- 472 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kime yalvarmamız gerek ki, asla...
Bir gün, bir gün daha senli yaşamım olsa, dedim, aslında kaç gün geçmişti senli yaşamla, kaç kez günaydın dedik ve kaç kez tekrarladık aynı gün içinde seni seviyorum demeleri, kaç kez beraber olduğumuz günlerde nefes aldık, yaşadık veya yaşar gibi yaparak saatlerce ağladık ve bu anlarda kaç defa dinledik aynı şarkının ses kasetini, ki kaç defa o sesteki cümlelerle uzaklara taşındık durduk ve kaç kez damladı gözlerimizdeki yaşlar gömleğimizin sol göğüst üstüne, sanki yüreğimizin içine girmek istercesine ısladı bizi veya birbirimizi aynı gün içinde kahkahalara boğarken avaz avaz bağırdık hayat bu işte derken ki şimdi tutmuş “bir gün, bir gün daha olsa senli yaşam olsun” diyorum…
Garip değil mi, yaşamda insan ne acılanmalara dayanabiliyor, ne de mutluluklara, hep yaşamın mutluluğu peşinde koşuyoruz ki gül dalındaki dikenin parmağımıza battığında anlıyoruz hayatın engebelerini ve çakıl taşlarının rengini…
Ne zaman merhamet duygusuna ihtiyacımız vardı, kime ve hangi şiddette, kaç gece kapıları yumrukladık , kaç gece duvarlara konuştuk, kaç ilin hangi zamanında yalvardık gök yüzüne doğru perperişan geçen gezmelerimizdeki yol almalarımızla kendi kendimize hangi konuda acılandığımızı düşünmeden akıttık göz yaşlarımızı, zonklayan damarlarımızın şişmeleri ile nelere içerledik, neler için dua ettik gece ertesi sabahlara kadar…
Bu düşüncelerin içine kaç yılın acılanmaları sığdı ki hâlâ döküntü halinde cümlelerle dolanıyor dilimizde ve de cümlelerimizde, kime niçin yalvaracaktık, neyi düzeltmeye çalışacaktık, olmayasıya düşüncelerin olmazlarında dağılırken benliğimiz, kimin merhametine sığınıp yalvaracaktık, asla, olamayasıya bir düşünce, olmayasıya bir düş görmek gibi…
Biz, dik kalabilmek için bedenimizi eskitirken kim vardı yanımızda ve hangi elini hangi zamanda uzatacaktı bize, kaç gecenin kaç kahır zamanı bu, ki gözümüzden akanların durmayasıya hissediyoruz sıcaklığını…
Sabahları uzun olan zamanları yaşadık biz ki, hâlâ dermansız bir yaşamın çilesindeyiz, artık zamanın kol bekçiliğini yaparken, bundan sonraları tüm acıma duygularının dışında kalacak bu acılanmalar…
Kendime dahi acımayacak bir his içinde kıvrandıkça, artık hayatı sorgulamanın da anlamı yoktu, sadece kimseye, yalvarmamız gerekmeden yaşam savaşında var olmak gerekti…
Sen varken kendimi mutlu hissediyorum, uzaklarda bile olsan, sesini duyunca bedenim hırpalanıyor sevinç gözyaşları ile, ama sen yoksan kendimi yalnız hissederken sanki bu dünyada tek başına kalmış gibi kendimi dışlıyorum, yalnızlıklardaki karanlıklara doğru…
Ayışığı gecelerinde ıslanan sersemlemiş aşıklarken biz, umrumuzda değildi aslında karanlıkların korkusu, derini, dibi, kimsesesizliği ve utangaç bakışların ardına saklanan gözlerimizdeki korkular, o gecelerin korkusuz bedenleri iken yağmurlar yağardı, ıslanırdık, paltomuzdan ıslaklık akarken biz gülerdik hayatın çamurlarına, umrumuzda değildi midemizin boşluğu, açlığ, susuzluluğu, biz bakışlarımıza harcarken geceleri, omrumuzda değildi karanlıklar, ay ışığı kuruturdu paltomuzun ıslaklığını, biz el ele dollaşırken yağmurun tomurcukları üstünde sabahlar olurdu…
Yollarda, omzumuza güneş ışıklarını salarken, biz mutluyduk sevgiden yana her şeyle, sonraları karanlık bulutlar kapladı bir yerlerden bedenlerimizin üzerine siyah bulutlar gibi çöktü hayatın çirkini bedenimize, biz birbirimize sarıldıkça çalındı mutluluğumuz ve biz kahreden acıların içinde yalnızlaşmış olarak çırpınırken yılları söktük aldık omuzlarımıza…
Ve biz, ayrılıkların öksüzleşmiş sevdalıları olduk, ki bölüştük acıları ayrı ayrı darmadağın olmuş çelişkilerle yalnızlaştık kaldık yıllar, yılara uzanırken…
Kime yalvarmamız gerek ki, asla... Böyle bir lükssümüz yoktu, kimsenin korumasına giremezdik ve yudumlardık elimizdeki son su damlasını ki yine de diz çökmezdik kimseye, sevgiye dahil olmuş sevgiliye de…
Gidiyorum, sanki bir anda kalkıp bir yerlere, bir şeyler için, olup olmadığını düşünmeden arkamı, neyi ve kimi bırakıyorum diye düşünmeden arkamdamda neler kalıyor, neleri bırakıyorum, geçmiş yılların tüm eskileri arkamda kalıyor, hiç birini umursamıyorum…
Oysa çoğunun vazgeçilemez ve de umursanamaz değerleri, anıları vardı, asla bir daha elde edebilme imkânım olmayan değerlerimdi aslında.
Oysa kitaplarım kalıyordu arkamda, raflarında, çoğunun her sayfasının birçok cümlesini, daha sonraları okumak için belirli aralıklarla altlarını çizdiğim cüm lelerin hepsi ardımda kalıyordu, aslında canım, çoğuldan da öte yanıyordu kitaplarım için…
Oysa en değerlilerimdi, daha nice değerlilerimin hepsi ardımda kalıyordu, tüm sen anıları da olmakla bu şehrin kulvarları ki, üstünde kimbilir ne kadar gölgemi ezmişliğim olan kulvarlara geride ve yapraklarına bastığım ağaçlar…
Artık galiba hepsinden vazgeçme zamanım geldi, ki sabrımın direnci kırıldı bu acılarla…
Neydi benim için hayatımın en önemli olanı, kendim miydim önem sırasının en önceliği, yoksa sen miydin sevgili, sen miydin bu öncelik sırasında en önemlim, işte yıllar süren yaşantımda öncelik sıram sendin ve ben bundan da hiç pişmanlık duymamıştım ta ki o vedasız gidişlerine kadar, ardına bakmayışın, geçmişi tek kalemde silişin, bu kadar kararlılık neydi ki sonraları pişmanlığa sevk eden, peki nedendi senin “sen benim hayatımın gerçeğisin” cümlesi ile adımı sayfalara döküşün ve de yaşantımı…
Yıllardır yazdığın cümlelerin ardına gizlenip, sahipsiz mektuplarla gözlerimin önüne dökülüşün, bu muydu sevginin çerçevesi sen anlayışına göre, yap et, kır dök, acıları üsatüme sıçratıp, yokluklara karış, sonra da “sen benim hayatımın gerçeğisin” cümlesi ile dökül karşıma…
İşte buna “acılanmalara basmak” denir, ki tarifi imkansız acılar sınıfındandır…
Gitmek için biraz oyalanıyorum, yani bekliyorum duvarların arka kısmında, insanlardan uzak, sessizlik arayışları ile, biraz sakinleşip, oyalanıyorum.
İşte tam da bu anlarda geçti aklımdan binlerce soruya verilen cevaplar, ki yaşamımım bir kesiti ve de dar bir kesit bu, yaşamdaki her şeye biraz oyalandığım gibi bekliyorum işte…
Her şeye beklemekle geç kaldığım gibi bu yazgıdaki yollara düşmeye de geç kalıyorum, işte tam bu anda, hissediyorum güçsüzlüğümü, tam da bu anda hissediyorum yine sensizliğimdeki güçsüzlüğümü…
Kördüğüm olmuş hayatımın bir de bu anlardaki güçsüzlüğümü, yapabildiğim tek şey, yapabileceğim tek şey, bu yazdıklarımı kimsesizliğimi ve tüm yalnızlığımla hayallerimi sakladığım bu şehrin denizinin akışkan sularına atmayı düşünüyorum, en azından bu arada da martılara ıslık çalıp, birkaç yudum yiyecek vermeyi düşlüyorum, tüm kararsızlıklarıma rağmen, yapmak istiyorumbunu, bir de sana “ben seni çok sevmiştim sevgili”demek istiyorum her ne kadar da geç kalmış ve beklemiş isem de…
Yoruldum be sevgili yoruldum, tüm bu labirentlerde dolanmak bedenimi liflere ayırıyor sanki…
Uzaklara gitmeye çalışmalarımızdır, bedenen ve de ruhen yorgunluklarımıza sebep olan…
Eksildik be sevgili, eksildik ama bir birimizden eksilmedik, birbirimiz için eksilmedik… Tüm sözlerimizi yalanlarcasına “birbirimiz için ölürüz, senin için ölürüm” derken, şimdilerdeki eksilmemiz, sadece kendimiz için eksildik diğerimizden.
Kendi iç güdümüzü tatmin etmek için eksildik, birimizin, diğerine acı vermesi için eksildik derken bile, acı fışkırıyordu bedenimizden. Sadece eksildik ikimizden, “bir birleri için yaşayanlardı bir diğeri için ölerek diğerine eksilen…”
Oysa biz inadına yalnızlaştık, belki de “bir başkaları için eksik ettin kendini benden…”
Af edilemeyecek bir yaşam kesitiydi geride kalan, sadece teklikle mücadele ederken , eskiden kalma ne varsa hatırlamakla geçen ömrün belki de feryatları, can acılarıydı bu açığa çıkan, senin, hoş görülecek artık bir geçmişin yok bende, sadece öfke doğmuş bir bedende yaşıyorsun derken bile , sinsi gülüşlerin kalmış aklımda…
Hayat bu sevgili, affedilmeyenlerin çektikleri gazapları yaşayınca sen de anlayacaksın benim çektiklerimi ki sahte gülümsemelerin kalacak yosun tutmuş taşların aralıklarında ve de beynimde…
Hepsi bu işte sevginin nankör yanında yaşam vermek…
Şimdilerde bir cümle kıvrılıp duruyor dilimin ucunda, söyleyip söylememek pek de önemli değildi, sadece düşünmek bile yetiyordu insanın iç duygularını süründürmeye, nedense söylenmek istenmiyordu, nedense iç bulanıklığı yapıyordu, herşeye rağmen bu kadar acıların arasında belki söylenmeliydi, bu da senin tutumundan doğuyordu belki de ama “sensiz de ben mutlu olmaya çalışıyorum” demek geldi düşüncemde…
Yıllardır yazdığın cümlelerin ardına gizlenip sahipsiz mektuplarla gözlerimin önüne dökülüşün, bu muydu sevginin çerçevesi sen anlayışına göre, yap et, kır dök, acları üstüme sıçratıp, yokluklara karış, sonra da “sen benim hayatımın gerçeğimsin” cümlesi ile dökül karşıma…
İşte buna “acılanmalara basmak” denir, ki tarifi imkânsız acılar sınıfındandır…
Mustafa yılmaz
Kime yalvarmamız gerek ki, asla...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.