- 808 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
'Tablo'
Her şey susuyordu: Caddedeki uyuyan taş, pencerelere sızan güneş ışığı, esneyen kedi, yaşlı bir kadının kırışmış parmak derisi arasında sımsıkı tutulmuş bastonu, balkonlardaki saksı çiçekler, kırk yıllık çam ağacı, evlerinin dış kapısına yaslanmış genç kız, üç tekerlekli bisiklete binen kız çocuğu, arabanın motorunun ısınmasını bekleyen adam, yer ve gök! Nerden başlamalıydı, başlamamak mı gerekiyordu yoksa susmak mı diğerleri gibi. Mavi ışık, gençler, sihirbazın esrarengiz dumanı, nargile, koyu boş muhabbetler, asılsız binlerce haber…’Biliyor musun o kızın göğsü sarkmıştı.’ ‘Nereden biliyorsun?’ ‘Dünyanın gıkı çıkmış abicim, her şey sarkıyor.’ ‘ Sarkmayan bir şeyim vardı, geçen baktım o da sarkmış.’ ‘Sarkan sarkana desene.’ ‘Olmaz mı tabi, geçen gün aldığım çiçek vardı eve getirdim, iki güne kalmadı yapraklarının hepsi sarktı.’ ‘Susuzluktandır.’ ‘Bence güneş gören bir yere koy.’ ‘Güneş yakar yapraklarını, gölgede sakla.’ ‘Yapraklarını süngerle ıslat.’ ‘Toprağına solucan at. Faydası oluyor.’ Aslında onlar da susuyordu. Susmayan bir şey var mıydı, nereden başlamalıydı. Çabuk kafamın içinde kaynaşan hücrelerin bir hayal ürünü olduklarını kabullenme yoluna gittim. Belli bir zamanı yoktu. Günü olsa saati yoktu, saati olsa anı yoktu. Böylece her şey daha önemsiz gelmeye başlamıştı. Canlılar dünyasıyla aramda olan bağlar koptukça, kendime geliyordum. Diğer bir yandan herkes gibi, benim de isteyeceğim bazı güzellikler vardı. Güzellik? Huzur olmayınca güzelliğin bir manası olabilir miydi? Çocukluk, gençlik, olgun bir çağ, sonra belin bükülmesi yavaş yavaş, gitgide insanı değişik bir mahlûka benzeten, sanki bu dünyada yaşamamış bir canlı gibi onu gösteren yaşlılık… Hiç birinin en ufak farkı yoktu. En azından benim için geçmiş ve gelecek birbirini götürürken, şimdi, duvarda asılı tablo daha önemliydi. Mavi bir ışık. Gençler alay ediyorlardı birbirleriyle:’ La ne hale getirdiniz evi! Mavi ışık, nargile dumanı derken ev kerhaneye döndü.’ Zavallı ayrıntı. Bütün diğer odalar gibi, bu evinde duvarları alın teriyle harç olunmuştu. Az ötedeki tavanın kireci kırağı gibi televizyonun arka tarafına dökülüyordu. İnatçı, tembel bir korku benimleydi. Tüm diğer kokulardan daha korkunç ve dalgın o kokuyla beraber kaşık kaşık hikâyemi o tabloda arıyordum. Neredeyse tablonun uzunluğu dirseğimden bileklerime kadardı. Eniyse üç karıştı. Hayır yanlışım vardı, daha ufak olabilirdi. Fark etmiyordu. Fark etse ne olacaktı ki! Benden başka kimse o tabloyla ilgilenmiyordu. Değişik dönemlerden hayatın ılımlı bir coğrafyasına adım atmıştım. Bu benim için değerli bir sözdü. ‘Hayatın ılımlı bir coğrafyasında dolaşmak’, ateşli bir hastanın en ağrılı, sancılı döneminde, alnının ateş gibi yandığı zaman, bir tülbendin ıslatılıp o alın üzerine koyulması ve sonra geçen birkaç saniye içerisinde var olan ferahlığa ait bir zaman dilimiydi. Birisine iltifat edebilir miydim? Böyle söylersem eğer beni aptal yerine koymayacak kaç kişi vardı? Başkasının itici sözlerini pek önemsemediğimi bildiğim halde yine de bunu düşünmek bile yoruyordu. Bu tablo hayatımın ılımlı bir coğrafyasıydı. Eğer ılıman olsaydı çırılçıplak soyunmam gerecekti. Hayır, ılımlıydı. Sıcak değildi, suyu insanın öz suyuna yapışmıyordu ama ılımlıydı ve en değişmez mevsimdi ruhuma. Ruhum ılımlı coğrafyanın çocuklarına henüz hiçbir yardımda bulunamamıştı. Öteki yanım yatağın çıkmaz sarhoşluğu olmalı. Yatağa girdiğimde uyumamak için kendimi zorluyordum. Aşağılık bir durum yatağa girmeden uyuma içgüdüsü olmalıydı. Yoksa kim ne diyebilir yatakta uyumama isteğine? Çiçek düşerken, dört duvar arasından iç yüzey olarak adlandırılan ve bir kare prizmayı andıran manzaranın köşegenlerinde sarsıcı bir uyum vardı. Çiçek düşerken, karanlık adeta avazı çıktığı kadar bağırıyor, sabah gözleri kızarmış, saçları ağırmış bir hayale kendini kaptırıyordu. Olgun üzüm taneleri gibi her biri sarkmayı bekliyordu. Beni yıllarca oyalamışlardı. Tablo muazzamdı.
Asla derin hayallere kaptırmıyordum kendimi. Düşünmek isterken, bir insan nasıl düşünmez diye kendimi zorluyordum. Dayanılmaz bir eksiklikti. Şimdiye kadar ne çaldın diyordum? ‘Ney’ diyordu. Ne diyordum, ney’ diye cevap veriyordu. Bütün dikkatimi aynı kare prizma içerisinde hüküm süren zıt renklere verince, huzur içinde görüntülerin kendilerini adeta orada bulunmaya mecbur bırakıldığı düşüncesi karşıma çıktı. Kimliksizdi ve hatta hükümsüz. Hiçbirini anlamayabilirdim. Benim içinde öyle bir dünya vardı ki, bu dünyadan daha büyük bir dünyaya acayip, biçimsiz, kayıtsız bir halde bağlanmıştım. Bu dünya içerisinde birbiri üzerine sarılmış, kenetlenmiş yüzlerce soru vardı. Kendi dünyamda sorularıma cevap verebilecek tek insan da bendim. İnsan korkarken mi daha yalnız oluyordu, yoksa cesaretli bir aslan gibi iriyarı bir bizonun üzerine atlarken mi? Bir suç varsa ortada, bu suçu eşit şekilde paylaşmalıyız diyen gözler, asla kendisine aynada bakmıyordu. Seslerden rahatsızlık duymakta haklıydım. Özellikle bir insan hileli, fesat bir gelişme gösteriyorken, seslerden rahatsızlık duymalıydı. Ama tabloda aklım, kalbim, ruhum takılı kalmıştı. Sarı bir usulden, kahverengi uzaklığa erişen sessizlik yirmi bir adımda geride bıraktığı dayanılmazlığın üzerine tasarlanmış kader atlarını sürmüştü. Aklım bir anda beni eskilere götürdü. Kavak ağaçlarının şişmiş yapraklarını patlatıp, içinden çıkardığım böcekleri avucumda toplarken, o günlerde sünnet olmuştum. Ayrıca ülke çapında genel seçim hazırlıkları vardı. Kuzenimin eteğini giyip, sokağa çıktığım o gün, sessiz sakin bir çocuğun her şeye meraklandığı zayıf bir yüz, toprağa özlem duyuyor, asla üzerindeki çamaşırın kendisini bir kız gösterdiğini düşünmüyordu. Sokağa çıkıp, dakikalar içerisinde alay edilmemle beraber o eteğin üzerimden çıkması aynı zaman dilimine denk geliyordu. Kahpe bir dudak gibi öpüyordu sokaktaki taşlar ayaklarımı. Çıkarırken eteği ‘bir daha giymem, benimle alay ediyorlar’ diye kızıyordum. ‘Ama oğlum sen istemiştin giymeyi, hem pansuman bölgesi rahatsız olmasın diye…’ vesaire binlerce yerin dibine giriş barındıran bir hatıra o güne saplanıp kalmıştı. Başka çocuklar olsaydı, daha büyüseydi ve her yerde anlatılsaydı bu olay, o kavaklar artık o günden sonra tek arkadaşım olabilirlerdi. Yüzüm kaydı, süzüldü gözüm ve dikkatim ayak bileklerinde oynar kemiğe takılı derimdeydi. Şiddetle omzumdan aşağı bir kesik, utancı aratıyordu. ‘Ne güzelsin!’ ‘Ben mi demiyordu’, susmak her şeyi daha kolaylaştırıyordu.
Nitekim kendimle alakalı hiçbir şey olmadığı tablonun yüzeylerini kaplamış siyah zift bana anımsatıyordu. Elim bir kazada ölmüş insan kanı gibi asfalta yapışmış ve göğe yükselmek istemiyordu. Kanın bile arzusu, iştiyakı toprağa gömülmekti. Suyu görememiş, toprağı hissedememiştim. ‘Aldanıyor’ dedi sevgili. Gövdesine batan dev ışıkların çıban çıkardığı kabul edilmiş siğiller eczanenin önünde sıra bekliyordu. Kimdi sevgili, kimdi seven, bire karışmıştı yumurtanın ve meninin belli belirsiz tüm kuvvetleri. Aynı anda fışkırana hayalin sesiydi. Bir doğulu gibi düşünmekten ne zaman vazgeçebilseydim, sımsıkı sarılmazdım A’ya. A ayrıştı B’ye, B’ bölünürken C’nin cevap vermemesi üzdü D’yi. Dayanılmaz bir acı evrildi E’ye. E’nin fatihası okunuyordu. Fatihaları seviyordum. Asla biterken değil, yalnızca biterken olsaydı, kendimi amaçsız bir numara kronolojisine atmış olurdum. Başlarken de onu okumak güzeldi. Bu tablodan çıkarılacak pek çok cenaze vardı ve çoğuna tek bir fatiha dahi bağışlanmamıştı. Soluğumu tutarken, bir soluğum kalsaydı eğer o soluğu neyi düşünmek için harcayacağımı henüz bilmiyordum. Öylesine, garabet bir doğru ayrılıyordu elma kokusundan. Tabanında ve tavanında gömülmüş ve asılmış sıfırın kehanetiydi; benden önce kim varsa, hepsi senin sorunun. Ama benden sonra kim gelirse gelsin, hepsi benim sağımda virgülden sonra anlam bulacak. Anlıyor musun beni? Telefon numarası neydi bu evin? 0 ile başlıyordu ve sonra biliyordum yedi vardı. Yedi ne güzel bir rakamdı. Yemediği halt olmamasına rağmen, hiç kimse ona yemedin demiyordu. Yemişti. Yenilmiştim. Kâbus görüyordum. Ayakta durdukça, işte şimdi belimdeki kaslar gerilmeye başlarken, gevşetme şansını yitirdiğim fibromiyozit tesellisi bir katılığa erişiyordu naif duygularım. Tablonun A’sı, B’si, C’si, E’si, D’si, F’si, G’si, H’si vardı. Kan miktarı artıyordu. Durduğum yer ve durmadığım havayla arasında yer çekiminden dolayı aşağılarda gölcükler oluşuyordu. Depremin kıyısında sımsıkı bir şark sarılması varisin mavi kılcallarını ayrıştırıyordu. Bu yığılmadan kurtulmanın tek çaresi vardı. Tabloyu kırıp kaçmalıydım. Kırarsam yüzümdeki kemikler âdetince ölecektim. Ölmek istemiyordum ki! Hayır, ölüme itirazım yoktu ama yaşamaktan umudumu kesmemiştim. Eğer o tabloyu kırarsam hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Mavi ışık, nargile dumanları, arkadaşlar, sarkık üzüm tanelerini andıran bağrışmaların sebebi kızlar, onlara laf atan erkekler, asla sözcüsü olmadığın bir varlığın ardınca söylenen, tüketilen tonlarca hece, durmadan büyüyen bir yansıma, korku verici bir hadiseden sonra edilen dua, bulut olan an, kaybedilmediğini bilinen miş ve sarf edilmesi hak olan, değen, değecek olan mek.
Tabloyu asıldığı yerde bıraktım ve oradan çıktım. On dokuz kere sekine duası okumuştu. Mavi ışık yerini karanlığa bırakmıştı.Gençlerin sesleri uzakta kalıyordu. Pencereden sızan ışığı umursamıyordum. Sırtıma yansıyordu, biliyordum. Gözlerimi kapadım. Yürürken gözlerim kapalı olabiliyordu. Nur fısıldıyordu kulağıma: ‘Biliyor musun, var olan tüm güneş ışığımı siyah bir örtüyle sakladım.’ Anladım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.