- 903 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
FAŞİZM KUŞATMASI
Geçmişte Türkiye ile ilgili tespitlerden birisi; ülkemizin gizli faşist bir yönetimle yönetildiği ve yarı sömürge olduğuydu. Bugün geçmişe göndermeler yaparak tespitler yapılmadığı için (kendimizi ideolojik olarak yenileyip geliştirmeyişimizin de etkisiyle) çoğu kez egemen siyasi-ideolojik dilin tuzaklarına düşüldüğü, etki alanına girildiğini düşünüyorum. “Yeni toplum, yalnızca geçmişten miras kalan insan ve kültür malzemesiyle kurulabilir ve bu malzemeyi görmezlikten gelmek burjuva dejenerasyonunun tehlikeleriyle dolu bir ütopyaya saplanmak demektir.”¹ Dolayısıyla geçmiş kültürümüzü (hesaplaşmalarımızı da yaparak) anımsamamız gerekiyor.
30 yıl öncesi ile bugünün siyasi-ekonomik-ideolojik ayrımları ya da benzerlikleri nelerdir ki; faşizm ve sömürge tespitlerini kullanmaktan kaçınıyoruz, veya zorlanıyoruz? Daha mı demokratik olduk yoksa ekonomik-ideolojik-siyasi bağımsızlığımızı mı kazandık? Sosyalist bir değerlendirmeyle, dün ile bugün arasında tespitlerimizi, ideolojik dilimizi kullanmamamızı gerektirecek ne kadar değişiklik var?
Bugün yer yer sosyalistlerin-devrimcilerin söylemlerine de bulaşan “küreselleşme”, “serbest piyasa” gibi tanımlamalar üzerinden kurulan dil; gerçekte sömürgeleştirmeyi, bu sürecin kaçınılmaz sonucu olan hukuksuzluğu gizlemek, yumuşatmak için (ısrarla) kullanılıyor. Geçmişteki emperyalizm tanımıyla bugünkü küreselleşme uygulamaları arasında, kapitaliz tanımı ile bugünkü serbest piyasa uygulamaları arasında çok mu fark var? Ya da ithal ikameci, devlet destekli özel sektör yaratma politikalarıyla uluslar arası finans kurumları ve sermayenin isteklerinin devlet tarafından (özelleştirmeler, emeğin sömürüsüne yol açan yasal düzenlemeler vs.) gerçekleştirilmesi arasında dilimizi değiştirmemizi gerektirecek ne kadar fark vardır? Türkiye ve tüm az gelişmiş ülkeler geçmişte olduğundan daha fazla sömürge, daha fazla dışa bağımlı ve daha faşist olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla temel kavramlar açısından dilimizi değiştirmemizi gerektiren bir değişiklik yok.
Ülkemizde son yıllarda yaşanan ve sosyalistlerin, emek örgütlerinin etkisiz kaldığı süreçte egemenler arasındaki iktidar çatışmasının, kırılmaların açığa çıkmasını hızlandırdı diye düşünüyorum. Bu süreçte yukarıda belirtmeye çalıştığım kendi ideolojik-politik söyleminden uzaklaşma, egemen söylemler üzerinden siyaset yapma biçimi sola da bulaştı.
Bu arada ulusalcılarla aynı kulvara düşmemek, kitlelerin faşizme savrulmasını önlemek gerekçesiyle “emperyalizm” tanımının kullanılmaması gerektiğini söyleyenler de var. “Ulusalcılar, faşistler kullanıyor, dolayısıyla kitleler bizim kullandığımız sözcükler, tanımlar üzerinden ulusalcılar, faşizm de örgütleniyor” diyerek emperyalist kültürün tanımlarını kullanmak, sistemin üretilmesine yarar sağlamaz mı diye düşünmek gerek. Ya da başka yolların olup olmadığını....
BUGÜN ve AKP
Birçok çevre AKP’nin “değiştiğini, sisteme bağlı kalacağını” söylemesine inanmamaktadır. Sosyalistler ve devrimciler açısından AKP’nin değişip, değişmediğinin tartışılması bile sistemi desteklemek anlamına gelmektedir. Elbette islamcı çizgisine uygun kadrolaşmaya, sivil toplum örgütlerini, meslek örgütlerini ele geçirmeye, medya grubunu güçlendirmeye yönelik adımlarını sürdürüyor. Bununla birlikte tüm “muhalif”, “demokrat” söylemine rağmen; doğrudan başbakanın ağzıyla “ananı da al git” ,”askerlik yan gelip yatma yeri değildir”, “sendikacılar yalan söylüyor”, “ayaklan baş olursa kıyamet kopar” biçimlerinde dile getirdiği, 1 Mayıs’taki devlet terörüyle açığa vurduğu dışlayıcı, baskıcı, şiddeti olağan göstermeye çalışan tutumu faşizmin ta kendisidir. 1 Mayıs 2008 İstanbul olayları aynı zamanda AKP’nin “devlet” olduğunun da yansıması olarak okunmalıdır. Bundan böyle “cumhuriyetçi” çetelerin yanına “islamcı” Ergenekon’u da koymalıyız. Kendine demokrat, kendine özgürlükçü, kendine müslüman... medyasıyla, polisiyle, tarikatlarıyla emek ve sol düşmanlığında rakibiyle uzlaşmış bir islamcı Ergenekon....
Emekçilerin, yoksulların, Kürtler’in, öğrencilerin, gecekondularda yaşayanların, çevrecilerin, ...tüm taleplerini şiddetle bastıran güvenlik güçlerine yol veren AKP, özünde devlet içinde yaşadığı iktidar savaşını devletleşerek aşmaya çalışan, bu sırada içinde bastırdığı faşizmi kendini kanıtlamakta kullanan (daha fazla gizleme gereği duymayan) bir örgüttür...
Özellikle 27 nisan e-muhtırası ve kapatma davasın sürecinde taraf olmak ya da olmamak üzerinden düşünenler AKP karşıtı veya yandaşı gibi bir algıya yol açtılar. Faşizm kuşatması dediğim budur. Bugün AKP karşısında sosyalistleri, emek örgütlerini kendi müttefiki gibi göstermeye çalışanların geçmişteki tutumlarını biliyoruz. Sosyalistlere, emekçilere, Kürtler’e, kadınlara, seçimleri nedeniyle dışlanmışlara karşı AKP’nin bugünkü tutumu ile (sistem içi) AKP karşıtlarının geçmişteki tutumları birbirinin devamıdır. Yazıma 30 yıl öncesinin tespitlerini anımsatarak başlama nedenim biraz da bu paralellik karşısında sosyalistlerin, emekçilerin, Kürtler’in, dışlananların kullandıkları tanımlamaların ne denli önemli olduğunu anlatma isteği...
Bugün laiklik (cumhuriyetçilik) türban (islamcılık) üzerinden sürdürülen tartışmalarda demokrasi ve evrensel insan hakları tümüyle devre dışıdır. Bu süreçte AKP halkı olabildiğince baskı altına alırken, laiklik üzerinden politika yapanlar bu baskılar karşısında tutarlı ve inandırıcı bir işbirliğine girmek yerine politik malzeme olarak kullanmanın ötesine geçmemektedir. Cumhuriyet mitinglerinde yüzbinleri alanlara dökenler onca emperyalizm ve özelleştirme karşıtı söylemlerine rağmen “yabancılara satılan” Tekel’i savunan Tekel işçilerinin, Telekom’u savunan Telekom çalışanlarının vb. eylemlerine bin kişiyle bile destek vermiyorlarsa yeniden düşünmek, bunu halka anlatmak gerekir. Bu arada cumhuriyet mitinglerindeki “solcular CHP’ye sağcılar MHP’ye oy versin” çağrısı unutulmamalıdır. Bu çağrının sahiplerinin MHP-AKP işbirliği konusunda tek söz söylememiş olmaları, özeleştiri bile yapmamaları çatışmanın iktidar çatışması olduğunu göstermiyor mu?
AKP’nin tüm demokrasi, özgürlük, insan hakları söylemine rağmen yoksullar, emekçiler, Kürtler, kadınlar, aydınlar, devrimciler için değişen bir şeyin olmaması, tam tersine çatışmanın açık hedefi durumuna getirilmesi nedeniyle düşünmek ve düşündürmek gerekir.
Tüm karşı söylemlerine rağmen bir iktidarın kendinden öncekilerin mirasını sahiplenerek hükümet etmesi karşısında; laik-anti laik çatışmasının ötesinde yaklaşımlar açığa çıkarmamızı zorunlu kılıyor.
Türkiye sosyalist hareket ve partileri, emek örgütleri sistem dışı bir muhalif dili ve bakış açısını geliştirmek zorunda. Egemenler arasında taraf olup kendi faşizmini seçmek yerine kendi ideolojik önermelerini oluşturup kitlelerle buluşturmak zorunda. Saldırının büyüklüğü ve yol açtığı (açacağı) yıkım göz önüne alınarak temel yaklaşımlarda işbirliği geliştirmek, bu işbirliğini kalıcılaştırmaya çalışmak kaçınılmaz bir sorumluluktur.
“Faşizme karşı omuz omuza” ve “Kurtuluş yok tek başına, Ya hep beraber ya hiç birimiz” sloganlarına uygun pratikler oluşturmamız zorunluluktur. Dayatılan faşizm seçeneklerine karşılık sosyalizmi-demokrasiyi seçenek kılabilmek ve faşist dayatmayı kırabilmek sol-emek eksenli bir söylem ve işbirliğini sokağa, günyüzüne çıkartmaktan geçiyor. Türkiye koşullarında sosyalist bir savaşımı örgütleyemiyor, bunu başaramıyorsak ne anlamı düşünmenin, yazmanın?
Salim Çalık / Mayıs 2008
Dipnot: 1) Vadim Meyujev- Kültür ve Tarih sf. 191
bu arada 1 mayıs’taki devlet terörüne ilişkin fotoğraflar için;
salimcalikozgurluk.spaces.live.com/
YORUMLAR
Ne yazık ki kabullenmemiz gereken sosyolojik bir gerçeklik var Türkiye ile ilgili. Osmanlı'dan günümüze değişmeyen bir gerçekliktir bu her ne kadar Kemalist elitler Cumhuriyet sisteminin Osmanlı ile tamamen ayrı olduğunu iddia ettiyseler de.. Türkiye'de sunni islam ve milliyetçilik ideolojilerim her zaman devletin elinde yeri geldi mi kullanılacak birer araç olmuştur. Ve ne yazık ki halklar, duygulara hitap eden bu ideolojilere maruz kalmış ve tüm sömürülere, tüm eşitsizliklere ve adaletizliklere boyun eğmişlerdir. 1960lar ve 70lerde tüm dünyada gelişen öğrenci hareketleri ülkemizde de yükselirken, yerel olan türk-islam sentezi ideolojisi ile neo-liberalizmin yani "yeni dünya düzeni"nin yoğrulduğu "düzen" halka aşılanmış ve sonuç günümüzün apolitik bireyleri ve milliyetçi muhafazakar kitleleri olmuştur. türkiye'de bu ideolojiler zayıflamadığı sürece sol asla güçlenemeyecek gibi görünüyor. sol, dinsizlik ahlaksızlık çünkü halkın gözünde. eşitlikçilik adalet ve sol belki bir gün aynı cümlelerde kullanılır halk tarafından ama şu anda çok uzak duruyor. elbette düşünmeye, tartışmaya ve yazmaya devam edeceğiz