- 617 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. RESULÜN (SA) ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (20)
Sünnet (3)
Bundan önceki bölümlerde sünnet kavramı üzerinde dururken, iki sünnet kavramının ortaya çıktığını gördük.
Birinci; İnsani sünnet… İkincisi; vahyin sünneti
İnsani sünnet; yani insanın düşüncelerinin, sözlerinin, yaptıklarının kendisinden sonra devam etmesidir. Sünnet kelimesinin lügat anlamına göre, her insanın düşüncesi, sözleri, yaptıkları kendisinden sonra insani sünnet olarak devam eder. Allah ayetlerinde buna toplumların sünnetini de ekleyerek, toplumların düşüncelerinin, inançlarının, sözlerinin, yaptıklarının da sünnet olduğunu bize bildirir.
İnsani sünnet kapsamında Allah’ın resulü Hz. Muhammed’in de, Abduhu sıfatıyla, yani insanlık sıfatıyla ortaya koyduğu, düşünceler, sözler ve davranışlar bize sünnet olarak gelir. Bundan önceki bölümde Ayetlerin olmadığı yerlerde resulün içtihatlarından söz etmiştik. Resulün içtihatlarına karşılık Allah’tan ret ve kabul anlamında bir ayet gelmemişse, resulün içtihatları insani sünnet olarak bizlere kadar gelir.
Aynı şekilde resulden sonra devletin başına İmam olan Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve daha sonraki imamların da düşünceleri, sözleri, davranışları sünnet olarak gelir.
Aynı şekilde Müslümanların devletinde vali, ordu komutanı olanların da sözleri, davranışları sünnet olarak gelir.
Yine aynı şekilde, mezhep kurucusu olduğu söylenen imamların… Hadis âlimlerinin… Tefsir âlimlerinin düşünceleri, sözleri, davranışları da bize sünnet olarak gelir.
Yine günümüze ışık tutan değerli fikir adamlarının, düşünceleri, sözleri, davranışları da bize sünnet olarak gelir.
Bütün bunlar sünnet kelimesinin lügat anlamındaki, İnsani sünnet kavramındadır. İnsani sünnet insana aittir. İslam’la hiçbir ilgisi yoktur.
İnsani sünneti anlamak için, düşüncelerin, sözlerin, davranışlarının temeline bakınız. Eğer düşüncenin, sözün, davranışın temelinde ayet yoksa… Yani bir sünnetin kaynağı ayet değilse insani sünnettir.
İnsani sünnet, Müslümanların dinini oluşturmaz. Ancak her insani sünnet, Müslümanlar için, değerlendirilmesi gereken önemli bilgilerdir. İster resulün, ister resul dışı diğer insanların insani sünnetleri, Müslümanların kültür gelişiminde önemli değerlere sahiptir.
Ne yazık ki günümüzde, Müslümanlardan bazıları, dini ne olursa olsun fark etmeden, fikir adamlarının, bilim adamlarının görüşlerini öğrenmek için okur, araştırır, davranışlarını öğrenir. Hatta sözlerini ezberler de, iş sünnet konusuna gelince, resulün insani düşüncelerini, sözlerini, davranışlarını ret ederler. Hatta bazılarını tanırım. Hayatı boyunca hep batılı yazarların sözlerini konuşur, sağda solda paylaşır da, Müslümanların sözlerini paylaşmaz. Yaptığını da bilgilik olarak lanse eder. Bu çelişki gariptir. Her türlü insanın düşünceleri, sözleri, davranışları bazı Müslümanların gündeminde yerini bulur ama resulün düşünceleri, sözleri, davranışları bulunmaz. Bu garipliği anlamak mümkün değildir. Ancak şurası muhakkaktır ki, hangi çağda yaşarsa yaşasın, her Müslüman’ın, özellikle Resulün düşünce, söz ve davranışları Müslümanlar için önemlidir.
Müslümanlar bilmeli ki, insani sünnet vahiy kaynaklı değildir. İnsani sünnetten dine dair inanç, söz, davranış oluşturulamaz. Müslümanlar bu ayrımı anladığı müddetçe, resulden ve diğer Müslümanlardan gelen bütün bilgiler, Müslümanlar için önemli değerlerdir. Bilgiler Müslümanları olgunlaştırır. Onun için Müslümanların bu tür bilgileri edinmelerinde kendileri için yarar vardır. Bilgiler edinilirken, ayetler Müslümanlara yol gösterir. Gelen bilgilerin hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu öğretir. Müslüman ucuza kaçmadan, aklıyla, emeğiyle bilgilerini oluşturmak, kendini zenginleştirmekle görevlidir. Aksi halde büyük sorumluluk üstlenir.
Vahyin sünneti; insani sünnetten farklıdır. Allah resulünün Allah’ın gönderdiği ayetleri topluma olduğu gibi okuduktan sonra, toplumdan gelen sorular karşılığında yaptığı açıklamalar, davranışlara yönelik ayetlerin uygulanışını gösterdiği bütün sözleri, davranışları vahyin sünnetidir. Allah resulü bunları insani olarak değil, resullük sıfatıyla yapmıştır. Yani Resul insan olarak, Allah’ın ayetlerinin açıklanmasında kendiliğinden bir şey katmaz. Allah’ın ona hikmet sıfatıyla açıkladığı gibi açıklar. Zira hikmet, gönderilen ayetin ne anlama geldiğine yönelik Rabbinden gelen bilinçtir. Allah gönderdiği her ayetin ne anlama geldiğini, yani hikmetini ayetle birlikte göndermiştir. Bunu da ayetlerinde açıkça belirtmiştir.
Geçmişte hikmet konusunu mecrasından saptırıp, kendi heva ve heveslerine göre açıklayanlar olmuştur. Bunun nedeni, ayetleri kendi anlayışlarına göre açıklamak, uygulamaktır. Allah’ın resulü Hz. Muhammed’i devreden çıkarıp, kendilerini resul ilan etmektir. Marjinal da olsa bunda başarılı olmuşlardır.
Vahyin sünneti Müslümanları bağlayıcı sünnettir. Yani Müslümanlar, resulün herhangi bir ayetle ilgili açıklaması, amele yönelikse uygulaması varsa, açıklamaya, uygulamaya uymak zorundadırlar. Her Müslüman, istediği gibi Allah’ın ayetlerini açıklama, uygulama yetkisine sahip değildir. Eğer her Müslüman, ayetleri istediği gibi açıklar, uygularsa o zaman İslam diye bir şey kalmaz. İnsanların anlayışları, açıklamaları, davranışları İslam’dan başka bir din olarak karşımıza çıkar. Tıpkı rahiplerin uydurduğu Hıristiyanlıklar gibi… Tıpkı hahamların uydurdukları Yahudilikler gibi… Müslümanların da uydurduğu Müslümanlıklar ortaya çıkar.
Vahyin sünnetini anlamanın yolu, resulden gelen düşünce, söz ve davranışların kaynağında vahiy olup olmaması… Gelen bilgilerin ayetlerin temel mantığına aykırı olup olmamasıdır. Eğer resulden gelen bir sözün kaynağında ayet var ama ayetlerin temel mantığına aykırıysa, o zaman gelen bilginin doruluğu tartışılır. Bilginin gelişinde yanlışlık, eksiklik olabilir. Veya bilgi resulün açıklamasına, uygulamasına yönelik olmayıp, resulün açıklamasıyla, uygulamasıyla ilgili rivayet edenlerin anladığından ibarettir. Aslında bir sözün, bir davranışın rivayetinde en büyük problem, sözlerin, davranışların birebir naklinin yapılıp yapılmadığıdır. Genellikle insanların yazılı veya sözlü nakilleri, birebir olmayıp, anladıklarının naklidir.
Hadis kaynaklarında gelen bilgiler üç mantıkla gelir.
Birincisi; resul şöyle dedi, böyle tarif etti gibi haberler…
İkincisi; resulün şöyle yaptığını gördüm şeklinde gelen haberler.
Üçüncüsü; sahabelerin kendi anılarını anlattığı haberlerdir. Bu haberlerin resulle ilgisi yoktur.
Resul şöyle dedi, böyle tarif etti gibi haberler hadis kitaplarında mevcuttur. Hatta çoğunluğunu teşkil ediyorlar da diyebiliriz. Ancak mükerrerleri ortadan kaldırırsak, çok fazla hadis yoktur. 23 yıllık hayat hikâyesinden süzülen hadisler, İslam dini gibi önemli bir dinin resulüne ait olmasına rağmen fazla değildir. Bir de resulden geldiği ifade edilen hadisleri, vahyin sünneti, insani sünnet olarak ele aldığımızda, hadis kitapları içindeki vahyin sünneti bölümü gittikçe azalır. Bugün hadis külliyatlarının bu açıdan ciddi bir incelemeden geçirilmesi gerekiyor. Kaynağı vahiy olan hadisler… Kaynağı vahiy olmayan hadisler. Başlığı altında dizilecek yeni bir hadis kitaplarına ihtiyacımız var. Hadis üzerinde çalışan değerli bilim adamlarımızın bu yönde hazırlık yapmaları yerinde olacaktır.
Resulün şöyle yaptığını gördüm mantığında gelen hadisler. Bu tür hadisler, resulün bizzat sözlü açıklamasına, fiili göstermesine dayalı değildir. Herhangi bir şekilde resul ile birlikte olan bir sahabe daha sonra, konu açıldığında “ben resulün şöyle yaptığını görmüştüm” diye naklettiği haberlerdir. Mesela; “bir gün resulün eli kanamıştı kalktı abdest aldı” diye sahabe nakleder. Resulün eli kanadığı için mi abdest aldı? Yoksa abdesti yoktu da onun için mi abdest aldı? Veya kan abdesti bozdu da onun için mi abdest aldı? Yorumları fakihlere kalmıştır. Herkes bu haber üzerinden kendine göre fıkıh üretmiştir. Hâlbuki resul niye abdest aldığını açıklamamış. Sadece bir sahabe gördüğünü nakletmiştir. Abdestle ilgili bir davranış olduğu için vahiyle haberin ilgisini kurmuşlar ve hüküm vermişlerdir. Buna benzer hadisler çoktur. Belki de resul keyfi şekilde serinlemek için kalkıp abdest almıştır. Çölün şartlarında yaşayan bir insanın su ile teması her zaman mümkündür. En güzel temas şekli de abdesttir. Hele; elin, yüzün, kolun ve ayakların suyla temasını sağlamak, sıcak bölgelerde önemlidir. Bugün abdest almayanlar bile, ayak yıkama hariç, sıcaklardan bunaldıklarında ellerini, yüzlerini, kollarını yıkarlar. Bunda garipsenecek bir şey yoktur.
İster resulden bir ayetin açıklamasına, uygulamasına yönelik hadisler nakledilsin. İster sahabe ben resulü şöyle yaparken gördüm şeklinde bir hadis nakledilsin. Hangisi olursa olsun fark etmez. Bütün nakillerde nakleden kişilerin durumu önemlidir. Bu konu ravi yani hadis nakleden, rivayet yani nakledilen haber tenkidi baplarında hadis ve fıkıh âlimlerince hayli tartışılmıştır. İleride, bu yönde ayrıntılı çalışmalar sunmayı planlamaktayım. Ancak bugün kısaca, konuya özleriyle değinmekte yarar görüyorum.
Haber naklinde insani boyutlar; algılama, anlama, nakletme başlıklarında incelenmektedir.
Algılama; haber nakleden insanın algılama kapasitesiyle ilgilidir. Algılama kapasitesi, beş duyunun gücüne, aklına, mantığına, iradesine, kültürüne, duygularına bağlıdır. Beş duyu dediğimiz, duyma, görme, dokunma, tatma, koklama duyularının nakledilen haberleri algılamada önemli rolü vardır. İyi görememe, iyi duyamama, dokunarak ne olduğunu tam anlayamama, tatmadan bilememe, koklamadan karar verememe gibi tüm olgular, nakledilen haberin konusuna göre önem kazanır. Diğer taraftan her insan, bir olayı yani, bir sözü, bir davranışı aynı şekilde algılamaz. Zira algılama da insanın önem verdiği konular çok önemlidir. Bunu bir örnekle açıklayayım. 70’li yıllarda kitapçılık yapıyorum. Müslümanların yaptığı her türlü etkinliğin merkezi sayılıyorduk. Diyelim ki bir konuşmacı çağırdık. Gelen kişi konuşmasını yaptı ve gitti. Arkasından konuşmaya giden insanların tepkileri genelde kitapevimizde konuşuluyor. Kimi giyiminden kuşamından… Kimi üslubundan… Kimi onunla ilgili söylenenlerden… Kimi konuşma içindeki herhangi bir konudan… Kimi başka bir konudan söz ederdi. Yani insanlar konuşmacıda neyi görmek istedilerse onu görmüşler, onu anlatıyorlardı. Eğer konuşmacıyla ilgili sadece bir kişinin anlattığına bakmış olursak konuşmacıyla ilgili hiç bir şeyi biliyoruz diyemezdik. İşte haber nakledenlerin en büyük problemlerinden biri budur. Neyi duymak, neyi görmek, neyi anlamak istiyorsa onu bekler. Oraya dikkat eder. Diğer şeylere dikkat etmez.
Müslümanların tarihinde sabittir ki, resul ile sürekli beraber olan… Resulün danışma meclisinde bulunan. Hatta resulün görevlendirmeleriyle vali, ordu komutanı olan sahabeler vardır. Hadis konusunda merak edenler, önce bunların isimlerini tespit edip, sonra bu muhterem zatlardan kaç tane hadis geldi araştırmasını yapmalılar. Gerçekten mesela; Peygamberlik geldiği andan itibaren resulün yanında can yoldaşı olduğu bilinen Hz. Ebubekir’den kaç tane hadis gelmiştir. Hz. Ali’den. Hz. Ömer’den. Hz. Osman’dan… Hz. Saad Bin Muaz’dan. Hz. Esed bin Zürare’den, Hz. Musab bin Umeyr’den, Hz. Talha bin Zubey’den. Dikkat edin saydığım isimlere, bu isimler Müslümanların tarihinin baş mimarlarıdır. Acaba bunlardan kaç tane hadis gelmiştir. Merak eden var mı? Bu konuda bir araştırma yapıp, bu kişilerden gelen hadisleri saymış mı? Hayır…
Peygamberle birlikte mücadele içinde olan… Müslümanların devletini birlikte kurup yürüten… Resulün etrafında sürekli hizmet gören bu insanlar, resulün düşüncelerinden, sözlerinden, davranışlarından habersiz miydiler? Yoksa onların resulden duydukları, gördükleri şeyler başka anlamlar mı taşıyordu? Yoksa resulün dava arkadaşları, resul ölünce ihanet ederek, resulden duyduklarını, gördüklerini rivayet etmediler mi?
Ne yazık ki bugün Müslümanlar Kur’an ve sünnet üzerinde dururken… Sünnet kavramlarını oluştururken… Temelden sorması gereken soruları sormuyorlar…
Demiştik ki, algılama insanlara göre değişir. Hz. Ebubekir’in algılamasıyla Ebu Hureyre’nin algılamasını kıyaslamak mümkün mü? Veya Hz. Ömer’in algılamasıyla en çok hadis nakleden Ebu Hureyre’nin algılamasını kıyaslamak mümkün mü? Peygamberin istişare meclisinde bulunmayan… Devlet yönetiminde hiçbir etken görevi olmayan… Üstelik yeterli gelişmişlik ve olgunlukta olmayan Ebu Hureyre, hadislerin baş nakilcisidir. Sanki ondan başka hadis nakleden yok gibidir.
Algılama yanında anlama da önemlidir. Desek ki, herkesin duyduğu gördüğü şeyi aynı şekilde anlaması mümkün mü? Diyelim ki bir kitap okuduk. Veya bir söz işittik. Bir olayı gördük. Hatta bir kokuyu kokladık. Bir eşyaya dokunduk. Bir şeyi tattık. Algılarımızın yanında anlamalarımız aynı mı olacaktır?
Hadis nakleden sahabelerin hepsi kendilerine göre anlamışlardır. Anlayışlarında kültür, akıl, mantık, irade kapasiteleri etkendir. Şimdi şöyle düşünsek olur mu? Herkes kendine göre anlarken… Anlamalarında eksiklik, yanlışlık, fazlalık olabilir. Herkesin anlamalarında eksiklik, yanlışlık, fazlalık olabilir. Bu düşünce insanlar için geçerlidir. Eğer biz sahabeleri insanlıktan çıkarırsak bu düşünceye yanlış deriz. Ama sahabeler insandır. İnsani olan özellikleri taşıdığından bu düşünce doğrudur deriz. Asıl mesele hadis nakleden sahabelere biçtiğimiz kaftandır. Yanılmaz, hata yapmaz kutsallar mıdır? Hata yapabilecek, eksik kusurlu olabilecek insanlar mıdır?
Algıladığımız, anladığımız bir sözü, bir davranışı naklederken hepimiz aynı mıyız? Algılarken farklılaşırken… Anlarken farklılaşırken… Naklederken farklılaşmaz mıyız? Bu konuda şöyle desek… Her insan, eksik, yanlış, fazla, yorum, doğru nakledebilir. Doğru olur mu? Elbette diyeceğiz…
Bir şeyi naklederken her birimizin olayı tam olarak nakletmesinin mümkün olması biraz zordur. Eksikliklerimiz olacaktır. Her birimizin eksikliği kendimizi bağlayacaktır. Sahabeler de insandır. Eksiklikleri olacaktır. Acaba naklettiği haberler, duydukları, gördükleri gerçeğin ne kadarıdır?
Bazen insanlar halkın tabiriyle “bire bin katarak anlatırlar” Yani duydukları, gördükleri şeyleri ballandırarak anlatmayı isterler. Buna nakledilen şeyin fazlalaştırılması deriz. Mesela; bir söz işittik. O sözü naklederken, kendimizden de bir şeyler katarız. Bu insanlık zaafımızdandır. Veya insanlık yapımızdandır. Bazen bunu iyi niyetle yaparız. Sanki duyduğumuz söz yeterli değildir. Kendimiz tamamlarız. Sanki gördüğümüz şeyi olduğu gibi anlatmak yeterli değildir. Kurduğumuz cümlelerle etkisini artırmak isteriz. Bunları iyi niyetle yapabiliriz. Ancak şunu bilelim ki, kasıt olmasa bile, haberi abartarak anlatmak, haberin gerçeğine gölge düşürür.
Bazen insanlar, bilmeden haberi yanlış nakledebilirler. Yanlış algılamış. Yanlış anlamış. Dolayısıyla yanlış nakletmiş olabilir. Haberi nakleden insanın, nasıl algıladığını, nasıl anladığını bilemeyiz. Dolayısıyla yanlış naklettiğini de bilemeyiz. Her sahabe insandır. İnsan olarak yanılma payları vardır. Geçen bölümde, resulün içtihatlarının Allah tarafından ret edildiğinden söz etmiştik. Resul de kendine göre içtihatlar yapmış… Allah ayetleriyle düzeltmiştir. Peki, resulün ölümünden sonra, resul hakkında yanılgılarının farkına varmadan, resulden hadis nakledenleri kim düzeltecek? Yanlış hadisler hakkında ayet mi gelecek? Yoksa Müslümanlar, ayetleri, resulün tarihini, o dönemin kültürünü esas alarak haberleri mi değerlendirecek? Bu tür sorgulamalarda Müslümanlar yeterli bilgilere sahip olmalıdır. En azından İslam adına söz sahibi olduğunu söyleyen Müslümanların bilgi sahibi olması gerekir.
Bir haberi naklederken en çok yaptığımız şey, duyduğumuz sözlerle, gördüğümüz davranışlarla ilgili yorumlarımızı aktarmaktır. Duyduğumuz sözleri olduğu gibi nakletme yerine… Gördüğümüz davranışları olduğu gibi aktarma yerine… Sözleri, davranışları kafamızda bütünleştirir… Sonuçlandırır. Sonuçlarımızı yorumlarımız olarak sunarız. Yani naklettiğimiz şeyler… Duyduğumuz sözler… Gördüğümüz davranışlar değildir. Bizim sözlere ilişkin yorumlarımızdır. Bizi gördüğümüz davranışlara ilişkin yorumlarımızdır. Hadisleri okurken, hangi hadisin sahabelerin yorumları olduğunu kavramamız gerekmez mi? Bu yönde hadisleri değerlendirmemiz gerekmez mi? Elbette gerekir. Bunun için iyi bir kuran bilgisine sahip olmamız gerekir. İyi bir tarih bilgisine sahip olmamız gerekir. O döneme ait iyi bir kültür yapısına vakıf olmamız gerekir. Aksi halde hadisin hangi anlamda bize nakledildiğini kavrayamayız.
Bütün bu yorumlardan sonra, haber nakledenin, duyduğu, gördüğü haberi yüzde yüz doğru nakletme imkânı nedir? İçimizden hangimiz, “ben duyduğum bir sözü, gördüğüm bir olayı olduğu gibi yüzde yüz doğru naklederim” diyebilir? Bu konuda kimin kendine güveni var? Bu soruya öyle beylik cevapla ben demeyelim. Gerçekten Allah’a karşı sorumluluğumuzu, mesuliyetimizi düşünerek cevap verelim. İnsan teyp kaseti veya videokaseti değildir. İnsan farkında olmasa bile, akıl eden, duygulanan, yorumlayandır. Her zaman kendinden bir şeyler katandır. Bilinçli olmasa da, insan olarak kendisini naklettiği haberlere sokandır. Sahabe insandır. Sahabeye kutsallık izafe ederek, onlar duyduklarını, gördüklerini yüzde yüz doğru naklettiler dememiz yanlıştır. O zaman onlara kutsiyet ifade ederiz. Sahabeye kutsiyet ifade ettiğimiz zaman sahabeyi ilahlaştırmış oluruz. Böyle bir durum bizi şirke götürür. Kaldı ki; sahabelerin çoğunluğu, duyduğu, gördüğü şeyleri yüzde yüz doğru naklettiğini söylememiştir.
Hadislerin bir kısmı sahabelerin kendi anılarıyla ilgilidir. Sahabeler bazı Müslümanların onlara atfettiği anlayışlardan uzak… Yanılgılarını, eksikliklerini, yanlışlarını samimi bir dille açıklayan insanlardır. Hadis külliyatları okunduğuna göreceğiniz tek şey, sahabelerin insan olarak, hem resulden, hem kendilerinden samimiyet içinde haber nakletmeleridir. Naklederken insandırlar. Onlar insanlığını unutmamışlardır. Ama sonraki nesillerin büyük bir bölümü onların insanlığını unutarak, onlara kutsiyet atfetmişler. Onların naklettikleri her şeye kutsallık vermişlerdir.
Hadis külliyatlarının hepsini okuduğumda karşıma insanın gerçeği ortaya çıktı. İnsanın gerçeği neydi? Temiz, sade, yanılgılı, eksik, yanlışlı, hatalı, iyi, kötü, abartılı, korkulu insan… Dikkatle hadislere bakarsanız bütün bunların hepsini görebilirsiniz. Sahabenin naklettiği haberleri okursanız, o günle bugün arasında hiç fark yok. İnsan zaafındaki kutsamalar o devirde de var. Bu devirde de var. İnsanların hataları, yanılgıları o devirde de var. Bu devirde de var. O günle bu devir arasında tek fark teknoloji farkıdır. Ama insan yaşamı her dönemde aynıdır.
Tarihten gelen bilgilerin kabulünde üç tutum var.
Birincisi toptan kabul… Her şeyi toptan kabul, tarihten gelen bilgilerin, yanlışını, eksiğini, yorumunu, fazlasını kabulden başka bir şey değildir. Toptan kabul, aynı zamanda gelen bilgileri kutsayıcı tavırdır. Toptan kabul genellikle cehalete dayalıdır. Çünkü hadisleri, tarihten gelen bilgileri toptan kabul edenler, gelen bilgilerle ilgili hadisleri derleyen âlimlerin ve sonraki âlimlerin yorumlarını okusalar, toptan kabul edemeyeceklerini görürler. Şurası muhakkak ki, hadisler bugünden daha şiddetli bir şekilde hadis derleyen âlimler tarafından tartışılmıştır. Sadece onlar mı? Hayır! Hadis derleyenler, devirlerinde yazılan hadis didik didik incelemişlerdir. Müslümanların tarihinde hadis tarihi bu konuda hayli bilgiler verir. Gelişen hadis üsulu bilgileri beze geniş bilgiler verir. Hadis tarihinde, hem hadis nakledenler açısından, hem de hadislerin anlamları açısından ciddi eleştiriler yapılmıştır. Şurası muhakkak ki, toptan kabulü ne Buhari, ne Müslim, ne Tirmizi, ne nesei, ne de Mace asla kabul etmemiş… Topladıkları hadisleri kendi bilgileri, metotları doğrultusunda seçerek almışlardır. Peki, yanıldıkları olmuş mudur? Elbette olmuştur. Nitekim sonraki hadisçiler onların yanlışları üzerine durmuşlardır. Sonraki hadisçiler, sadece nakledilen hadislerle ilgili değil, aynı zamanda hadis naklinde adı geçen tüm raviler, yani nakledicilerin tarihi üzerinde derin araştırmalar yapmışlar. Ravi zincirlerini oluştururken adı geçenlerin ilişkilerini bulmaya çalışmışlardır. Öyle ki, bir haberi nakleden son haberci, şundan, şundan, şundan gelen hadise göre derken, aradaki isimlerin ilişkisi olmayan hadisler ortaya çıkmıştır.
Tarihten gelen bilgileri toptan ret mantığı doğru değildir. Hadis rivayetlerinde tutarsızlık var. Hadisler yalan üzerine kuruludur. Hadislerde karışıklıklar vardır. Söylemleri ile toptan ret yapmak, tarihe gözlerimizi kapamaktır. Bu tutum çok yanlıştır. Hz. Resulün vefatından sonra, onun arkadaşları sahabeler, ondan sonra gelenler, sonraki gelenler ve daha sonrakiler, yaşanmış tarihi gerçekleri aktarmanın, gelecek nesillere en iyi şey olduğuna inanmışlardır. Onlar yanılmış olabilirler. Eksik olabilirler. Yorumlarını nakletmiş olabilirler. Her ne olursa olsun… Eğer bugün bir peygamberden söz ediyorsak. Eğer bugün bir kitaptan söz edip, bu kitabın Allah tarafından gönderildiğinden söz ediyorsak… Gelen tarihi rivayetlerin gerçeğidir. Eğer gelen bilgileri yok sayarsak, ne resulden, ne de kurandan söz etmemiz mümkün olmaz. Çünkü elimizdeki kuran hiç birimize indirilmemiştir. Bundan 1500 yıl önce Mekke’de ve Medine’de yaşayan Muhammed’e inmiştir. Bunu söyleyen tarihtir. Tarihin getirdiği kitap kurandır. Tarihi silerseniz. Ortada hiçbir şey kalmaz.
Toptan ret edenlerin garip mantıkları vardır. Mesela; yaşanan İslam’ın resul devrinde yaşanan İslam olmadığını söylerler. Bugünkü yaşanan İslam’ın Emeviler devrinin dayattığı İslam olduğunu söylerler. Onların bu söyleminde iki tutarsızlık vardır.
Birincisi; bir taraftan tarihi bilgileri ret edeceksiniz. Diğer taraftan Emeviler ve Peygamber devriyle kıyaslama yapıp, diyeceksiniz ki, bu devre gelen İslam, resulün İslam’ı değil, Emevilerin İslam’ıdır. Tarihi bilgileri toptan ret edenlerin, tarihi bilgilere dayalı bu yorumları iddialarındaki tutarsızlığı gösterir. Madem tarihi bilgiler ret edilmiştir. O zaman Emevi devriyle, resul devrini kıyaslayacak bilgiler de yoktur. Halbuki Emeviler tarihine baktığınız zaman, ilk defa onların zamanında kuran bütün dünyaya yayılmıştır. Elinizdeki kitap Emevilerin size ulaştırdığı kitaptır. Bu tarihi bir gerçektir. Eğer Emevilerin dünyaya yaydığı kuran-ı yok sayarsanız, bugün elinizde kuran diye bir kitap olmaz.
İkincisi; tarihten gelen bilgileri ret edenler. Ellerindeki kuranı anlamak için, tarihten gelen sözlükleri, yani Arap diline ait lügat çalışmalarını kabul ederler. Hâlbuki bugün ellerindeki Arap diline ait lügatler toptan ret ettikleri tarihin kültürel mirasıdır. Hadis, tefsir, fıkıh üzerinde çalışan her âlim, öncelikle sözlük çalışmalarını öne çıkarmıştır. Zira naklettikleri bilgilere anlam kazandırmak, Arap dilindeki konuşulan kelimelere verilen anlamları bilmekle olacaktır. Onun için bugün nasıl Müslümanlar kuranı anlamak için kelimelerin anlamları üzerinde durmuşlarsa, geçmişin âlimleri de kelimelerin anlamları üzerinde durarak, çalışmalar yapmışlardır. Şimdi siz, geçmişten gelen fıkıhı, hadisleri, tefsirleri ret ederken, onların bize sunduğu lügatleri kabul ederseniz bu büyük bir tutarsızlık olur.
Hâlbuki hiçbir ilim, inceleme, araştırma, analiz yapmadan değerini bulmaz. Geçmişteki âlimler kendi dönemlerinde ellerinden gelen gayreti göstermişlerdir. Eksik kaldıkları, yanıldıkları yerler olmuş mudur? İnsandırlar, olmuştur diyebiliriz. Ama bu bizi ne kadar ilgilendirmelidir. Asıl olan onların getirdiklerinden istifade edip, günümüzde kuranı, İslam’ı en güzel şekilde anlamak değil midir? Hemen elbette diyebiliriz. Eğer elbette diyorsak. Adil olmak zorundayız. Adil olan Müslüman’a, asla toptan kabul, toptan ret yakışmaz. Nasıl geçmişin âlimleri, kendi zamanlarında geçmişin bilgilerini analiz ederek almışlarsa, biz de bugün analiz ederek alacağız. Geleceğe analizlerimizi miras bırakacağız. Gelecek nesillerde kendi dönemlerinde, bizlerin onlara ilettiğimiz bilgileri analiz ederek alacaklar, bir sonraki devre miras bırakacaklar. Böylece her devirde Müslümanlar, akıl etmeyi, fıkıh etmeyi, tefekkür etmeyi başarmış olacaktır.
Tarihe iyi bakınız. Bugüne kadar gelen, Müslümanların ürettiği iki büyük toplumsal güç vardır. ŞİA ve SÜNNİ dünyası… ŞİA ve SÜNNİ dünyasının, tarihsel aşamaları, tarihte birbiriyle ilişkileri detaylarıyla kayıtlıdır. İsteyen, enine boyuna her konuyu, hem ŞİA, hem SÜNNİ kayıtlardan okuyabilir. ŞİA ve SÜNNİ dışındaki mezheplerle ilgili bilgilerde tarihin sayfalarında yer almıştır. Bugüne kadar gelen, gelmeyen her düşünce günümüz bilim adamlarımızda incelenebilir durumdadır. Bundan daha büyük bir zenginlik olabilir mi? Elbette hayır. Ancak Müslümanlar ikiye ayrılmaktadır. Bazıları kısa yoldan ilim elde edip, eline meal alıyor ve kendini resul ilan ediyor. Bazıları, taşın altına elini koyuyor. Aklının, mantığının, gözlerinin emeğiyle dinine ait bilgileri öğreniyor. Kimi bu yolda doğru, hep doğruyu bulmak için, Allah’ın akıl edin prensibine uyarak, daima ileriye doğru ilmini artırıyor. Kimi; kendini belirli bilgiye tutuklu kılarak, tutuklu kaldığı bilgiyi kutsayarak yerinde sayıyor. Allah’ın nasıl bir Müslüman istediğini anlamamız gerekiyor. Allah adil olan, aceleci olmayan, ilme önem veren, cahilliği istemeyen, bencilliği ret eden, istişareyi öne çıkaran Müslüman istiyor. Müslümanlar buna göre davrandığı zaman, üzerlerine düşen görevleri yerine getirmiş olacaklardır.
Bize aktarılan İslam’ın Emevi ve sonraki saltanatların dayatmaları olduğunu iddia eden düşünceler yanlıştır. Müslümanların dine ait kültürleri, her zaman muhalefet esası üzerinde yürümüştür. Resulüne; “Ya resulüllah, şimdiki söylediğin ayet mi, eğer öyleyse başımızın üstünde yeri var. Eğer kendi fikrinse, bizim de bir fikrimiz var” diyen arkadaşlarının, muhalefet içgüdüsü insanidir. Düşünen insanlarda muhalefet içgüdüleri her zaman olmuştur. Müslümanların tarihine bir bakınız. Tarikatlar; tarikatlara, mezheplere, cemaatlere… Mezhepler; mezheplere, tarikatlara, cemaatlere… Cemaatler; cemaatlere, mezheplere, tarikatlara… Tefsirciler; tefsircilere, fakihlere, hadisçilere… Fakihler; fakihlere, tefsircilere, hadisçilere… Hadisçiler; hadisçilere, fakihlere, tefsircilere… Ve tarihçiler tarihçilere muhalefet ederek bize bir kültür getirmişlerdir. Tartışmalı, çatışmalı, sorgulamalı bu bilgiler, günümüzde düşünen insan için en büyük nimettir. Mesele bunun kıymetini bilerek, biraz emek sarf etmektir. Peşinen birinin tarafı olarak değil. Adalet içinde, kesin sonuçları daima sonraya erteleyerek… Yani “şimdiki araştırmalarım sonucu böyle inanıyorum ama yarınki bulacağım bilgilere göre hükmüm değişebilir” diyerek. Eğer aramızda böyle bir üslup geliştirirsek, o zaman hiç kimse mevcut görüşünü dayatmadan, bir başkasından öğrenmeyi öne çıkarır. İşte o zaman Allah’ın “müminler birbirleriyle istişare ederler” hükmü gerçekleşir. Onun için rahatlıkla şunu söyleyebiliriz. Hiçbir zaman Emeviler topluma bir İslam dayatamamışlardır. Onların dayattığı İslam’da, muhaliflerinin anlattığı İslam’da tarihte kayıtlıdır. İsteyen rahatlıkla tarihten ikisini de öğrenebilir.
Geçmişin bütün tartışmalarına karşılık, birbirine karşıt Müslümanların ortaklaşa kabul ettikleri vahye dayalı hususları ana başlık olarak şöyle sıralayabiliriz.
Salâtın ikamesinde “namaz” olgusuyla beş vakit kılınan, sabah 2, öğle 4, ikindi 4, akşam 3, yatsı 4 rekât ibadet, Emevilerin dayatması değildir. Emevilere muhalefet eden ŞİA, Hanefi mezhebinin temel görüşlerinden biridir. Bugün salâtın sözlük anlamlarından giderek, namazı kaldıranlar yanılgı içindedir.
Oruç, vakitler, kıble, zekât, hac, cihat, devlet, imam, imamet gibi tüm açılımlar, kavramlar, bütün tartışmalara rağmen, Müslümanların ortak noktası olarak tarihi bilgilerde sabittir.
Ayrıca Müslümanları yakinen takip eden, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Budistlerin, Müslümanların yaptıkları temel ibadetlerle ilgili bugünden farklı görüşleri yoktur. Yani Müslüman olmayanların kaynaklarında, Müslümanların beş vakit kıldığı namaz yoktur. Aslında onlar salâtı bugünkü namaz şeklinde değil, dua şeklinde algılıyorlardı gibi ifadelerine rastlanılmıyor. Birbirine karşıt her dinin ilim adamları, karşı olduğu dinlere ait araştırmalar yaparlar. Akli, mantıki tartışmalarını ortaya korlar. Bu durum, tarihin dinlerle ilgili temel kaynağını oluşturmasını sağlar.
Ne yazık ki, Müslümanların düşüncelerine, aklına, mantığına, yaşamına laiklik yani sekülerizm girdikçe, Müslümanlar kendilerini tarihinden koparmaya çalışıyorlar. Bunun nedeni, Müslümanların tarihinin onlara İslam’a dair ciddi sorumluluklar yüklemesidir.
Zaten asıl mesele burada değil mi? Müslümanların İslam’ı; Hıristiyanlardan, Yahudilerden ayrı, tarihlerinden gelen özde, biçimde yaşama aktarma sorumluluğunu taşıması, asıl sorumlulukları değil mi?
Ama hayır! Şöyle yapılmak isteniyor. Laikler gibi, namazsız, oruçsuz bir din… Helali haramı tanımayan bir din… Çağın bireysel ihtiyaçlarına göre tevil edilmiş bir din, ortaya konularak, Müslümanların tamamen laikleştirilmesi, Hıristiyanlaştırılması öne çıkarılıyor. Bunu bazıları bilerek yapıyor. Bazıları böyle bir oyunun içinde olduğunun farkında değil. İnşallah gerçeği görenlerden oluruz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.