- 1724 Okunma
- 11 Yorum
- 7 Beğeni
Bekleme Odası
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Yıllarca ruhumun usta bir ressamın tuvalinden çıkmış natürmort bir resim gibi durağan olmasını bekledim. Ruhum alenen ortada olmasına karşın, asıl konudan sapmış bir ressamın nü tablosu gibi renkler içinde yalpalanıyor ve adeta can çekişiyordu. Nü resimlerde sanılanın aksine sadece bedendeki çıplaklığı seyretmezsiniz. Nü resimlere dikkatle bakarsanız derinlerde yatan acıya şahit olabilirsiniz. Belki sırf bu yüzden canımı acıtan bir şeyler olduğu zamanlarda ölü taklidi yapmaya ve ne kadar hissiz olduğumu göstermeye çalışıyordum. Güçsüzlüğünü güç maskesiyle gizlemeye çalışan kaktüs kadınlardan biriydim yalnızca.
Bazen birileri arıyor ve nasıl olduğumu merak ediyorlardı. Hiçbir şey olmamış gibi değil, çok şey olduğunu bilerek soruyorlardı. Ne kadar kötü olunabilirse o kadar kötüydüm. Savaştan çıkmış bir gazi edasında, başımı hep dik tutmaya çalışsam da yaralıydım sonuçta. ’Yeniden yaşamaya başlamak kolay mı’ diyordu şair, kolay olmadığını yaşadığım hergün daha iyi anlıyordum. Geriye dönemiyor, ileri gitmeye de zorlanıyordum. Olduğum yere sabitlenmiş, hatta çivilenmiş gibi donuk gözlerle bekliyordum. Beni bir süreliğine bir bekleme odasına almışlardı. Büyük bir şey olacak fakat o zamana kadar ben bu küçük ayrıntıda bir süre oyalanacaktım. Hayatı bekleme odasındaydım. Oysa hayat benden bağımsız dışarıda koşmaktaydı. Ama yaşamak bunları anlatmaktan çok daha zordu.
Giderek her şeyden uzaklaştığımı veya uzaklaşmam gerektiğini hissediyordum. Bana göre olmadığını düşündüğüm dünyaya daha fazla kafa tutacak gücü kendimde bulamadığım için belki, dünyayı ruhuma uyarlamak istiyordum. Herkesle iletişimi kesmeye başladım. Daha çok kitap okuyor, daha çok sigara içiyor, daha az konuşuyor, azar azar beni dünyaya bağlayan şeylerden uzaklaşmaya çalışıyordum. Sevdiğim adamın yazdıklarında kendimi aramıyordum. Aramadığım bir şeyi zaten bulmam mümkün görünmüyordu. Daha mı iyiydim, daha mı derine iniyordum, daha mı güçlüydüm, daha mı az çaresizdim emin olamıyordum. Geçmişi rendelemek ve usul usul eritmek istediğim anılarım vardı. Hala sindiremediğim hazımsız zamanlarım oldu. Sevimsiz gündüzlerim ve uğursuz gecelerim. İnsanlar hayatınızdan geçip gider fakat anılar hep taze kalır. Bazıları nasırlı yaralar bırakır geriye, bazıları çiçekli gökkuşağı. Benim bu hayattaki rolümde, yaşanmışlıkları saklayan bir anı koleksiyoncusu olmakmış demek ki.
Bekleme odasında beklerken hayatımı, dostlarımı düşünmeden edemiyordum. Giden ve gelmeye çabalayan dostları. Giden sözcüğü cümlemin içine bulaştığı için huzursuzlanıyordum. Dost gitmeyi istemeyen veya gitmek konusunda hünersiz olan insana denilirdi. Dostlar, dostlarını bırakıp bir adım öteye gidemezlerdi. Demek ki otuz yıla sığdırdığım dostluklar konusunda başarılı sayılmazdım. Aslında gündelik hayatın içindeki her serzenişte dostlarımı özlüyor, adlarını anmadığım anlarda bile kalbimin sızladığını biliyordum. Ama özlemek de bir yere kadardı. Onlar içimde boyut değiştiriyor, başkalaşıyor ve ben onların yokluğuyla baş edemiyordum. Ruhumun yelkovanı hareket etmiyordu artık. Öfkem de kalmamıştı kusacak. Bu sessizliği hayra yormak istiyordum. Bir an konuşmak istiyor neden sonra derman bulamayıp sesimin çığırtkanlığını kısıyordum.
Bekleme odasında beni seven onca adamın içinden, ben bana en çok acı çektireni sevmiştim. O adam bana umut vermişti, vermek istemeseydi almazdım. Ama vermek istemişti. Neden ve neden şimdi bilmiyorum. Oysa ben hep umut almaya elverişli bir hal içerisindeydim ona. Vermeyi istemediği bir umut için yüzyıllarca beklemiş gibi hissederken, ne olduğunu anlamadığım halde bu büyülü an’a tanık olarak -gözlerimde dahil- önüne bıraktım kendimi. İçimdeki sevinci anlasın istiyordum aslında. Taşan bir şeyler vardı içimde. Ona olan sevgim toprağa çarpamamış bir katreye benziyordu. Toprak suyun sevgilisiydi, bense gökyüzünde asılı kalmış cezalı bir katreyim ki, hevesi kursağında kalmanın başka türlü bir açıklamasıydı bu. Benim ona olan özlemim yağmurdan, sevgim de asılı kalan o katreden ibaretti.
Ruhumu kemirip duran o umut beklentisi bir anda kalbimi sömürmeyi bırakmıştı sanki. Sonra bir şey oldu yahut ben öyle hissetmiş de olabilirim ama bir elma şekeri uzattı bana ve tam elimi uzatırken şekeri alıp yere fırlattı. Ağlamak istedim o an, ağlayamadım. Elma şekeri toz toprak içinde kalmıştı. Eğildim ve elmalı şekerimi yerden aldım. Ellerimle üzerindeki pislikleri temizlemeye çalıştım. Umudum tıpkı ellerime yapışan şekere benziyordu. Ben her şeye rağmen o umudu geri istiyordum. İçinde çürümeye yüz tutmuş duygular olsa bile geri istiyordum umudumu. Sonra nasıl anlatsam, bir yıldız kaydı, bir güneş battı, bir tılsım kırıldı, bir buz dağı eridi içimde ve öyle içten diledim ki bunu, bu kahrolası saplantıdan kurtulmayı. Allah kahretsin! dedim. Başka çaresiz kadınlar gibi dua falan da etmedim, beddua da sayılmazdı. Ama Allah kahretsin dedim, ya onu, ya beni! Kahretsin de bitsin bu azap..
Belki yalan söylüyordu, o an doğru olması umrumda değildi. Hatta yalan söylemesi için dua ettim. Beni üzmemek için yalan söyleyen bir adam beni kaybetmekten korkuyor olmalıydı. Beni kaybetmekten korkuyorsa beni kaybetmeyi göze alamayacak kadar seviyor demekti. O an doğruluğun ne önemi vardı ki. Ama çabuk ayıldım düşten. Soğuk duş altında kendine getirmem uzun sürmedi zaafımı.
Dışarı çıktım. Bahçedeki ince dalları toplayıp büsküvi kutusuna doldurdum. Çok üşüyordum. Sobayı tutuşturup kapağını örttüm. Ateş bitmesin diye üzerindeki küçük delikten ince dalları teker teker sobanın içine doğru atmaya devam ettim. İnce dalları düşündüm. Ağaçların saçlarıydı onlar. Acaba şimdi yanarken canları acıyor muydu? Kadınlar saçlarını kestirince canları acırdı kederden ama saçları kimliksizleştiği için ruhsuzlaşırdı. Kadınların ruhu acırdı ama saçları değil. Bu yüzden belki ağacın canı yanıyordu hala bahçede, ama dalı ölmüştü çoktan. Demek onu acıtmıyordum yakarken..
Kimselerin vakti yok diyorlardı ince şeyleri anlamaya. Yanılıyorlardı işte! Ya da ben çok yanlış anlıyordum ince şeyleri anlamayı. İnce dalları düşünürken onları anlamadığımı o an anladım.
Kadınlar olmayacak şeylere çabuk dönüşüyor. Ben bir atom çekirdeğiyim sanki tek bildiğim bu. Ben olsam inanırdım kendime...
fulya/4mart2014
YORUMLAR
Öyledir zaten...
İllâki, renklerin de en kötüsünü seçersiniz bir tabloya başlarken. Neden bilmem hep öyledir, bir şeyler sizi iter sanki kötüye doğru. Ya kötü yalnız kalmasın diye, ya da siz kötülüksüz kalmayın diye veya renklerin içinde ilk defa kötü rengi öğrenin ki, iyi rengin kıymetini daha sonra tadını çıkara çıkara göğe doğru tutup tutup şöyle bakıp da durun diye.
"...Hayatı bekleme odasındaydım. Oysa hayat benden bağımsız dışarıda koşmaktaydı. Ama yaşamak bunları anlatmaktan çok daha zordu... "
O bekleme odasında kaldım öylece...kendimi gördüm en yakın köşesinde, korka korka dokundum kabuksuz yaralara.. acıdı içim....
Son zamanlarda okuduğum en güzel yazılardan biriydi..
Güne gelmeseydi dönüşünden haberim olmayacaktı.
Seçki kuruluna teşekkür borçluyum...
Hoş geldin Fulya
iyi ki döndün
Nujin(ilyada odysseia)
Tebrik ve sevgimle.
Nujin.N. Demir (İlyada) tarafından 3/5/2014 1:35:02 PM zamanında düzenlenmiştir.
Fulya CODAL
Sevgili İlyada, sen hep sadık bir okurdun benim naçizane yazılarım için. Çok teşekkür ediyorum. Yüreklendirdin bunu bil. Yeniden yazmak ve burada olmak çok iyi geldi.. Merhaba :)
Neva Ney
Özlemiştik yetkin sıcak kalemini...
Dönüşün de bize iyi geldi..
Merhaba :)
Birdaha gitmemen dileğiyle
Saygı ve sevgimle.
Fulya CODAL
Bir yere gitmedim aslında, sadece yazmaktan epey uzaklaşmıştım..
İnşallah devamı gelir, daimi sevgiler ve selamlar.. :)
Fulya CODAL
Teşekkür ederim Salihacım, evet uzun bir aradan sonra yeniden kaleme merhaba dedim sanırım :)
Bana da iyi geldi..
Bir bıçak alıp damarlarından uzak bir yerinde bedenine zarar verirse insan, çektiği rûhi sıkıntıdan kurtulabilir mi? Başkası için değil yalnızca kendisi için acı çekmeyi öğrenmenin bir yolu yok mu? Bunu bilseydik sanırım saçımızı kestiğimizde kâlbimiz acı duymaz, aksine sebepsiz gülüşlerimiz olurdu.
Okudum ve korka korka okudum. Bâzı satırlarda yüzümü çevirdim. Son satırların canımı yakıp yakmayacağını düşünmeye çalıştım. Korkuyordum. Kelimelerin monolog hâlleri dâima ürkütür beni. Intihar da tek başına yapılan şeydir. Neyse ki ince dallar incir ağaçlarını hatırlattı ve yeşil birçok çiçeğin olduğu bir bahçenin hayâli belirdi gözlerim önünde. Bu bile nimettir. Yazık ki bugün bu dahî bir hazinedir. Kâlbim kırılmadığı için sevinçliyim. Biliyorum. Yüzünde terk taşıyan ölümlü satırlar da var. Katil kelâmı marş edinenler var.. Bunun dışında her şey elma şekeri tadında sanki.
Sevgimle.
Fulya CODAL
Sevgili Havin, ne güzel şeyler yazmışsın teşekkür ederim.
Sen hep zariftin, hala da öylesin.. Yazıyı doğru yerlerden yakalamışsın sanıyorum..
Sevgiler..
gerçekten çok çok iyiydi. öncelikle yazarını sonra seçkiyi kutlayalım...
sanki yazar bunları yazmadı, yaşadı.. biz de bir köşede izledik.. elma şekerinin üstünü silişini ve elindeki o yapışlık hissi.. gördük hepsini.. ne çok kaybetmişlikler, kırgınlıklar ve artık nasır tutmaklar arasında..
hepimizdendi yazı..bu yüzden bu kadar etkiledi.
ve nü resim,derinlerde yatan acılar.... çok güzeldi,çok.
kutladım.
Fulya CODAL
Hissettirebildiysem ne mutlu, çok teşekkür ediyorum, saygılar..
Asırlardır bir otogardayım,
Biletim yok, kimliğim de…
Bekleyenlerim nerde,
Gidecek bir yuvam var mıydı,
Neden burdayım,
Cevabı olmayan binlerce soru…
Umudum zamana direndikçe buralıyım,
Belki de birini bekliyorum,
Bekleme salonunda öğrendim,
Gözyaşlarımı içime akıtmayı…
...
Fulya CODAL
Yazıyı güzel tamamlamış, teşekkürler, saygılar..
ALPEREN OZAN
bence yazmaya devam edin
sizi burda görmek isterim.