarını duyuyordu sadece. O, hep iftiraya uğradığını söylüyordu. Fakat, gerçek neydi acaba ? Sapık bir babanın oğlu muydu o ? Üvey kızına saldıran bir sapık mıydı babası ? Şimdi bu kız da böyle bir şey duymuş ve onun için mi ondan kaçmaya başlamıştı ?
O kaçtıkça peşinden koştu. yetişmek, konuşmak için çırpındı durdu. Sonunda inancı aklına geldi. Oruç tutmaya karar verdi. O kız, kendisiyle tekrar konuşuncaya, yeniden araları düzelinceye kadar oruç tutacaktı. Babasına, başkalarına söylemeden, belli etmemeye çalışarak günlerce oruç tuttu. yeniden namaza başladı. İçkiyi bıraktı. Allah’ın, daha önce namazı bıraktığı için kendisini cezalandırdığına inanıp af diledi. Abdestli, namazlı, oruçlu koştu durdu peşinden kızın. Fakat, hiç bir şekilde konuşmayı başaramadı.
Bir gün İstanbul’dan film almaktan dönerken minibüs kahvelerinin önünde durduğunda bir kalabalığı fark etti. Kalabalık bir grup insan birini dövüyor, hepsi birden aynı adama acımasızca, söverek vuruyorlardı. Minibüsten indiğinde, yine kendisine de posta koyan Karadeniz’li gençler olduğunu gördü. Dövdükleri adam da, sevdiği, şimdi ondan kaçan kızın babasıydı. Hemen aralarına atılıp adama yardım etmek istedi. Bu arada adam ağzı burnu kan içinde aralarından kurtulmuş, kaçmaya başlamıştı.
’Ulan, insan öz kızına yapar mı böyle bir şeyi p.....k ? ’
’ Nesin ulan sen ? Hayvanlar bile yapmıyor böyle ! ’
’ Seni bir daha bu köyde görmeyeceğiz ! ’
’ Üstelik hamileymiş ulan kız ! ’
’ Öz kızı değildir namussuzun !
Söylenen bu sözler, hayatında yediği en büyük tokatlar oldu. Sevdiği, evlenmeyi hayâl ettiği kız, öz babası tarafından tecavüze uğramış, üstelik hamile kalmıştı. Gün içinde kahvede konuşulan tüm detaylara göre, olay tamamen doğruydu. ’ Isıtmak için almıştım yanıma .’ gibi çirkince bir itirafta bile bulunmuştu adam. Kızın hamile olduğu da doğruydu. Demek ki ; başına böyle kötü bir olay geldiği için, utandığı için kaçıyordu kız Fikret ’ten.
Oruçluydu o gün de. İçki içemezdi artık. Namazlarını da aksatamazdı. Durduğu yerde duramadı. Gün boyu gezindi köyün dışında. İftar saati olduğunda yemek yiyemedi. Peş peşe demli çaylar içti. Kim bilir içki niyetine miydi o çaylar ? Çünkü unutmak istediği ama unutmasının hiç de kolay olmadığı çok kötü bir olay yaşamıştı. Annesin yıllar önce babasına gönderdiği günü hatırlayınca bile bu kadar kötü olmuyordu. Sinema oynatmaya falan gelmedi o akşam. Aldığı filmin afişini bile asmamıştı zaten kahvelerinin camına.
Yatsı namazında yine İmam Ali amcasının yanında oturup müezzinlik yaptı. Cami çıkışında da gitmedi kahvelerine. Babası aslında merak etti ama aramaya çıkmadı. O kıza âşık olduğunu biliyordu. O olaydan sonra da bunalacağını, belki de yeniden içki içebileceğini düşünüyordu. Halbuki o, içki içmemekte kararlıydı. Fakat yapabileceği bir şey de yoktu. Yine Türk filmleri geldi aklına. Böyle durumlarda intihar edilirdi tüm filmlerde. Evet, o da yaşamak istemiyordu artık. Üstelik son bir- iki yılda yaşadıkları, taşıyamayacağı kadar ağır gelmişti. Böyle yaşanamazdı ; ölmeliydi. Ama nasıl ?
Köyün tam artasında, önünde insan boyunda, yarım metreden fazla derinlikte, hayvanların içmesi için suyla dolu yalağı olan bir çeşme vardı. Az düşündükten sonra kendini bıraktı o yalağa. Su yutmuyordu, boğulması mümkün değildi. Sadece ıslanıyordu. Saatlerce yattı suyun içinde. Gözyaşları suya karıştı gitti Yine de boğulmasına yetmedi. Sabah ezanı okunduğunda , utandı kendisinden. Ezan, namaza çağırıydı . Kalkıp camiye gitmesi gerekiyordu. Fakat sırılsıklamdı ve oradan çıkmak, aslında yaşamak istemiyordu.
Neden sonra namazdan çıkan imam ve cemaatin sesleri gelmeye başladı. Yanından geçerlerken farkettiler.
’ Suda biri mi yatıyor nedir ? ’
’ Sarhoşun biridir herhalde !’ Yaklaştılar, lânetler yağdırarak. Tanıdılar çocuğu.
’ İncirli’nin oğlan değil mi bu ? ’
’ B.k içesice ! ’
’ Yahu, bu çocuk dün akşam namazda değil miydi ? ’
’ Müezzinlik de yaptı üstelik .’
’ Tüh, Allah kahretsin ! ’ Öylece bırakarak, söylenerek çekip gittiler. Bir akşam önce birlikte namaz kıldıkları, onlara müezzinlik eden çocuğu, suyun içinde olduğu için, sarhoşlukla itham edip yargıladılar ve sudan çıkarmayı akıl etmeyerek bıraktılar.
Neyse ki ; içlerinden bir tanesi babasına söylemeyi akıl etti. Adam da koşarak gidip çıkardı oğlunu suyun içinden. Titriyordu çocuk ; üşüdüğünden çok uğradığı haksızlıktan ağlıyor ve titriyordu.
’ Vallahi içki içmedim ben baba ! Çay içtim, sadece çay ! ’ diyor, ağlıyor, ağlıyordu.
Devam edecek.
Fikret TEZAL
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.