- 803 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. RESULÜN (SA) ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (21)
MEDİNE’NİN PANORAMASI
Medine’de devlet kurulmuş, Medine şehri Arabistan’daki bütün olumsuzluklara rağmen yapılanmalarına girişmişti. Medine’yi oluşturan Yahudiler, Putperest Araplar geçmişlerinde bütün Arabistan’ı karşılarına alacak bir girişimde bulunmamışlardı. Ancak bu sefer durum farklıydı. Kendi içindeki savaş yorgunluklarını HZ. Muhammed’in liderliğinde oluşturdukları yeni devlet modelinde barışla noktalamayı kafalarına koymuşlardı. Ancak bu durumdan Mekke hiç memnun değildi.
Medine’de oluşan yeni durumun kendi içinde bazı anlamları vardı ki, Mekke’yi rahatsız ederken, Arabistan’daki diğer şehirleri, kabileleri düşündürmeye başlamıştı. Medine’nin yeni yönetimi her ne kadar yeni din tebliğ ettiğini söyleyen Muhammed’in liderliğinde oluşuyorsa da, Medine’deki Müslümanların azlığı Arapları tereddüde düşürüyordu. Şimdi bu değişimin inanca, psikolojiye, siyasi, sosyal, ekonomik ilişkilere nasıl yansıdığına bakalım.
1. Mekke’de Kâbe’nin bulunuşu Arabistan’daki putperest toplumlar için önemliydi. Kâbe Mekke’yi kutsallaştırıyor. Mekkeli olmayı kutsuyor. Mekke’ye diğer şehirlerden farklı bir üstünlük kazandırıyordu. Bütün Arapların kalbi Mekke’de atıyor. Araplar yaşamlarının kaynağını Mekke olarak görüyorlardı. Allah Kureyş suresinde “Kureyş’e kolaylaştırılmıştır. Yaz ve kış seyahatleri onlar için rahat, kolaydır. Onlar Kâbe’nin sahibine kulluk etsinler ki, Allah onları açlığa karşı doyurdu. Her çeşit korkudan emin kıldı” demektedir.
Mekke coğrafi yapı olarak Medine’ye benzemiyordu. Medine sularıyla, bağlarıyla, bahçeleriyle bolluk içindeyken, Medine’ye göre Mekke bu özelliklere sahip değildi. Suyu vardı, yeşillikleri vardı ama Medine gibi değildi. Kuzey’den güneye, güneyden kuzeye gelip giden kervanlar uğruyor. Ticaret merkezi olarak önemli işler başarıyordu. Ama en önemli konum Kâbe’nin bulunuşuydu ki, Araplar geçmişten gelen kültürleri gereği, Mekke’ye farklı önemler veriyordu. Mekke’nin korunması sadece Mekkelilere ait görülmüyor. Mekke’nin üzerinde bütün Araplar titriyorlardı. Peygamberin dedesi Abdülmuttalip döneminde yaşanan fil hadisesi, Mekke’nin sadece Araplar tarafından korunmadığını, aynı zamanda Allah’ın da koruması altında olduğu inancını pekiştirmişti. Allah Fil suresinde “Rabbin fil sahiplerine neler etti, görmedin mi? Onların kötü planlarını boşa çıkarmadı mı? Onların üstüne ebabil kuşlarını gönderdi. O kuşlar, onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyordu. Böylece Allah onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi” diyerek Mekke’yi nasıl koruduğunu Mekkelilere hatırlatıyordu. Fil hadisesini Mekkeliler yakinen yaşamışlar. Hz. Muhammed resul seçildiğinde, fil hadisesini gören insanlar toplumda yaşıyorlardı.
Araplar, fil hadisesini duymuşlar. Ebrehe’nin ordusunun nasıl Allah’ın gücüyle bertaraf edildiğine şahit olmuşlardı. Fil hadisesinin oluşumuyla ilgili birçok yorum vardır. Konumuz fil hadisesinin yorumlanmasıyla ilgili değildir. Konumuz; fil hadisesiyle hatırlatılan konunun Mekke’nin “emin belde” olarak nasıl teşekkül ettirildiğine dair verilen bir örnektir. Mekkeliler ile Araplar arasında ciddi çatışmalar fazla değildir. Mekkeliler de Araplara karşı misafirperverliği öne çıkarmışlar. Atalarının tarihinden gelen gelenekler çerçevesinde hac sezonunda Mekke ve civarında hiçbir canlının öldürülmemesi yasalaştırmışlardı. Yani bırakın insan öldürmeyi, hiçbir canlı öldürülmüyordu. İnsanlara zarar veren, bitler, pireler dahi öldürülmüyordu. Tabi hac esnasında kurban amaçlı kesilen canlı hayvanlar bu yasak kapsamında değildi. Kurbanlık kapsamına girmeyen her canlının öldürülmesi yasaktı. Bu davranış, Mekke’ye gelen Araplara büyük güven veriyor. Mekke’ye fakir gelenler bile, Mekke’nin misafirperverliğinde yeterince doyuyorlardı. Mekkeliler ile Araplar arasında gerçekleşen dini, siyasi, toplumsal barış önemliydi. Hac mevsimleri panayırların kurulduğu… İbadetlerin yapıldığı… Eğlencelerin düzenlendiği… Bolca yenilip içildiği bir dönemdi. Ticaret yapmak isteyenler yapıyor… İbadet etmek isteyenler ediyor… Fakirler, yoksullar doyuruluyordu. Toplumda sınıflaşma olmasına rağmen, hac mevsiminde zımni bir şekilde sanki sınıflar ikinci plana itiliyordu. Her yıl yaşanan bu olaylar, Mekkelilerin Arabistan’daki konumunu yüceltiyordu.
Şimdi farklı bir oluşum vardı. Mekke’nin merkezliğinde Arabistan’da oluşan barış atmosferi, Medine’de farklı bir boyuta ulaşmıştı. Mekke’de İslam’ın tebliği ile başlayan süreçte, dışarıdan görünen Mekkeliler birbirine düşmüş, Mekke barışı bozulmuştu. Buna karşın, Mekke’de putperest Araplar barışı sağlarken, Medine’de farklı dinlere inanan insanlar, yani putperest Araplar, Yahudiler ve Müslümanlar aralarında anlaşarak, Muhammed’in liderliğinde yeni bir barış anlayışı getirmişlerdi. Mekke’nin kendi içinde barışın bozulması, Müslümanlara yapılan türlü işkenceler, buna karşı Müslümanların her ne olursa olsun, insanlara sahip çıkması diğer Arapları etkilemiş. Hele Mekke yöneticilerinin Müslümanlara karşı uyguladığı boykotu, bizzat putperest Mekkelilerin bozması, Mekke önderlerinin Araplar arasındaki gücünü zayıflatırken, Müslümanların gücünü artırmıştı.
Ticaretin, zenginliğin merkezi olan Medinelilerin, Mekke’nin düşman ilan ettiği Hz. Muhammed’i ve Müslümanları Medine’ye davet etmeleri, üstelik Muhammed’i başlarına geçirerek yeni bir devlet oluşturmaları Arapların dikkatini çekiyordu. Zira onlara göre Muhammed basit biri değildi. Muhammed çok sevdikleri Mekke’nin eski lideri Abdulmuttalibin torunuydu. Abdulmuttalib’in soyu Mekke’nin yönetici soyu olarak Arapların da lideriymiş gibi bir gizli unvana sahipti. Muhammed’e peygamberlik gelmeseydi. Muhammed putperestliğe karşı önceleri soğuk davranmasaydı. Peygamberlik gelmeseydi. Belki de Mekke’nin geleceğinde soyu gereği Mekke’nin lideri olabilirdi. Buna hiçbir şey engel değildi. Aksine Muhammed’in güvenilirliği, Araplar arasında sevilmesi lehineydi. Hz. Muhammed’in bu durumunu farklı din tebliğ etmesine rağmen Medineliler değerlendirmişti. Çıkarlarını düşünen Medinelilerin böyle bir duruma rıza göstermeleri rastgele olamazdı. Görünen oydu ki, adeta Medineliler, ileride Mekke’nin lideri olması muhtemel bir kişiyi Mekkelilerin elinden kapmışlardı. Abdulmuttalib’in torunu, Mekke’de barışı, uzlaşmacılığı öne çıkaran güvenilir Ebu Talib’in sahip çıktığı Muhammed Arapların gönlünde farklı bir yere sahipti. Kaldı ki, Mekke’de Müslümanlara karşı her türlü baskının yapılmasına rağmen. Hatta Muhammed’in Mekkelilerce öldürülmesi girişimi yapılmasına rağmen… Muhammed Mekkelilere kin beslemediğini belirterek, farklı bir vizyon çizmişti.
2. Medine zenginliğiyle Arabistan’da ünlüydü. Kervanların mutlaka uğradığı, çok iyi ticari faaliyetler yaptığı bir yerdi. Zengini bol halk elbette kervancılara çok karlı işler yaptırıyordu. Medine’ye İslam gelmeden, Yahudiler ve Putperest Araplar birlikte yaşıyorlar. Nüfus oranları putperest Araplar çok, Yahudiler az olmasına rağmen, Medine’nin merkezinde Yahudiler nüfus olarak üstünlüğü elinde tutuyordu. Uzun dönemler Yahudiler Medine’nin yönetimine karışmamışlardı.
Mekke’den Medine’ye hicret eden kişiler arasında öyle sıradan kişiler yoktu. Mekke’nin yönetiminde etkili, yetkili olan, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman gibi bütün Arapların sevdiği insanlar vardı. Hz. Ebubekir adalet işlerine bakan biri olarak Arapların kalbinde yerini almıştı. Hz. Ömer ise, Mekke’nin yönetimindeki görevinde, Mekke ile Araplar arasındaki ilişkileri düzenleyen olarak, bütün Araplarca her haliyle tanınan biriydi. Adaleti öne çıkarışı, kararlılığı, hak yemezliği ile ün salan Hz. Ömer artık Medine’deydi. Hz. Osman Mekke’nin, Kâbe’nin, malının mülkünün korunması veya bugünkü deyimiyle ekonomik işleri yöneten olarak bütün Arapların gönlünde yer etmişti. Bu zatlar, bütün varlıklarını inandıkları yeni din için, yoksullarla, fakirlerle, yolda kalmışlara harcamışlar. Köleleri satın alarak özgürlüklerine kavuşturmuşlar. Medine’ye fakir olarak gelmişlerdi. Bunları Araplar seyrediyor. Anlamlandırmaya çalışıyor. Böyle bir fedakârlığın altında yatan nedenler onları düşündürüyordu.
Medine’de kurulan devlet, yönetim organizasyonu ile, bir bakıma Dar’un nedve’nin en iyilerinin Medine devletine transferi gibiydi. Hz. Muhammed ve arkadaşları, Medineli liderler ile Mekke’nin önde gelenleriyle birlikte devlet kurmuşlardı. Üstelik Mekke’den gelenlerin önderleri, İslam gelmeden bile Hılfıl fudul teşkilatı oluşturmuşlar. Teşkilat aracılığıyla Araplar arasında adalet dağıtmışlardı. Arapların hafızalarında yer eden bu bilgiler, onların Medine’ye bakışlarını değiştiriyordu. Adeta Medine bütün Arabistan’ın yeni kalbi olma yolundaydı.
Elbette bu yapılanma Mekkelilerin hoşuna gitmeyecekti. Onlar Arabistan’daki güçlerinin gittikçe kaybolduğunu gördükçe, çılgınca düşüncelere sahip oluyorlardı. Her şeyden önce, Medine gibi geçmişinde keyfine düşkün, zenginlik içinde yüzenlerin, bugün bütün Arapları karşısına alacak tarzda devlet kurmaları, arkalarındaki gizemi merak ettiriyordu. Nasıl olur da, Medine gibi zengin, keyfine düşkün insanlar, Mekkelilerin karşı çıktığı Hz. Muhammed ve arkadaşlarını, bütün Arapları karşısına alacak şekilde davranabilirlerdi. Neye güveniyorlardı. Hadi Müslümanların gidecek bir yeri yoktu. Kim kapısını açarsa oraya gidebilirlerdi. Nitekim Habeşistan kapılarını açtı, orada kaldılar. Ama Medineli putperestlerin tavrına ne demeliydi? Medine’de sayıları 4.000 civarında olan Yahudilere ne demeliydi? Kim kendisini bütün Araplara karşı çıkarak tehlikeye atabilirdi? Yine 4500 civarında putperest Araplara ne denilebilirdi. Onlar kendi dinlerini savunan Mekke’ye karşı, Muhammed’i savunuyor. Muhammed’in liderliğine biat ediyorlardı.
Bu ve bunun benzeri düşünceler insanların kafalarından geçiyor. Araplar Mekke ile Medine arasında, siyasi, psikolojik, toplumsal, ekonomik tercihler yapmaya zorlanıyorlardı.
3. Mekkeliler ile Medineliler aslında birbirlerine muhtaçtılar. Şam ile Yemen sınırları arasında yapılan ticaretin önemli noktalarından biri Mekke, diğeri Medine’ydi. Yemen’den Şama doğru hareket eden kervanlar önce Mekke’ye uğrayacaklar, sonra Medine’ye uğrayacaklardı. Mekkeliler kervanlara engel olsa, tersi misilleme yapma hakkına hemen Medine sahip olacaktı. Zira o da Şam’dan Yemen’e doğru hareket eden ve önce kendisine uğrayan kervanlara el koyabilirdi. Hayvancılık üzerine kurulu Arabistan halkı, Şam ve Yemen arasında mekik dokuyan kervanlara muhtaçtılar. Ancak kervanlar sayesinde, farklı giyim kuşam, yiyecek içecek, alet edevatlara sahip olabiliyorlardı. Hatta öyle ki, atlarına üzengileri, eğerleri, develerine hörgüçleri, kullandıkları ok, yay, kılıç, kalkanları kendileri yapmıyorlardı. Hemen hepsini dışarıdan alıyorlardı. Onlarda olan, hurma, zemzem ve kendilerine has kokulardı. Bugün de öyle değil mi? Araplardan petrolü çıkar geriye ne kalıyor? Aradan yüzyıllar geçmesine rağmen, o günle bugün arasında hiçbir değişiklik yok gibi. O günlerde Arapların toplumsal yapısı sanki hazıra konan bir yaşam tarzına sahipti. Vahalarda büyütülen develer ve diğer canlı hayvanlar… Sulak yerlerde var olan, Arabistan’ın kendine has hurma bahçeleri onlar için zenginlik kaynağıydı. Ama bütün bu değerlerin gerçekten zenginlik kaynağı olabilmesi için, Mekke’nin Medine’ye, Medine’nin Mekke’ye ihtiyacı vardı. Zira Mekkeliler de, Medineliler de kervanlar aracılığıyla ürünlerini satamazlar ise hiç bir anlamı kalmazdı. Bu nedenle Arabistan’ın diğer şehirlerinin gözü Mekke’ye, Medine’ye dikilmişti. Ne olacak? Kim öne çıkacak? Eğer biri öne çıkıp hakimiyeti eline almazsa, huzursuzluk kervanlara zarar verebilirdi.
Arabistan’ın diğer şehirleri zaten Mekke’den Medine’den daha küçüktüler. Bazı şehirler de tamamıyla Yahudilerden oluşuyordu.
4. Medine’deki gelişmeler Arabistan’a yayıldıkça Araplar allak bullak oluyordu. Düşünebiliyor musunuz? Medine’ye bağlı her kabile, Yahudiler, putperestler, Müslümanlar, adalet, özgürlük, barış, esenlik içinde yaşama söz vermişler. Taahhütlerini yazılı sözleşme haline getirmişlerdi. Medine vesikasının her maddesi Araplar arasında çınlıyordu. Herkes kabilelerin hangi esaslara dayandığını biliyor. Zengin, fakir, soylu, soysuz, köle, hür fark etmeden, herkesin hakkını bildiği, birbirini eşit gördüğü bir toplumdan söz ediliyordu. Bütün bu söylemler, Arapları altüst ediyor. Yıllarca yaşadıkları sınıfsal sistemler anlamını kaybediyordu. Medine’nin başındaki Muhammed, bütün insanlar arasında eşitliğin, adaletin, barışın simgesi olarak yükselirken, Mekke’nin önderleri gün geçtikçe değerlerini kaybediyorlardı.
Düşünceleri ortada gezen insanlar, birbirine çatışmalı, kavgalı yönetimleri, devletleri seyrederler. Hangisi üstün gelecek? Hangisinin söylemleri diğerini sıfırlayacak? Bu durum psikolojik, sosyolojik bir tutumdur. Toplumsal yapılanmaya katılarak sorumluluk üstlenmeyi erteleyenler seyretmeyi öne çıkarırlar. Arabistanlılar da Mekke’yi, Medine’yi seyrediyordu. Mekke ile Medine arasındaki çatışma sonucuna göre karar vereceklerdi.
Medine’nin yasaları sadece Medine vesikasına dayanmıyordu. Allah’ın gönderdiği hükümler… Hz. Muhammed’in hayvan hakları, doğa hakları olarak koyduğu hükümler, önce duyanları güldürse de, sonra düşündürmeye başlıyordu. Allah’ın yarattıklarına saygı, sevgi, Medine yasalarının ortaya koyduğu gerçekti. Arzularına, heveslerine göre, hayvanları katletmek, doğaya zarar vermek yasaklanıyor. Hangi dinden olursa olsun, insanların, ailelerin kişisel hakları korunuyordu. İnsanlar arasında dolaşan yalan, riyakârlık ortadan kaldırılıyor. İnsanlar arasında güvenilirlik öne çıkarılıyordu. Mümin olmak, sadece iyi bir Müslüman olmak anlamında kullanılmıyor. Mümin olmak, yani emin, güvenilir olmak, riyakârlıktan uzak dürüst olmak, insanlığın erdemi olarak toplumda yayılıyordu. Kendisinden emin olunan, putperest Arap, Yahudi, Müslüman, insani ilişkilerde aynı değere sahipti. Yalancı, riyakâr olan, putperest Arap, Yahudi, Müslüman aynı şekilde tepki görüyor. Din tercihi ile yalancıya, riyakâra sahip çıkma kabul edilmiyordu. İnsanların tarafgirliği, ideolojik, dini ayrımlara değil, hakka, adaleteydi. Zira Allah, her ne halde olursa olsun Müslümanlara adil olmalarını emrediyordu.
Arabistan’dan bütün dünyaya yükselen bu ilkelerin, düşüncelerin, seslerin özlerine baktığımızda göreceğimiz şey… Aynı ilkeleri, düşünceleri, sesleri bugün de özlediğimizdir. Günümüzde herkesin, kendi cemaatinden, mezhebinden, partisinden, tarikatından, dininden, devletinden, ırkından olanı koruduğu bir ortamda, adalet nereye gidiyordu. Tarafgirliklerle, yalan kutsallaştırılmış. Riyakârlık kutsallaştırılmış. İnsanlık adına oluşan… İnançların ortaya koyduğu bütün ilkeler çöpe atılmış. Neredeyse herke, başkasının insanlığını insansızlık, kendisinin insansızlığını insanlık ilan etmişti.
Medine’nin panoraması, günümüz dünyasının ideallerinde bile yok. Yalan, talan, soygun, haksızlık, adaletsizlik almış başını gidiyor. İnsanlar bilinçsiz bir şekilde eskiye özlem yaşıyor. Eski denilince ne anlıyor belli değil. Öncelikle hangi eski? O da belli değil.
Hemen herkesin yalandan, riyakârlıktan şikâyet ettiği bir toplumda yaşıyoruz. Ama yalan, riya toplumun ana dinamikleri olmaktan vazgeçmiş değil. Mekke’nin Dar’un-Nedve’si günümüz demokratik rejimlerden daha ileri görünüyor. Günümüzün demokratik rejimleri, özellikle demokrasiyle yönetilen ülkeler, ülkemiz de dâhil, yalan, riya üzerine yürüttükleri siyaseti, medya desteği ile mükemmel bir şekilde insanlığın ulaştığı doruk noktası diye yutturuyorlar.
İşte yaşadığınız toplum. Dikkatle bakın. Siyasi önderlerin birbirlerine karşı en masum sözleri, “hırsızsınız, yalancısınız, riyakârsınız, soyguncusunuz, yetim hakkını yiyensiniz, zalimsiniz” Bütün milletin önünde, milletin en yüksek meclisinde yapılan bu tartışmalardan bir benzeri, emin olun beğenmediğiniz putperestlerin Mekke’deki Dar’un Nedve’sinde yapılsa, kılıçlar çekilir, kan gövdeyi götürürdü. O günkü insanlar putperest bile olsalar, onur taşıyorlar, yalancılığı, riyakârlığı asla kabul etmiyorlardı. Mesela; Dar’un-Nedve yöneticilerinden biri, diğerine hırsızsın diyecek, o da sen hırsızsın mı diyecek? Asla, hırsızlıkla suçlanan anında kılıcını çeker, kabilesi savaş açar.
Günümüz demokratik düzenleri, yalanı da, riyakârlığı da, hırsızlığı da, soygunculuğu da, talanı da, yetim hakkını yemeyi de ayağa düşürdüler. Bir ülkenin başbakanına, sokaktaki on yaşındaki çocuk bile, başbakan hırsız diyebiliyorsa… Bir ülkenin en büyük muhalefet partisi liderine sokaktaki on yaşındaki çocuk bile sahtekar diyebiliyorsa… İnsanlıkta ulaşılan zirveyi siz düşünün. Böyle bir panorama ne putperest Mekke’de, ne de Medine’de vardı. İşte günümüzün en ileri demokratik rejimleri… İnançlar baskı altında. Irklar baskı altında. Kültürler baskı altında. Örfler, adetler baskı altında… İnsanların dilleri baskı altında… Peki, Medine’nin panoraması böyle mi? Hiçbir şey baskı altında değil… Bütün kötülükler kontrol altında… Hiç kimsenin kötülük yapma hakkı yok. Hiç kimsenin, yalan söyleme, riyakâr davranma hakkı yok. Hiç kimsenin hırsızlık yapma hakkı yok. Ama bugün günümüzün demokratik rejimlerinde bütün haklar sanki, yalancılara, riyakarlara, hırsızlara, soygunculara verilmiş gibi.
Müslümanlar, bakara suresinin başındaki Allah’ın insanları tarif ettiği, kâfir, münafık, mümin tabirlerini sadece din çerçevesinde anlıyorlar. Aslında tam öyle değil. Allah bu ayetlerinde, insan tiplemelerinden söz ediyor. Kâfir; gerçeklerin üzerini örterek yalanlara dayalı bir inanç oluşturandır. Münafık; çıkarlarına dayalı, çıkarları için her toplum her insan arasında gelgit yapandır. Mümin ise; güvenilir insan karakterini ortaya koyandır. Şimdi şöyle düşünün… Medine vesikasının altını imzalayarak Hz. Muhammed’e biat eden Yahudilere, putperest Araplara peygamber, sizler kâfirsiniz, münafıksınız mı diyordu? Gerçekten böyle demiş olsaydı, Medineli putperestler, Yahudiler peygambere biat ederler miydi? Dikkatli düşünün. Bir toplumun lideri, kendisine biat eden, biatlerine göre verdikleri sözleri yerine getirenleri, kâfirlikle, münafıklıkla suçlar mıydı? Eğer suçlamış olsaydı, Yahudiler, Putperestler peygambere güvenirler miydi? Eğer peygamber onları böyle suçlamış olsaydı… Onlar peygambere, “Ya Muhammed sen ne biçim insansın, sen hem bizi barışa, esenliğe davet ediyorsun, hem bize hakaret ederek, bizi suçlayarak araya kavgayı, savaşı sokuyorsun. Hâlbuki seni Mekkeliler memleketin kovduklarında, her şeye rağmen sahip çıkan bizlerdik” demezler miydi?
Eğri sorular yerine doğru sorular sorarak, Medine’yi, Medine’de gönderilen ayetleri anlamamız gerekiyor. Elbette putperest Araplar içinde de, gerçeklerin üzerine örten kâfirler, insanlar arasında çıkarlarına göre gelgit yapan münafıklar vardı. Elbette Yahudiler arasında da, gerçeklerin üzerini örten kâfirler, insanlar arasında çıkarlarına göre gelgitler yapan münafıklar vardı. Elbette Müslümanlar arasında da, gerçeklerin üzerini örten kâfirler, çıkarlarına göre insanlar arasında gelgit yapan münafıklar vardı. Allah Medine vesikasının altına imza koyup, peygambere itaat eden bütün Medinelilere sesleniyordu. İçinizdeki kâfirlere, münafıklara dikkat edin. Sizler emin, dürüst, güvenilir, insanların zarar görmediği müminler olun diyordu.
Bütün bu kavramlar, değerler Arapları altüst ediyordu. Allah Medinelilerin şahsında bütün insanlara, yeni insanlık dersleri veriyor. İnsanların nasıl değerlendirileceklerine dair kurallarını belirtiyordu. Allah’ın gönderdiği bu ayetler, bütün Arabistan’da yankılanıyor. İnsanlar, hangi dinden olurlarsa olsunlar, içlerindeki kâfirleri, münafıkları temizliyorlardı. Ancak gerçek temizlik Allah’ı dinlemek, Hz. Muhammed’e biat etmekle mümkündü. Onun için “bedeviler gelip, iman etmedikleri halde Müslüman olduk dediler” Onlar gördükleri, duydukları insanlık ilkelerine, barışa, huzura, esenliğe teslim olmuşlardı.
Medine’nin panoraması, ne yazık ki Müslümanlar tarafından da bilinmemektedir. Bugün Müslümanlar arasında İslam soyut bir kavram olarak, geleneklerin, örflerin, bidatlerin içinde kaybolup gitmiştir. Aslında İslam, insanlığın dünya tarihi boyunca aradığı, insanlık erdemlerinden başka bir şey değildir. Aslında İslam, insanlığın yitik malıdır.
Bunu anladığımız gün, aklımıza, kalbimize İslam hidayet edecektir. İnşallah hidayet edenlerden oluruz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.