- 1116 Okunma
- 2 Yorum
- 6 Beğeni
anlatılamayan
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
’Anlamak,
aramak,
inanmak,
sevmek,
özlemek;
sükuttan ibaret...’
Ağlayan, bağıran, başkaları tarafından hep haksız da görülseler kendilerine ait hakları arayanların sesleri çok uzakta kalmıştı. Sarı bozkırı ruhuna elbise olarak giyinen şehir büyümüş, hicrana ait yüzölçümleri uçsuz bucaksız bir yer olarak var olmuştu. Gözlerim, uykusundan kaçıp, tekrar yaşama dönmüş ruhumun yorgun halini anlatan iki pencere gibiydi. Üşümüştüm. İçime çektiğim her nefes, ruhumun çöllerinden yol aldıktan sonra dışarıya ‘ah’ diye çıkıveriyordu. Bitkin, umutsuz gözlerle arkadaşımın geleceği anı bekliyordum. Zaman geçmiyor gibiydi. An, vakar bir âlim gibi raksına devam ediyordu. Kanatları olmadan göğe yükselen ruhların kalp ağrısıydı karanlık. Aydınlık doğacaktı!
Yalnızdım. Yalnızlığımın en çekilir yanı, haysiyetli bir anlam kavgası vermemden geliyordu. Başkalarının yanında bir hiç olarak yaşayacağıma, kendi yalnızlığımda kimsesizlerin dostları olanların ulvi esintilerine kendimi kaptırmanın yollarını arıyordum. Arınmam gerekiyordu. Süfli duygularımdan uzakta, acı çekmem, biraz ağlamam, yunmam… Buselik makamında acem çığlığıydı sessiz yanışlarım. Kıvranan, iç çektikçe damarlarına ateş enjekte eden, savrulduğu anda doğruyu yine hakikatte bilen, ona secde eden bir dönüş…
Bazen anlatamaz insan. Çok sözcüğü vardır, dökmek, saçmak için beklediği pek çok duyguyla var olmaya devam ederde, düşünemediği, akıl edemediği, farkına varamadığı, belki de farkına varması istenilmediği için yalnızca hayvani bir anlayışla sürdürdüğü aşağı hisleriyle bir ömrünü tüketip durur. Bu böyle olmamalı, en azından biraz da olsa düşünebilmeliyim kaygısıyla toprak kokusuna hasret boşluklarıma yaşarken, İbrahim’in oğlunun sadakatinin farkına vardığımda, dua edemez hale gelmiştim. Madem teslimiyet vardı ve madem her kışın ahirinde bir bahar canlanıyordu, yeşeriyordu yeryüzü, sığınmaktan, gayri teselliyi sabırda bulmaktan başka çaremin olmayışına kanaat getirmiştim. Gönlüm ah vah etmekten kurtulmuş, çektiği acılar katmerlense dahi, biraz olsun durulmasına ve acıların nefes almasına imkân verilmiş bir zaman dilimine girmiştim. Aslında böyle bir zaman yoktu. Bu hep var olan bir şeydi ve ben bunu zaman olarak yorumluyordum. An artık değeri yalnızca anlayanın mana âleminde hissedebileceği bir forma bürünmüş, beni benden alıyor, cezbettiği gök karanlık ve ay en güzel haliyle gören gözlere nurlara eş hüsnünü sergiliyordu. Görünürde insandım ama görünmeyen de neydim, halim niceydi bilemiyordum.
Sokaklar yok olacak bir şehirden, âlemden fasılalar aralamış, isteyene duymayı seçip, anlamakla acı çekene hakikat ışığını yansıtırken çekirdeğinden, tüm gönül darlığıma sebep mevcudatın ayaklarımı taşıyan yeryüzündeydi. Her dala yuva yapan sersem bir kuş misali, gücümü, takatimi bölüp, bölüştürmekten ötürü var olan hakikat, kendi kıyametimde bana hadsiz acıların nakış gibi içime işlenebileceğini anımsatıyordu. Korktum. İlk defa yolda yürümekten, karşıdan karşıya geçmekten, o an için ölmekten ve ölüp de söyleyebilecek hiçbir şey bulamamaktan. Hem insan ölse dahi sahibine karşı ne söyleyebilir ki? Erenlerden biri bir gün manevi kardeşlerinden bir başka erenle şehir meydanında dolanırken, çevredeki insanlardan bahis açarak:’ Korkarım insanlar kendi nefislerini o kadar yüce bellemişler ki, Hak Teâla karşısına çıktıklarında günahlarına mazerete uydurabilecek kadar küstah olacaklar’ demiş. Diğer eren her ne kadar sözün doğruluğu karşısında hemfikir olsa da, böyle bir sözü söylemenin nefisle alakalı olduğunu aklından geçirmiş. O gece rüyasından ona bu sözü söyleyen ereni görmüş. O erenin elbisesi yırtılmış, kir pas içinde, saçı sakalı dağılmış, yüzü gözü toz toprak olmuş ve gönlü feryat eder bir halde elleri göğe doğru yükselir halde görmüş. Sormuş, ‘Bu halin de nedir benim hak kardeşim?’ diye. Eren öyle içten dua ediyormuş ki, kendini münacatında unutmuş bir hal ile ağlıyormuş, sızlıyormuş. Biraz daha eren kardeşinin yanına yaklaştığında, gündüz ona nefisle alakalı bir beyanda bulunan eren kardeşinin nedamet feryatları eşliği içerisinde ‘Seni hakkıyla bilemedim Allah’ım, bilemem de, yalnız nefsimin oyununa yenik düştüm. Kendi nefsimi unutup, diğer insanlar hakkında bilip bilmeden ben nefsani konuştum. Benim halim nicedir sensin, senden başkasını gayri istemem…’ diyerek, uzun bir münacatta olduğunu bilmiş. O hal o gece ona timsal olmuş. Çünkü hakikatte eren kardeşinin gündüz ona söylediği söz alenen, kati surette doğruymuş ki, doğru olsa da nefse dair eğer ki bir zerre dahi olsa tümün, var olanın hakikati sergileyemeyeceği düşüncesiyle pişman olmanın asıl manasını rüyasında idrak ediyordu.
Yollar mı uzundu? Daracık sokaklardan ıssız bakışlarla geçiverirken şehrin meydanına doğru, içim ezilirken pekmez olmaya esir tutulmuş, biçare üzüm taneleri gibi, hakikati arama meşgalesinde bin tür imtihan olduğunu, ancak bunlarında anlamak üzere zihinleri açılmış kullara mazhar olunacağını bilmek de gönlümü yaralamıştı. Bir kalp vermişti Hak, onu doldururken yapılan yanlışların dünyadaki iç sıkıntılarıydı benim gözlerimi yoran ve adımlarımı ağırlaştıran. Her nesne zıddıyla bilinirken, benim yokluğumsa toprak, toprak bir han, handa hancılar padişaha tabi, padişahsa tüm azametiyle, merhametiyle gelip geçen misafirlerine bin bir türlü rızkı hediye sunandı. O gece biterken, yavaş yavaş sonlanırken anın türküsü, gözlerim kapanırken, karanlığın ortasında secde eden meleklerin nurlarına ait hayaller kuruyordum. Oysa yalnızca hafif arası açık kalmış perdeden sızan Ay ışığından başkası değildi, tüm bu hayale, kurguya sebep olan.
…
Affediyorum. En başta kendimi ve sonra sizi! Sizi derken, ne kadar çok insanla tanımış olabilirim ki? İşte nefsi, işte kemale ermemiş bir ruhun şekvası! Sen kimsin ki affediyorsun, kimsin ki kendini başkasını affedecek konuma getiriyorsun? Ah kendim, ah günahkâr dilim, hep nefsi diyen sersem varlığım! Şu çiçek açan ağacı dahi örnek almaz mısın? Hangi mevsim açacağını ona bildiren olmasa, hiç o rengârenk hülyalarını dalında açar mıydı? Ona bildiren varken, bildirenin de sana bildirmek istediği şeyler bir din iken, sen dinsizliğin girdabında hangi menfaatine izah yapmak için zamanın yakasından tutmaya çalışıyorsun?
Aklım ukala, gönlüm yaralı, idrak etmeye çalışırken içim şüphe, dışım mazeret! Ruhum var, asla inkâr edemeyeceğim. Bir ruh ki her sevgime, üzüntüme benimle beraber koşan, asla inkârcı olmayan biri o! İçimde, ben olan, benim hakikatim, hikmette Hüvem, irfanda nüvem. Canlı bir mahlûk ki, âlemin herhangi bir yerinde örneği pek çok örnekle derç olunmuş, asla batıldan sağılmamış, bütün vücuduyla zişuur, işaretleriyle tasarrufu nizamından var olunmuş Cenab-ı Hak’kı gösteren onunla sarıldım hakikate. Duran su koşmaya başladı. Yağmayan su, bulutu parçaladı. Elsiz, dilsiz su bulutu parçaladı ve hakikat çeşmenin çukurundan fışkırdı. Derin hissedince, derinden duymaya başlayınca, aşkta derin bir hal almaya başladı. Asla batıl, batıla olmayan, isnad edildiği nokta itibariyle Hak’kı gösteren sükût nöbetlerime ihtiyacımın fazlalığı beni şaşırttı. Ne kadar da hasretmişim susamaya! O derin, heybetli anlamak, sükûtun sokaklarında bilfiil dolanıp dururken oysa!
Kapalı kapılar yine kapalıydı. Açılan, bana gösterilen hiçbir cennet yoktu. Yalnız hissediyordum derinden. Aşk tecelli oluyordu ruhun yalnızlık iklimlerimde piştikten sonra. Cemre düşmüş, kar, tipi, boran artık fayda etmiyordu toprağın tenini ak ile örtmeye. Artık ümit, yeşildi! Yeşil mabet, yeşil yapraklar ve fidanlardı. Her ne kadar bahar asılda olsa, içimde düne ait karamsarlık vardı. Aşk vardı. Kaybedilmiş, yitirilmiş bir sevgi vardı. Kapıları kapatanın O olduğunu bilmek, gizlice bir başka kapı aramaya müsait düşünce dahi bırakmıyordu. Teni beslerken, ruh zayıflamış, tin ‘tın tın’ sesleri ardınca garip bir hale dönüşmüştü. Sokaklara sordum. Ruhum acıyla pişmiş aş gibi her sualime cevap verebilecek olgunluktaydı. ‘Sen’ dedi, ‘sen aşkı yitirdim sanma! Aşk eğer yitirilecek bir şey olsaydı, kendini göstermezdi. Kendini gösteren, bir kez olsun semada yüzünü aşina eden bir varlık, hiç yiter mi? Olsa olsa onun da vazifesi vardır ve belki de en anlamlısı aşk da sükûta ermiştir.’ Ne sokak artık taş, asfalt ve soğuktu, ne de ben, ben kalmıştım!
Ah şems! Bilemedim. Huzuruna girerken şüphe içindeydim. Diyenlerde oldu ki Sen Hoy’dasın, bazısı çıktı dedi ki Tebriz’desin! Ancak biliyorum ki, asıl olan boş bir sanduka mıdır, yoksa ruhta yanan aşkın tezahürü binler özlem, hicranın kendisi midir? Allah’ı bilen ve onu sevenin bedeni olmasa da olur. Eğer ki aranan oysa onu seven herkes bir yol, o yollarsa görünen değil, görünmeyen sokaklarda dar geçitlerden ibarettir. Fakat ne olursa olsun, o his, o ilk adım, tereddüt, İkindi vaktinin esenliği, senin o engin Allah ve peygamber aşkın olmasaydı, senin hiç bozulmamış bedenini dahi görsem bana etin, kemiğin vereceği tek duygu ürkmek olacaktı. Ya şimdi? Dokuma tezgâhına olmak üzere hızla kendi sonunu hazırlayan ip parçası gibi dudaklarım kelimeleri boşaltırken, suyun yine kanadı, aklı ve yolu yok! Ağlamamam için anlamamış olmam gerekirdi.
‘O çokluk kuruntusu sizleri oyaladı,
Ta kabirlere kadar gidip ziyaret edişinize kadar!
Öyle değil, ileride bileceksiniz!
Sonra yine öyle değil, ileride bileceksiniz!
Öyle değil, kesin olarak bilseniz,
Andolsun ki, cehennemi mutlaka göreceksiniz!
Sonra yine andolsun ki, onu yakın gözüyle göreceksiniz!
Sonra andolsun ki, o gün her nimetten sorgulanacaksınız!’
İnsanların kırıcı olduğu, canın dahi artık candan sayılmadığı şu son zamanda, ahir zamanda, merhameti, aşkın saf, duru halini, var olunanın katıksız haliyle yeniden hatırlama bahanesiyle, aslında içimdeki boşluğun imdadı olacak bu yolculuğun son durağı Mevlana Hazretlerinin kapısından içeri girmeden, onun asıl ismini, sonra ona verilmiş mahlasları, namları bir anlık düşündüm. Hepsi birden kuru bir ‘efendim’ olmuyordu. Mevlana, özünde Efendiler efendisine kul olmanın şanına yakışır bir efendiliği insana süs olarak sunuyordu. Bu dünyanın en parlak ve ulvi süsüydü. Utanıyordum. Metalden, büyük cımbızlar etimi es geçip, ruhumu çekiştirip duruyorlardı. Sandukaların hiçbirine bakamıyordum. Utanan yüzüm, nefsiyle binlerce kez harp edip, yenik düşen taraftı. Aynada siyah görünen ve gittikçe aklığı kalmamış gönle meltemler sunan günler pek hayaldi. Gitmek istemiyordum. Şems’in yanında kanayan su, Mevlana yanında buhar olup, tuzunu sürme diye gözüme çekiyordu. Ayağımdaki galoşları unutmuş, tüm yol yorgunluğunu aklımdan silmiş, etrafa anlama dokumak isteyen bakışlar saçarken, kendi salgınım olan, feryadım, özlemim, adlandıramadığım kırgınlığım, hadsiz incinişim olan bu yaşamak kavgasında her şeyin O’na döneceği günün aslında pek de uzak olmadığını kulağıma fısıldayan ney, sufi dönüşün son mertebesinin ölüm olduğunu hatırlatıyordu. Mevlana’nın kavuşma gecesinde, Azrail Efendiler efendisine dahi yaşattığı ölmeden önceki acıyı, Mevlana’ya da yaşatmış ve onun asıl ilk semahı, ruhunun bedeninden çıkmasıyla başlamıştı.
Nazım kanatsız su, nesir divanın ilk cümlesinde hapis. Bismillah, her hayrın başıdır. Her yolculuk gibi, bir yolculuk daha son bulurken, içimde var olan tek dileğim Şeyh Tavus Mehmet-el Hindi’nin de beni kabul etmeseydi. Allah nasip etmedi! Sokağına kadar gitsem de, Rabbim sevgili kullarından birinin kapısından, penceresinden bakınmamı arzu etmedi. İçim bir yandan muhabbetle, sevgiyle dolmuşken, bir diğer yanım ise kırık vazo gibi asla birleşmeyeceğinin hüznüyle mahvolmanın eşiğine geldi.
Ve sükûtum!’ Asıl hicran şimdi başladı!
anlatılamayan Yazısına Yorum Yap
"anlatılamayan" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.