- 1810 Okunma
- 15 Yorum
- 5 Beğeni
SÖR DOUGLES YILMAZ EFENDİ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Ben Kasım 1898’de Edinburgh’un puslu ormanları arasına gizlenmiş büyük ve kasvetli Dük William Şatosunda dört ebe, altı hizmetçi ve bir uşak refakatinde dünyaya gelmiş, yirmi yaşına kadar dünyanın dört yanından getirtilen mürebbiyelerle talim ve terbiye edilmiş, bir gün bütün dünyanın hakimi olacağı hayallerini kurarken otuz dört yaşında -tamamen tesadüf olarak- dünyaya yanlışlıkla yolu düşen bir piçten başka hiçbir şey olmadığını öğrenmiş zavallı Sör Dougles William.
Annem Edinburgh’un zarif hanımefendilerinden güzeller güzeli Andrea, harp yılgını babam Kont Marcus William’ı şatonun diğer ucundaki odasında uyutup mahzene, yani İngiliz olmayan kölelerin kaldığı yere inerken şüphesiz aklında dünyaya benim gibi bir ucube getireceği fikri yoktu. Tek istediği sesine hayran olduğu bahçıvandan bir şarkı daha dinleyebilmekti. En azından ona sorduğumda verdiği cevap buydu.
Kontun kalın taşlarla örülü soğuk şatosunun en lanet bölümünde, Bülbülüm Altın Kafeste diye inleyen kara bıyıklı bahçıvan da dakikalar sonra nasıl bir belaya bulaşacağından habersizdi. Bir yandan şarkı söylüyor, bir yandan da el yordamıyla, iki gün önceki balonun hazırlıkları sırasında parmaklarına takılan gül dikenlerini çıkartmaya çalışıyordu. O gece mahzende uyumayan biri daha vardı. O kişi, akşam yediği kurtlu pirinç yüzünden yatağında iki büklüm kıvranan Habeşli Bay Omar, yani çehremi bir Noel ağacı gibi pırıl pırıl gösteren sahte ışıkları söndürüp, ebedi hüsranıma ve dahası karanlığıma sebep olacak kişiydi. Tabi o da diğer iki kahramanımız gibi ileride düşük çenesi yüzünden nasıl bir felakete sebep olacağını ve otuz dört yıl sonra o gece mahzende gördüklerinden dolayı canından olacağını bilemezdi. Tanrı onu hiç değilse rüyalarında uyarsaydı belki de o gece, bir daha asla sökmemek üzere dudaklarını ince bakır tellerle dikerdi. Ne yazık ki, hiç birimiz ati denen lanet olası şey hakkında tek bir malumat sahibi değiliz. İnançlı bütün insanların gelecek hakkında bildikleri tek şey bir gün dünyanın sonunun geleceğidir. Yapabildiğimiz tek şey, mabetlerimizde kendimizi bu son için uyarıp durmak.
Mahzenin zifiri karanlığında sarı bir çam dalı gibi alev alev yanan Andrea, altın kafesteki bülbülün aklını ziyan etmiş. Şarkının ilk nakaratında bahçıvana aşık olan annem, ikinci nakaratı bekleme gereği bile duymamış. Habeşli, Tanrı vergisi bir yetenekle kendini karanlığa uydurup, muhtemelen beyaz dişlerini çırılçıplak bırakan pis bir sırıtışla olan biteni seyretmiş.
Bütün o seneler boyunca beni her Pazar kiliseye sürükleyen, günah çıkarma hücresinin ahşap perdesi arkasında kutsal şarabını yudumlayan Papaz Colton’a işlediğim adi suçları itiraf etmek zorunda bırakan annem, bir gün olsun kendi günahını aklına getirmemiş olacak ki, hayalimde onun ağladığına, yüzüme bakarken çehresinin sarardığına ya da Kont Mardus’la yedikleri romantik sayılabilecek akşam yemeklerinde bir an olsun hüzünlendiğine dair tek bir fotoğraf bile yok. Aksine o daima gülümseyen, kahkahasıyla bulunduğu her yeri şenlendiren canlı bir kadındı.
Ondan yediğim ilk dayağı hatırlıyorum. Karlı bir Noel arifesinde beni zorla kiliseye götürmüş, hizmetkarıma kötü muamele ettiğimi rahibe anlatmamı ve Tanrının affına mazhar olabilmek için yakarmamı istemişti. O zaman on dört yaşındaydım ve Tanrının affı için sarhoş bir rahibe ihtiyacım olmadığını düşünüyordum. Arabamız şatoyu kuşatan ormanın içinde hızla ilerlerken karşımdaki sedirde zıplayıp duran anneme ve uşağımıza bu düşüncemi yüksek sesle tekrarladım. Annem pencereden başını uzatıp arabacıya seslendi ve ondan hemen durmasını istedi. Siyah peçeli ve gösterişli başını içeri sokmasıyla soğuktan uyuşmuş yanaklarımda sarsıcı ateşi hissetmem bir oldu.
“Bay Dougles, sen de bütün günahkarlar gibi işlediğin günahları itiraf etmek zorundasın! Bu senin Tanrıya karşı ne kadar samimi olduğunu gösterir.”
O anda Tanrıyı bir fanusun altına tıktığı salyangozları izleyen iri göbekli şımarık bir çocuk olarak hayal ettim. Arada fanusu kaldırıp salyangozlardan bazılarını ters çeviriyor, zavallı yaratıkların acı ve şaşkınlıkla yüz üstü dönebilmek için çektikleri çileyi izliyordu. Oysa çocukken dadım bana Tanrının sonsuz merhamet sahibi olduğunu söylerdi. O bizi peygamberler vesilesiyle hizaya getirmeye çalıştıkça, bizim nasıl azdığımızı, kendi bedenimizi ve dünyayı hor kullandığımızı anlatırken ağladığına şahit olmuştum. Biraz daha büyüdüğümde o beyaz saçlı esmer kadının peygamberler hakkında anlattığı hiçbir şeye inanmaz oldum. Felsefe hocam “Bir şey ne kadar kıymetsizse sevenleri tarafından o kadar övülür. Hele bu bir insansa mutlaka bir arızası vardır ki, yaverleri onu sürekli övmek ve yüceltmek suretiyle hafızalarda pak ve dik tutmaya çalışırlar” demişti. Bana göre peygamberler ne kadar günahkar olduğumuzun ispatından başka hiçbir şey değildi. Dağ tepe gezer, insanların ne rezil ve ne adi günahkarlar olduğunu anlatan kıssalar hikaye ederlerdi. Din adamları da sürekli günahları ve karşılıkları olan adil cezaları anlatıp duruyordu.
Açıkçası din ve felsefe konusunda başarılı bir çocuk değildim. Fakat yine de içimde kendime ait fikirler geliştirmeyi başarmıştım. Bu başarımda dünyanın her yanından gelme hocalarımın etkisi elbette büyüktür. Fakat benim şahsi fikirlerimin varoluş amacı onları bir başkasına aşılamak ve gizli bir kibirle yayılmak değil, hayatımı kendi önceliklerime göre yönlendirebilmek yolunda metotlar geliştirebilmek içindi. Bunu, bütün derdi gümüş tabaklarına işlenmiş soy armalarını ışıl ışıl görebilmek olan anneme anlatabilmem imkansızdı.
Her seferinde soyun ve inançlarımızın bizi ebedi hayata taşıyacak güvenli sallar olduğunu söyler, gözlerinde yanıp sönen bir aşkla William adının bizler için Tanrının lütfu olduğunu mırıldanırdı. Belki de bu yüzden her hafta Mukaddes Kitap dersi için gelen rahibin anlattığı kıyamet hikayelerini gözlerim kapalı dinlerdim. Bir yerden sonra rahibin sesi duyulmaz olurdu. Kendimi ve William ailesini kaynayan bir ateşin üzerinde kalın ve yanmaz kütüklerden örülü bir sala kurulmuş dev tahtların üzerinde cennet meyveleri yerken ve ateşin içinde debelenen diğerlerini izlerken bulurdum. O hayalin en belirgin bir yerinde altın işlemeli yelpazesiyle, sala tutunmaya çalışan yanmış et parçalarına korlu bir yel üfüren ve mangala serilmiş pirzolalar gibi cızırdayan etlerin kesik inlemelerine çılgın bir kahkahayla karşılık veren annem dururdu. Kont Marcus her zamanki gibi yorgun ve hastalıklı olurdu. Fakat onun başında hepimizinkinden daha parlak bir hale görürdüm. Çünkü o kilise adına savaşmış bir cengaverdi ve ebedi saadeti herkesten çok hak ediyordu.
Yine de düğünümden bir gün önce, soyum hakkındaki dehşet verici gerçeği öğrenene kadar annem gözümde bir azizeydi. Her ne kadar pek çok fikrine katılmasam da, gizliden gizliye ondaki sarsılmaz imana ve güce hayrandım.
Habeşli hizmetkarımız yirmi yıl at çiftliğimizde çalıştıktan sonra artık çok yaşlandığı ve iş göremediği gerekçesiyle şatoya çekilmişti. Birkaç ay burada çalıştırılacak duruma göre azat edilip vatanına gönderilecekti. Bu bir aile geleneğiydi. Bize bağlı hiçbir hizmetkar köle olarak ölmezdi. Vakti gelen herkes hür bir insan olarak topraklarına gitmekte özgür bırakılırdı. Gerçi çoğu hiçbir yere gitmez, ölünceye kadar şatoda ya da çiftliklerin birinde yaşamaya ve elinden geldiğince çalışmaya devam ederdi. Gitmemelerinin en önemli sebebi savaşlardan ve onca yıldan sonra gidecek hiçbir yerlerinin kalmamasıydı. Her şeyi göze alıp dönenlerden birkaçının akrabaları tarafından öldürüldüğünü haber almıştık.
Anneme kalsa yaşlı hizmetkarların hiçbirini şatoda barındırmazdı. Çünkü onların bir kısmı kafir, çoğunluğu ise nankördü.
Devam Edecek...
A. ENGİNDENİZ
YORUMLAR
Hımm...
Benim anneden gözüm korkar oldu yalan yok.
Sanırım yazı dizisinin diğer bölümünde, onun sözü geçer gibi olacak. Ben sizleri uzaktan uzaktan izliyorum. Ne olur ne olmaz, şatoya falan gelmem. Yaşlı kadın, nickimi adım sanır, gel de işin doğrusunu anlat.
Kahve içmeye falan çağıracaksan, lütfen şatonun bahçesinde içelim. Bende üstüme başka bir nick alıp kapıdan geçeyim.
Sevgiyle.
Olmuş bayağı. Büyümek Acısı Aralık'ta, Hiç Boşluk Yok Haziran'da yazılmış (ya da siteye yüklenmiş). Dokuz ayda bu üçüncü öykü. Yazmak alıştırma yapmayı gerektiriyor; bu kadar uzun sürelerle ara vermemeli (Kişisel hayatın yoğunluğu faktörünü gözden kaçırmıyorum ama bir şekilde zaman bulunuyor. Kendimden örnek vereyim: Son üç öykümden ikisini dişçi koltuklarinda, ağzımın içinde ikişer dişçi varken tasarladım.
Muhteşem Yüzyıl yayınlanmaya başladığında gayet hararetli tartışmalara sebep olmuştu: O dönemde... diye başlayan itirazlar geliyordu. Dönemin uzmanı değilim ama ''O masa 16. yüzyıla ait değil'' gibi otantiklik itirazlarını kabul edebiliyorum. Bir de dizideki davranışları tarihi karakterlere yakıştıramamanın yarattığı eleştiriler vardı; ''Hiç bir kaynakta Sultan Süleyman'ın burnunu sildiği, gaz çıkartınca güldüğü, kötü kılıç kullandığı yazmaz'' gibi. Yazmaz tabi. Yazılamaz ki.
Şimdi yapacağım eleştiriler ilk sınıfta. Peki, masanın aslında 18. yüzyıla ait olması, Süleyman'ın hikayesini değiştirir mi? Bence hayır. Hatalı bulduğum detaylar da öykünün akışını etkiliyor mu? Etkiliyor denemez. Ama yine de dikkatimi çekti, eleştiri yazabildiğim tek kişi söz konusu da olunca fırsatı kaçırmak istemedim.
Kölelik: Anlatıcı Kasım 1898'de, bir köleden doğuyor. ''İngiliz olmayan köleler'' deyimi okuyucuya ''İngiliz olanları da mı var?'' dedirtse de, asıl nokta Birleşik Krallık'ta kölelik 1833 te kaldırılıyor olması. Bu yüzden bu detay biraz anakronistik kaçmış.
Dük William Şatosu: Soyluluk ünvanları, sörlük dışında, bir bölgenin yöneticisine verilir. Ünvan büyük oğulda devam eder ve gelirini aldığı bölgeyle anılır: Warwick dükü gibi. Bu yüzden de William'ların Edinburgh Dükü gibi bir ünvanı olması daha uygun düşer. Ben dük olsaydım, adım İlhan Kemal, Suadiye Dükü ya da İlhan Kemal, Bulgurlu Markisi olması gerekirdi. Dükün mirasçıları da dük ünvanı ile devam ederler, konta pek dönüşmezler. Bu arada bugünkü Edinburgh dükü Kraliçe Elizabeth'in kocası Prens Philip'tir.
Günah çıkarma: Edinburgh'un ekseriyeti Presbiteryen (Protestan)dır. Presbiteryenler günah itirafına inanırsa da, bunun kişisel bir deneyim olduğu kabul edilir; günahler bir başınayken, doğrudan Tanrı'ya itiraf edilir. Katolikler gibi rahip eşliğinde, hücrelerde/kabinlerde günah çıkartma söz konusu değildir.
En başta dediğim gibi, bunların öykünün akışına etkisi pek yok. Öyküdeki genç kız o dönemde başından geçenleri ya da hissettiklerini anlatıyor; daha yaşlı birisinin yapacağı gibi geçmiş zamanların anıları içinde kaybolmuyor (Ressama model olan kızla, kahveye giren kız öykülerinde sanırım böyle bir pürüz vardı) Güzel başladı, devamı da gelir diye bekliyoruz. Gelmeli de... Saygılarımla.
İlhan Kemal tarafından 3/20/2014 12:02:09 AM zamanında düzenlenmiştir.
İlhan Kemal tarafından 3/20/2014 1:01:08 AM zamanında düzenlenmiştir.
İlhan Kemal tarafından 3/20/2014 1:01:20 AM zamanında düzenlenmiştir.
Aynur Engindeniz
Değişiklik olsun dedimdi kendimce. Dram değil de esprili bir şeyler yazayım istedim. Gerisi aklımda öykünün ama yazamayacağım sanırım. Sırada beyfendinin esas memleketindeki maceraları vardı. Ki esas öykü bu kısım. Bir İngiliz asilzadenin küçük bir Türk köyüne ayak uydurmaya çalışması.
Bebeğin dengeleri oturdu çok şükür. Artık yazmak için az da olsa zamanım var. (Okuma işini beşik salladığım uzun zamanlara içinde hallediyorum.) Sizi de burayı da olabildiğince takip ettim aslında. Ama bir elle beşik sallayıp öteki elle yazma maharetim pek gelişemedi.
Yazdıklarınızı her zaman olduğu gibi tek tek kazıdım hafızama. Hem yine her zaman olduğu gibi bir şeyler de öğrenmiş oldum. (Günah çıkartma konusunda yazdıklarınız ve düklük ile ilgili notlar mesela.)
Çok teşekkür ediyorum. En değerli zamanınızdan hatrı sayılır bir kesiti öykümü okumaya ve yorumlamaya ayırdığınız için.
Saygılarımla.
Aynur Engindeniz
İlhan Kemal
''Kitabına uydurmak'' deyişinin eski olduğunu düşünüyorum. Sözü edilen kutsal kitap olduğu için (Muhasebe defteri değil), deyimin geçmiş dönemlerde kullanımının görülmesi şaşırtıcı değil. ''Derken'' ise günümüz kuşaklarının sözüymüş gibi geliyor. Benden iki kuşak öncesinin bunu o anlamda kullandığını görmedim. Ama bir grup akıncının sınırda, at üzerinde nereye gideceklerini tartışırken ''Roma'ya gidelim derken?'' demesini hayal etmesi zevkli oluyor.
Ne yazık ki konuşma dilinin yazıya geçirilişi oldukça yeni. Bu yüzden de geçmişteki ilgi çekici deyimleri kolay kolay yakalamıyoruz. Hele hele yazı diliyle konuşulan dilin ayrıştığı dönemlerde (Bunun için en güzel örnek aslında 6. yüzyıl sonra Bizans toplumudur)
Bu arada öykünün devamını bekliyorum.
Aynur Engindeniz
Sevgilerimle.
Sevgili Aynur Engindeniz. Sitemize en güzel renkleri saçmak için ara sıra da olsa uğruyor. Samimi fikrim şudur ki ; uğramadığı- yazmadığı günler, biraz daha soğuk geliyor bu sayfalar. Üşüyoruz çoğumuz...
Aynur Engindeniz
Fikret TEZEL
Will, benim için de kutsal bir isimdir aslında sebeb aynı olmasa da ve tabiî Shakespeare aklıma gelmeyince geçerliliği olan bir kutsallık bu. Kraliyetin bir sembolü oluşunu da saymıyorum. Neyse umarım burada zihnî bir oyunun senaristi olmaz..Küçük kızların şu masalvâri hülyâlarından kalma bir alışkanlık diyeyim, siz anlayın..
Yorumu devâmına dâir hissettiklerimle uzatmak istemiyorum fakat öykü ismi çok şey düşündürüyor ve.. Hava da hiç olmaması kadar güneşli bugün, ne dersiniz mevsimler iyice birbirlerinin yerini mi almaya çalışıyor..
Öyküleme sanatınızı beğendiğimi defâten tekrarlamak çok rahatsızlık vermeyecektir herhâlde. Bunun sayılı insanlarda görülen bir yetenek olduğunu biliyorum. Yüzümü kapatıyorum, anlıyorsunuz ve biliyorum onlardan olma çağı çok ilerde benim için. Ama çok da çalışıyorum, haksızlık etmemeliyim kendime değil mi.. İyi örnekleri okuyarak bu sürecin uzamamasına dâir dileklerim de var.. Daha neylim..
Beklemekte olan okurlarınızı unutmamanız dileği ile..
Sevgiyle kalın..
Aynur Engindeniz
Çok sevgilerimle.
Aynur Engindeniz
ilk defa bir öykü okudum, sıkılmadan yorulmadan aktı gitti.
devamını merak ederek
tebrik ederim
Aynur Engindeniz
Aynur Engindeniz
Kurgu muhteşem, anlatım her zamanki gibi akıcı, temiz, sürükleyici, samimi ve okurun hayâl gücünü etkileyen...
Özlemişim sevgili Aynur Engindeniz kalemiyle ruhumu kuşatan, belleğimi harekete geçiren, yaşamın içinden renklerin üstün hayâl gücü ve bilgece bir derinlikle kurgulanarak yazıya dökülüşünü.
Aynur Engindeniz yazılarında daima kendinden emin, yaratıcı, üretken katkılar vardır. Dilin zenginliği ve bilginin derinliği cesaretle yaratıcı zekâyı birleştirerek anlatımın inandırıcılığına ve akıcılığına doyumsuz katkılar yapmakta.
Eskisi kadar sıkça giremesem de sayfalara, Aynur Engindeniz yazılarının farkını, tadını, heyecanını bir başka taşımaktayım yüreğimde. Kalemin kendi özgün çizgisini, kendi karakteristik yapısını oluşturarak okura kabul ettirmesi çokça önemsediğim bir olgu. İşte Aynur Engindeniz kaleminde de bu olguyu görüp hissettiğimden dolayıdır ki; ta uzaktan anlar, heyecanlanırım farkıyla, farklılaştırdıklarıyla.
Güne düşsün düşmesin; benim için her zaman ve her yerde ayrıcalıklı, farklı, değerlidir bu kalemin ışığı.
Kutlarım etkili kaleminizi güzel dost...
Ve tabii, teşekkürlerim, bu değerli paylaşımı güne düşüren Seçki Kurulu' nun kıymetli ekibine.
Aynur Engindeniz
Çok sevgilerimle.
bakalım
devamı
ilham mı
yazma isteğimi
yazarın kaleminden göreceğiz
güzel bir başlangıçtı
tebriklerimle
Aynur Engindeniz
Saygılarımla.
ersinbaşeğmez
ben ise sizin kaleminizi destekliyorum
bu sitedeki güçlü kalemlerdensiniz
siyasi yazı asarsanız
düşüncenizi eleştirim
inşallah bir gün buna da fırsat verirsiniz....
Aynur Engindeniz
Tekrar teşekkürler.
ersinbaşeğmez
görüşlerinize açıktır
yeter ki herkes hoşgörülü olsun
Sami Hoca var, biliyorsunuz.
Farklı düşünürüz kendisiyle. Kendisinin Çocuk Katliamları demiştiniz değil mi isimle yazısı var.
Ve o ve benzeri konulara fikir alış verişinde bulunduk. Orada görebilirsiniz iki farklı fikrin birbirine saldırmadan bölüşülmesini...
sayfam her zaman size ve değerli görüşlerinize açıktır
saygılarımla
Su gibi akıp gidiyordu, kaleminize kuvvet.
Devamını da okuruz inşallah.
Selâm ile.
Aynur Engindeniz
Sevgilerimle.
Hoş geldin Sevgili Aynur Engindeniz.
Yazılarını çok özlemiştik. Ne iyi ettin de geldin. Bu arada inşallah bebek de iyidir.
Bu günkü yazıya gelince: Ne diyebilirim ki. Şahane olmuş yine. Devamını merakla bekleyeceğim.Çok değişik ve ilginç bir konu. Beğenerek, haz alarak okudum.
Selam ve sevgilerimle.