- 1414 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
İbraname
Git Geller
Çağın yeni hastalığı, "mutlu fotoğraflar, mutsuz insanlar" Bunu itiraf etmek çok zor olsa da, evet mutlu değilim. Bak işte yine yaptım, yine açık ettim kendimi. Mutlu hissetmediğim zamanlar sadece yazmak iyileştiriyor beni. Tıkanan hayatımı açmak için bana biraz serum fizyolojik lazım. Darlanmak denilen absürük his dört yanımı sardı. İnsanlarla iletişimi ha kestim, ha keseceğim. Derken, güzel şeyler de oluyor mu farkında bile değilim. Ben güzel şeyleri kendi ellerimle parçalamakta hüner edindim.
Son zamanlarda yaptığım hiçbir şeyden emin olamayacak kadar güvenimi yitirdim. Dayanıksızlığım hat safhada. Dengem desen dengesiz, çarem desen dermansız, gözlerim şiş gibi, içim dışım gibi, dışımsa kendi içinde mitozlara bölünüyor gibi tuhaf ve esrarengiz. İnsanlar azalıyor, insanlar çoğalıyor, ben duruyorum, susuyorum, ağlıyorum, sızlıyorum, çok yoruluyorum...
Sakinleşmek istiyor ama içimdeki ayaklanmaya engel olamıyorum. Herkes gidiyor ve gelenler de gitmek için sırasını bekliyor. Gelenler gitsin istemiyorum, gidenlerin gitmesine engel olamadığım ve anlam veremediğim de oluyor.
Herkesin bir B planı vardır ama benim yok. Delirmek en sevdiğim oyun ve çörek otunu hala sevmiyorum. Adam sandığım adamlardan iyileşmeyi bilmeyen yaralar satın aldım. Oyuncaklar üzerine kurulu bir dünya edindim ve mutsuz ama mutlu, huzursuz ama huzurlu, tutsak ama özgür günler geçiriyorum. Kimseyi özlemiyorum, kimseyi beklemiyorum. Kendi kendime yaşadığım düzensiz bir düzen kurdum ve küsmeyi unuttum. Bağrımı yar, sök kalbimi diye ’haykıracak nefesim kalmasa bile’ isyana hazır hallerdeyim.
Akrepler kinci olurmuş ama ben kin tutmuyorum çok tuhaf. Ben hiç kimseye kin tutmayı bile beceremedim. Ben onmaz bir hastayım, iyileşmiyorsam alışkanlıktan, ölemiyorsam inançtan ve tüm bunlar, tüm bu yaşadıklarım değişmez sandığım yargıların değişebilirliğiyle orantılı sıkıntılar. Bu bir süreç diye kendimi kandırmaya devam edeceğim elbette, elbette kendimi kandırmak en hakiki uğraşım.
Daha evvel çok denedim, bu konuda yüksek lisanslar edindim. Kendimde takdir ettiğim tek şey de bu; kimseye bırakmadan kendi tetiğimi kendim çektim. Kimsenin yapmasına izin vermeden kendimi kendim yerden yere vurdum ve kendim kaldırdım. Yine yaparım, yine ölürüm, yine yaşarım. Öyle çok öldüm ki, en fazla kaç kere daha ölür insan? Üç? Beş? Bilemedin on kez ölür..
Başa dönersek eğer, ki buraya nerden geldik, niye geldik, nereye gidecektik unuttum. Ne diyordum? Hah bana bir serum fizyolojik gerek.
Belirsizliğe açılacak yeni günler ve yeni kapılar bulmam gerek. O tuzlu okyanus suyunu iliklerimden içeri döküp yalnızlığımı yalnızlığımla yalnız bırakacağım. Uyuşmak için yaşlanmaya ihtiyacım var.
Gel Gitler
Kadınlar erkekleri kendilerine nasıl aşık ediyor bilmem ama, ben yıllarca gözlerime aşık olacak bir adam aradım ve gözlerinde ellerinin sıcaklığını bulacağım bir adama aşık olmak istedim. Fakat aşk insanı yavaşlatıyor, insanın ayağına çelme takar gibi bir havası var. Başarılı olmak isteyen insan aşkı çıkarmalı hayatından. Aklım aşka erdiği günden beri aşktan çekilmek, aşık olma eyleminden çift taraflı cayma hakkımı kullanmak istedim. Ne sevilmek, ne sevmek beni mutlu etmeye yetmedi. Yalnızca hep acı çektim. Yalnız başıma acı .çektim.
Belki de bakış açımı değiştirmeliyim. Yanınızda kimsenin olmayışı değil birilerinin sizden mahrum kalmasıdır yalnızlık. Hayatın tek bir insandan ibaret olmadığını özümsemek gerekir. O zaman insan kendisine de şans tanıyabilir belki.
Bana ne olduğunu sorsalar cevap verebilecek mantıklı kelimeler bulamam. Fakat ne olduğumu sorsalar, onlara şövalye olduğunu sanan bir figüran olduğumu söylerim. Aküsüz bir araba veya aşınmış bir tekerim. Şişenin dibindeki soda, döküldüğünde köpüren bir tuz ruhu belki. Aynaların en kavlak köşesi, masanın çizilmiş lakesi. Fırçadaki kurumuş boya, ucu kırık bir kürdan. Çöpteki muz kabuğu, gazı bitmiş bir çakmak. Israrla inanmasalar bana, yani inanmazlar da zaten.. İnanmayacaklarını bildiğimden aslında, dilim varmasa da insan olduğumu söylerim sonunda. Bu kadar kötülüğün arasında artık ne kadar insan olunursa.. En azından insan olabilmeyi hayal ettiğimi söylerim onlara.
Aslında kötü bir hayatım yok. Hamam böcekleriyle göz göze geliyor, farelerle kovalamaca oynuyoruz günün sürpriz dolu saatlerinde. Karardıkça kararan çayları içmekle, tütünü içi boş kağıtlara doldurmakla, gelene gidene laf anlatmakla ve hep sıkılmakla, olduğum yere fazlasıyla sığamamakla geçiyor günlerim. Yine de her şeye rağmen hala içimde bir yerlerin sızladığı garip ama hakiki hislerim varlığını korumaya devam ediyor.
Vicdanımla alakalı tanıdık gel gitler yaşıyorum. Hak ve helallik zaman’a yayılan lakin ilahi adaletle sonuçlanan bir geri alma yöntemidir. Geriye dönüp bakmak belki doğru bir adım değil ama geriye çevirdiğimde kalbimi, zamana güvenmek istiyorum. Ona emanet bıraktığım ve günü geldiğinde alacağım, belki vermek zorunda kalacağım hesaplarım var.
Esasen hiç de fena sayılmaz sahip olduklarım. Ama işte bazen kendi gözyaşlarım kendime bile sahte geliyor, sözlerim daha dudağımdan kulağıma ulaşırken inandırıcılığını kaybediyor. Acımayı bırak küfrediyor, hatta lanet ediyorum kendime. Değiştiremediğim ruhumu alıp şehrin en orta yerinde sallandırmak, aklımın yosmalığını taşlamak ve hatta kalbimi cadde ortasına atıp çiğnemek istiyorum. Bırakıp gidemiyorum kendimi bir yere. Sanki hep bir umut varmış, bir şeyleri değiştirmek olasıymış gibi. Bütün müzikleri, şiirleri, saçma sapan yalnızlık kahırlarını, nefes almayı, nefes vermeyi, yemeyi, içmeyi, bakmayı, görmeyi, acı çekmeyi, işte hepsini, bunların hepsini birgün teslim edeceğim. Birgün bunların hiçbirine ihtiyacım kalmayacak. O zaman bütün bunların ne gereği var? Bunca sıkıntılı durumlara niçin maruz kalıyor, niçin hergün bütün bu zorluklarla savaşmam gerekiyor? Anlamadığım ne de çok şey var. Aklım ermiyor, yetmiyor, fazlasıyla toy daha..
Hayatımı düşünürken öyle uzaklara gidiyorum ki. Bir bakıyorum yirmi yıl geriye gitmişim. Çocukluğumun arka bahçesindeki otlardan bozma labirentin içinde çıkacak bir yol ararken buluyorum kendimi. Oradan nasıl dönüleceğine dair bir fikrim de yok. Hayatı anlamaya çalışan, bu yaptığının ne kadar gereksiz ve abartılı bir çaba olduğunu bir türlü kabullenmeyen şaşkınlardanım. Kendimi kemirmekten yorgunum. Aslında hepimiz güvesi değil miyiz kendimizin? İki gündür kalbim ağrıyor. Hep yaptığım gibi bunu da hayra yormak birinci vazifem! Dünyanın değil, ruhumun tozunu alsam yetecek sanki. O zaman elimdeki kirli bezi bir kenara atıp, kendime kavuniçi rüyalar ısmarlayabilirim belki..
fulya/çokgenişzamanlarıntoplamısonnoktasımart2014
YORUMLAR
Ben güzel şeyleri kendi ellerimle parçalamakta hüner edindim./ cümlesinde parçalamakta değil de parçalamayı hüner edindim olmalı diye düşündüm
ve yazının genelinde hoşgeldin depresyon dediğim zamanlardaki ruh halimi gördüm. Sağlıkla kalın
Fulya CODAL
Haklısınız Filiz hanım, o cümlede bir anlam karmaşası var. Sizin söylediğiniz şekliyle daha doğru.
Saygılar..
yazının girişi Cahit Zarifoğlu'nun eşi Berat hanıma yazdığı mektubu hatırlattı;
"Bana soruyorsun şu resimdekiler kim, diye.
Emin ol kim olduklarını çıkaramadım. Görünüşe bakılırsa mutlular. Fakat insanlara tavsiyem şudur ki, nasıl “zenginin parası, parasızın çenesini yorarsa”, başkalarının mutlu görünümü, insanı kendi mutlu olma imkanını, kabiliyetini görmekten alıkoymamalı. Filmler, resimler birer hayaldir. Başka insanların dış görünümleri de bizi aldatmasın. İnsan kendi mutlu olma imkanını görebilmeli. Mutluluksa filmlerin, romanların içinde değil, kendi yaşadığımız basit hayatın içindedir. Ve önemli olan yaşanılan “an”dır. Onu ibadet, sabır, anlayış, tevazu ve merhamet ile anlamlı hale getirmek mutluluğun ta kendisidir. Yoksa deniz kenarında fotoğrafçılar tarafından düzenlenmiş bir mutluluk tablosu sahtedir ve bazı saf kimselerin duygularını istismar etmekten başka bir şey ifade etmez.
Acaba anlatabiliyor muyum?"
yazının son paragraflarıyla ilgili olarakda;
"içine bir yeraltı su geçidi gerek senin
iğretilere kapın açılmasın diye
senin evin içinde bulunan bir su testisi bile
dıştan gelen bir ırmaktan iyi senin için" /Senai
uzun oldu biraz, mektubu ve şiiri bölmek istemedim. yoksa mektubun son, şiirin ilk cümleleriydi yazmak için aklıma düşen.
Zihinsel bir göçle beliren yolculuk hangi durakta sona ereceğini biliyordu, oysa üzerinde farz kılınan kalemin itiraflarıydı yolu uzatan...