- 700 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
'tedirgin göç zamanı hikayeleri'
Çekmece
Basit içliğin içerisinde dili sevgiden pörsümüş sahtekârların ecelidir sabır. Yaşamayı taklit ederken öğreniyor insan, insanı. Eşya deliriyor. Vitrin içerisinde duran eşantiyon benzin ofisi bardaklarının hiç suçu yok aslında ya da apartmanı sağlam zemine oturtamayan müteahhittin. Yaşadığım film bir on senelik dilime ait ama çözemiyorum; 60’lar, 70’ler… Belki de daha eski! Böyle delirmenin tam orta yerinde şehrin yağmura gebe paralel atılımlarını avuçluyor gibiyim. Her türlü mutsuzluğu kabul edebilirim. İkindi saati. Radyoda lig maçı. Güzel bir gün. Mevsim cömertliğini paylaşıyor. Haberlere geçebilirim. Sağa döndürmem yeterli radyonun tuşunu. Alnıma bir hayaletin tükürükleri saçılıyor. Hayır, buna şükür edemiyorum. Alnım terlerken, avuçlarımdaki yapışkanlık hissinden kurtulmak için denemeyeceğim yol yok. Kolonya. Defalarca, onlarca defa… Bu akşam bir film izlemeliyim.
Kitabı açtım. Okuduğum sayfada, satırların tek tek altını çiziyordum:
‘Kimin dış kapısının zil sesi mariachiyi andırır ki? Hafif limonlu bir tatla gazozu andıran biranın kokusu yayılıyordu burnuma. Kapıyı açtığım zaman Necdet’i görünce sinirlenmiştim. Birkaç saniyede olsa saçma, nedensiz bir durumdan dolayı sinirlenmekten garip bir zevk almıştım. ‘Abi, birkaç bira aldım’ derken, diğer elindeki poşete gözüm takılmıştı. ‘Abi, onu biraz geç vakitlerde içeriz, rakı içince sana bir haller oluyor, biliyorsun’ derken, ‘hadi geç’ içeri der gibi omzuna vurmuştum. Balkonlu odaya ben yürürken, o buzdolabına aldıklarını bırakıyordu. Balkona geçtim. Kırık bir kanepe vardı ve o hala balkondaydı. Tüm kışı tek başına burada geçirmişti. Üzerine vurunca tozlar bir yarım metre havaya kalkmıştı. Geçmişinde türlü kötü anılar biriktirmiş, isyankâr ancak kendi kafesine girmiş birini anımsatıyordu. Onun sırrını ortaya çıkarmamam gerekiyordu. Tozlarını ona geri sürterken, üzerinde bir piç gibi benim ona el uzatmamı bekleyen sigara paketine elimi uzatmıştım. Boştu. Boş olduğu kadar, can sıkıcıydı ayrıca. Necdet mutfaktan dönüşte, poşetler içerisinde sevdiği güzel, genç bir kız kadar parlak sigara paketini bana gösteriyordu. Gülümsemiştim.
‘Abi, bu karşıdaki evler yıkılacak mı?’
‘Bana ne oğlum, hem sana ne? Bize ne?’
‘Abi öyle deme, eğer ucuza, güzel bir kredi sistemi olursa sen de gir, evin olur. Kiralık oturmaktan iyidir.’
‘Beni mi düşünüyorsun şimdi köftehor?’
‘Abi, Behiye hanım geçen dedi ki…’
‘Sus lan, açtırma ağzımı şimdi…’
Behiye hanım dediği kadın, iki sokak ötede, merkez cami karşısında bijuteri dükkanı olan kadındı. Duldu. On sene operatör bir doktorla evli kalmış, sonra adamla anlaşamayıp boşanmış, dediğim dedik bir kadındı. Çocuğu yoktu. Her şeyden öte Behiye hanımı sevmem, ondan hoşlanmam pek mümkün gözükmüyordu. Ama Necdet ne zaman o kadını görse, bana geldiğinde onu anlatır, onunla en azından arada sırada çay içmemin hoş olacağını söylüyordu.
…’
Çekmeceyi açtım. Aslında her gün çekmeceyi açmazdım. İnsan her çekmeceyi açmamalı. Çekmecelerinde haftada belli günleri olması lazım, açılmaları için. Buzdolabından şikâyetçi değilim ya da çamaşır makinesinin dc motorundan. Hayal ettiğim icatların her biri piyasada benden önce sürülmüş ve tüketilmiş gibi. Hayallerimden korkuyorum. Onları da birileri alıp, kullanabilir mi? Kitabı okumaya devam etmeliyim. Acaba Behiye zorla bir şeyler vermeye devam edecek mi?
Boş kolonya şişesi kadar talihsiz bir bayram geçiriyor gün. Çekmeceyi kapatır mısın?
Çöpçü Bekir
-Baba, bana birazdan büyük dedemden bahseder misin?
-Büyük dedem derken evladım?
-Senin dedelerinden yani baba… Ama eski dille anlatır mısın?
-Eski dil?
-Senin kitapların var ya, öyle eski dille olsun baba…
Onun istediği şekilde anlatmam gerekiyordu. Aslında kitaplarda geçen eski dili ben bile unutmuştum. Gözlerindeki parıltıyı görünce dayanamamıştım. Kendimden utanıyordum.
‘Vakit İkindiydi. Mahfili erbabına münhasır haliyle, güçsüz ayaklarına inat yine de namazını ayakta kılıyordu. Bundan birkaç sene öncesine kadar rahat bir şekilde camiye gidip, imam olmadığı zaman namazda kıldırabiliyordu. Kimi zaman cami imamı eliyle onun mak’ad ettiği yeri işaret edip, ‘kalk, gel buraya da namazı kıldır’ da diyebiliyordu. Sakallarını beyaza boyayan meleklerin huzuru vardı çevresinde. O namaz kılarken çay suyunu koyup, onun namaz kıldığı yerin arkasındaki koltukta oturup, gözlerimi kapamıştım. Her zaman yanına uğrayamadığım için müteessir edici bir vaziyet hâsıl olsa da, onunla beraber oturup, sohbetinden faydalanabildikçe de mutlu oluyordum.
Harfleri tek tek, olması gerektiği şekilde tonlamasına ve vurgusuna dikkat ederek okuyordu. Öğle ve İkindi namazlarını kılarken dahi, neden sesli olarak fatiha ve diğer süreleri okuduğunu merak ediyordum. Bir gün çay sohbetlerinden birinde şöyle demişti:’ Zebun zât insanoğlu, kendi söylediğini, ezberinde olan kelâmı hissedemeyecek kadar da zelil! Namazlarda insan tek kılarken, kulaklarının da duyabileceği ve hâsılı uzuvlarının zakir sayılacağı Cenabı Hakkı mütalaasını müştak bir ubudiyet inşatıyla namaza durmalı. Cennetmekân Şeyh Hacı Halit namazını kılarken, Kabe’ye manevi yolculuklarında bile bunu böyle yapabilmenin, daha güzel, esmanın hüsnüne mutabık kalınacağından bahsederdi.’
Namazı bitirmişti. Seccadeyi toparlamak için uzanmışken ona doğru, elini kaldırdı. Derisini görünce irkildim. İnsanın doğasındaki gerçeği fark edememek aptalca olurdu. Yaşlanıyorduk. Defalarca öptüğüm eli, bir manastırın inançsız çıkılmayacak kulelerini andırıyordu. Azimli eller, o ellerle yükseliyordu insan. Muhabbeti açmasını bekliyordum. Nebe süresini okuyacaktı. Rahleyi kendisine doğru çekip, altına minderi koyduktan sonra, yine o efsunlu sesiyle okumaya başladı. Çayı demlemek istiyordum ancak ‘ve yekulilkafirü yaleyteniy küntu turaba’ya kadar bekledim Bu ayeti okurken, bir dostumun bu ayet hakkında konuştukları aklıma gelmişti. Hepimiz öyle diyeceğiz diyordu. Hepimiz ‘keşke toprak olsaydık’ diyeceğiz.
Ölmeden demeye başlamıştım. ‘Subhaneke Rabbil izzeti’ demeye başlayınca ayağa kalkıp, mutfağa gittim. Çayı demleyip, sohbetiyle beraber çayında demlenmesini beklemeye koyulmuştum. Sakallarını eliyle ovduktan sonra, gözlüklerini taktı. Açtığı kitabı okuyamamak kötü ediyordu beni. Osmanlıcayı bilmek istiyordum, ancak çabasız hiçbir şey olmazdı. Tek tük okuyordum, ancak onun okuduğu gibi hatlı yazıları okumak, özellikle her kişinin kendisine özgü el yazısıyla biraz daha zorlaşan Osmanlıcayı okumak güç oluyordu.
Kitaba bakıyordu. Defalarca okuduğu için neredeyse yazılan her bir cümlesini ezberlemişti. Gözlüklerini çıkardı. Kitapta açtığı sayfanın üzerine gözlüğünü koydu. Ne yapacağını tam olarak kestirememiştim.
-Kardeşim, istersen seninle biraz sual-cevap yapalım.
Şaşırmıştım. Hiç böyle bir şey yapmazdı. Bunlardan ziyade tatlı bir ses tonuyla ‘kardeşim’ diye sözlerine başlaması bile içime ferahlık veriyordu. Benden yarım asır büyük biri, benimle kardeşim diyerek muhabbet ediyordu. Aslında ona saygı duymam için, söze girerken başladığı ‘kardeşim’ kelimesi bile yetebilirdi.
-Tabi ki dede!
-Aşere-i Mübeşşere’yi say bakalım kardeşim.
-Hazreti Sıddık, Ebu Bekîr radıyallahu anh, Adalet mimarı Hazreti Ömer, Haya Şahı Hazreti Osman, Allah’ın aslanı Ali radıyallahu anh, Vefakar Sa’d bin Ebi Vakkas, Hazreti Abdurrahman bin avf, Emin insan, rivayetlerini büyük bir tat ile okuduğumuz Hazreti Ubeyde, Hazreti Talha, Zübeyir Bin Avvam, Hazreti Sad bin Zeyd…
-Maşallah, unutmamışsın.
-Sayende dedeciğim.
-Kardeşim, sana Hazreti Sıddık’tan bahsedeyim mi biraz?
-Elbette dedeciğim. Sen nasıl uygun görürsen tabi ki!
-Geçen Cuma namazı çıkışı caminin bahçesinde oturdum bir banka. Ne kadar zaman kaldım orada bilmiyorum. Gelip geçen arabalar gördüm. Hepsi birbirinden farklı arabalar. Zengininde bindiği, fakirinde bindiği arabalar. Sonra toprağa baktım. Caminin avlusundaki toprakta yatan insanlar geldi aklıma. Sonra da göğe bakındım. Etrafı seyrediyordum. Bir tane çöpçü var, o geldi. ‘Selam Hacı’ dedi. Selamına karşılık verirken, oturdu yanıma. Adını sordum. Adı ‘bekirmiş.’ Şimdi az önce kitaba bakarken de Hazreti Sıddık, Ebu Bekir radıyallahu anh hakkında bahis geçiyordu. Madem tevafuklar pek yakın, az o güzelliğin hakkında muhabbet edelim dedim.
… ‘
-O gün dedemi son görüşümdü işte evlat.
Çocuğum bana bakıyor, yarı ağlamaklı bir ifadeyle heyecanla ‘e, sonra’ diyordu. Anlattıklarımın sonrası mı vardı diye düşünüyordum. Çöpçü demiştim, Bekir demiştim, evet, çöpçüyle Hz. Ebubekir arasındaki tevafuk hadisesini dedem anlatmıştı. Hadisenin geri kalanını merak eden gözler, yanaklarıma yapışmış bir halde, çeneme yakın yerden öpülüyordum. ‘Haydi, devam et baba…’
‘Oğlum’ dedim, ‘Hz. Ebubekir peygamberlerden sonra en üstün insandır. Bu yüzden biz ona da dualarımızda yer ayırmalıyız.’ Hz. Ebubekir’i mi merak ediyordu, yoksa dedemi mi, yoksa eski dille konuşmanın latif melodisi mi hoşuna gitmişti? Kararsızdım. Neden böyle çaresiz hissediyordum ki kendimi? Söyleyecek sözüm kalmamış gibiydi. Oysa kendince övünen, pek çok hikâyeyi aklında tutan birisi olarak kendimi görüyorken, altı yaşındaki çocuğun karşısında çaresizdim. Hadisenin gerisini anlatmak mı beni rahatsız ediyordu, yoksa takva olmadan ağzımdan çıkan her kelime mi? Eğer Allah için değilse, eğer gönülden bir iştiyak yoksa güzel sesle Kuran okumanın da, sakal uzatmanın da, sarık bağlamanın da, cübbe giymenin de hiçbir manası yoktu. Söz de böyleydi. ‘Baba, haydi…’ diyordu.
Kapı zili çalarken ister istemez ağzımdan ‘oh’ sesi çıkıvermişti. Oğlum pantolonumdan çekiştiriyordu. Kapıyı açtığımızda karşımızda çöpçü vardı. Ramazan dolayısıyla çöpçüler mahalle sakinlerinden sadaka topluyorlardı. Oğlum birden atıldı önüme ve büyük bir heyecanla ‘anlattığın çöpçü Bekir amca bu mu baba’ dedi.
Yoklama
Hep aynı soruyordum kendime:’ Niye yaşıyoruz?’ Kendimi teskin edici cevaplar bulmam güç oluyordu. Mücmel bir kayıt lazımdı içimdeki muhalif sözleri iltizam ettirmek adına. Sonra bu soruya cevap bulduğumu düşünerek başka konularda aklımı yormaya başladım. Mutlu olmasam da huzur buluyordum sorularla. Hepsinden öte daha güç geçtikçe bazı sorular maddileşmeye başlıyordu. Doğal olarak ben de bundan rahatsızlık duyuyordum. ‘Neden elektrik faturası bu ay daha yüksek geldi? Krediye neden bu kadar yüksek faiz koydular? Repodaki değişmeler bir insanı bu kadar etkileyebilir mi? Cari açık mı? Kimin açığı, kırığıysa kapatsın kardeşim, pazarda ıspanak bile cep yakıyor.’ Bu soruların da bir manası yok. Hepsi geçici. Toprağa girdikten sonra banka bile kredi borçlarını silebiliyor. Tabi bu yerine göre olmalı! Bazı kredi borçları hiç ödenmiyor sanırım. Neyse kendime çıkış yolu ararken, kapatıyorum çıkış yolumu. Anlatmak istediğim bir dünya şey varken, kendime secde edip, susuyorum. Kendime bazı yollar edinmek istiyorum, anlatabilir miyim? İnsanı kâinat içerisinde değerli kılan yaratıcının özüne karışıp, o özde ben olabilmeyi deneme çabalarımı hatırlıyorum. Hayır, anlatacağım bu değildi. Hiç istimdat dilemeden, seve seve, bilinçli olarak kişilik sahibi olmanın yoluydu kendini bir şeyler için adamak. Çok insan gördüm, lafazan olmalarının haricinde, adamak istedikleri yolu dahi bilmeyen çok fikir sözcüsü, din sevdalısı karşıma çıktı ama hiçbiri çarmıha dayanabilecek güçte değildi. Hiçbir etkeni umursamadan, aklını ve problemleri çözmede mahir bir uzman edasıyla analiz dahi yapma beceresi edinememiş onca kişilik, bilinçsiz bir kaybolmanın ardınca, güçlüler arasında ezilip, istenmeyen bir mikrop gibi yaşamlarına devam ettiler. Başkaları için çarmıha, darağacına kendisini feda edilecek yüksek ruhların, ateşlerde yanabilmek adına kendini bir hiç sayan insanların örneğini görmelerine rağmen hala en küçük inanç bağlantısı kuramamış ve şüphelerini kendi varlıklarıyla eş tutacak kadar büyüten, olağan insan davranışı çıkan yasasız sözcüleri, kendilerini adadıkları yerlerde değil, zevkin, sefahatin ve bir süre sonrada sefaletin, aldanmışlığın zavallılığı içerisinde bulduklarında, yanlış yaptıklarını söyleyebilecek erdemden dahi uzak duruyorlar. Neden? Hayır, ama basit bir soru ve ‘neden?’ Yıllar önce gördüğüm rüyanın hala tadı damağımdayken böyle sorularla kafamı karıştırıp, küçücük fedakârlıklarını putlaştıran insanlar arasında beklemenin felaket olduğunu görüp, sıyrılmak, içimdeki yaranın temsilcini ikna ile sükût ettirdim. Bu kopmanın içerisinde adı batasıca inat varken, akıldan çıkmayan pek çok ‘adanmak’ eylemi boşa kürek çekiyor. Bir şey yapılabilir kaygısıyla hareket edenler müstesna, kendini adanma havuzuna atanların kazançlı çıktığı bir yolda milyarların o yola çıkmaya dahi cesaret edemedikleri hayatta ne yapmalı öyleyse? Öylece oturup, şap yutmuş kediler gibi uyuşuk uyuşuk altına gireceği arabanın gelmesini mi beklemeli? Yapacak bir şey… Akıldan çıkmayan bir hikâye gibi, bunun kazınmış olmalı gerekiyor ruha. Ruhta olmayan bir şeyi insan ne kadar uğraşsa da ortaya çıkaramaz. Hayatında pek çok kötülük yapmış insanın elinin kiri görebiliyorken, yüreğinin kirini kim gösterecekti bizlere? Adanmışlar mı? Kısacası sevmeden, sevilmeden hiçbir şey ortaya çıkmaz idesini dahi ortaya atarken canım sıkılıyor. İnsan zorla, aldatıcı bir hür paradigmasına yaslanıp sevmemeli kimseyi. Bunu dünyaya söylerken, o bazen kırılıyor, inciniyor ve bana ‘eğer böyle devam edersen ben de seni hep kıracağım’ diyordu. Başkaları için çarmıha atılmak elbette güzel bir şeydi ancak İncil’de geçtiği gibi erdemli adamın yolu bencilliklerin insafsızlıkları ve kötü insanların zulmüyle sarmalanmıştır. Ama ya kötü olanlar, erdemli adamların merhamet göstermeye çalıştıkları insanlarsa? Yaratıcının aklı kendi sözünü değiştirenler adına belirttiği Kuran ayetindeyse ‘…hâlbuki bunlardan bir grup vardı ki, Allah’ın kelamını işitirlerdi de, sonra ona akılları yattığı halde bile bile onu tahrif ederlerdi’ bütün sözleri kılıç gibi ortadan ikiye ayırmıyor mu? Bir bok parçasından, elmas parçasına kadar çok şey olmadı denedim ama hiçbiri insanın inanması kadar güzel gelmiyorsa ruhuna, bütün soyut özgürlükler, aslında bir nevi şeytanla sarılıp, tokalaşmayken, Allah’ın ipine tutunmak en erdemli insan vazifesiyken, neden yine de başka şeyler konusunda insan arzu duyuyor ki? Bu arzu başkalarının eğlencelerine gıpta gözüyle bakarken, diğer yandan insanın kendi aldanışını getirdiğini, adanma adına dahi olsa insanın süfli eğlencelerine ait payenin zararlı bir ilaç değeri olduğunu anlamanın mantığı nedir ki? Kapı kolu, tuvalet fırçası, çekmecedeki zımba, seccade, iplik dolu çanta, boklu bir çocuk külotu, sararmış tuvalet taşı, okunmak istenmeyen kitaplar, boş kolonya şişesi, ayna, kanlı pamuk, içi sümük dolu peçete, yazmayan tükenmez kalem, çatal, kaşık, kesmeyen körelmiş bıçak, sahne arkası binlerce pislik ve pislik olmaya adaylar… Her adımımda beni kendime getiren bir şey var. Yan yana yatan karı kocanın vasiyetlerini mermere işlemiş evlatlarının düşüncelerini merak ediyorum. Toprak kokuyor, mis gibi. Et kokusu gelmiyor. Aşağısı berzah âlemi. İçimdeki cehennemin alevlerin toprağa dökmeliyim. Yolun sonunu bilsem ölmek istemeyeceğime adım gibi eminim ama öleceğim. Güzel bir şeyler kalmalı dilimde. Hamamböceklerine yedirecek, ağzımda güzel bir şeyler... Dualar ruhum için gerekli. Bedenimden yılanın belli periyotlarla soyunduğu derisi gibi soyunup, ruhuma yeni bedenler seçmem gerekecek. Kendimi ve egomu başka bir yere koyamayacağım ama yaratıcıdan başkası yok. Kendimi bulamadığım zaman, bende büyüyen onun izleri. Korkunç olanı asla buna sahip olamayışım.
İbriğe su doldurup, mezara dökmeli hafif hafif. Birkaç ayda toprağın böyle çökmesi nadir görülmüş bir şey. Yağmurda yağmadı nicedir. Neyse… ‘Esselamü aleyküm yâ ehlel-kubûr…’
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.