- 1206 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
377 – VAHDANİYET
Onur BİLGE
Vahid ve Ehad esmalarını ayrı ayrı açıklamaya çalışmıştım. Şimdi Vahidiyet ve Ehadiyeti içeren Vahdaniyet hakkında yazmalıyım. Her zamanki gibi önce sözlük anlamına bakmalı, sonra ilgili ayetleri bularak üstünde düşünmeli, daha sonra da aldığım notlar yardımıyla en yalın halde, herkesin kolayca anlayabileceği şekilde kaleme almalıyım. Böylece Tenzihi ve Selbi Sıfatları tamamlamış olacağım. Zati ve Subuti Sıfatların anlaşılması daha kolay olacak. Doksan dokuz sıfat içinde onları ve benzerlerini işlemiştik.
Hangi isme geldiysek, bize konu ile alakalı bir olay yaşatılmış ya da anımsatılmış, o sıfat hayatımızın akışına göre bir şekilde tecelli etmişti. En anlaşılmaz sıfatlar, olaylarla safha safha açılmış, apaçık görebileceğimiz biçimde ortaya çıkarılmış, kolaylaştırılmıştı. Allah, idrak etmek isteyenlere sıfatlarını açıklıyor, sanki dikte ettiriyordu. En aciz kaldığımız anlarda İlahi yardım yetişiyordu. Yaşatan, hatırlatan, düşündüren, yazdıran aynı Zat’tı.
Yine gecenin bir yerinde: “Ne haddime!..” demeden kalemi elime aldım. Ne yazabilirim aslında? Kalem Allah elinde… Aklımı çalıştıran O, elimi yazdıran O! Elini üstümden bir an çekse, öylece kalır, ölürüm! Böyle zamanlarda kendimi pilli bebek gibi hissediyorum. Kukla gibi… Robot gibi…
Öyle akıl almaz olaylar yaşıyorum ki! Zaman zaman: “Bu olanlar gerçek mi rüya mı? Yaşayan ben miyim? Bende yaşayan biri mi var?” diye soruyorum, kendi kendime. Başta, var olduğuma inanamıyorum! Sonra olaylara, yazdıklarımı yazdığıma… Yine Koca Yunus geliyor aklıma:
“Bir ben vardır bende, benden içeru!” diyor, heybe omzunda.
Kim bilir daha neler vardı, heybesinde! Neleri aktarabildi, neler kaldı geride? İlminin de bir sınırı vardı, elbette. İdrakinin de… Tüm akla gelen sıfatların sınırsızlıklarını tasavvur etmem mümkün değil! İşte beni çıldırtan bu! Benimle çıldıran düşünceler… Duvardan duvarayız, tabandan tavana…
Yalın ayak yollara vurmak istiyorum, böyle zamanlarda. Bir elimde asa… Gidebildiğim kadar gitmek… Bir sonsuzlukta yitmek… Ki o sonsuzluk korkunçlaştıkça korkunçlaşmakta ve ben ne kadar acizim, ne kadar da zavallı!
Bir Hakim-i Mutlak var. Zatında, sıfatlarında, fiillerinde bir, saltanat ve icraatında ortaksız… Eşi, benzeri, yardımcısı, oğlu, kızı yok… Artmaktan, eksilmekten, bölünmekten, başka bir şeyle birleşmekten, bir bütün ya da bütünün bir bölümü olmaktan münezzeh… Tek ve yegâne… İbadete layık, biricik…
Birden fazla tanrı olsaydı, biri yapar biri bozar, kâinatta düzen namına bir şey kalmazdı. Aralarında savaş çıkar, birbirlerini yok eder, yine tek kalırlardı. Birden fazla ve aynı güçte olsalardı, biri hareket ettirmeyi murat ettiğinde diğeri durdurmayı murat edecek, ikisi de bir şey yapamayıp, acze düşeceklerdi. Aynı güçlere sahip olmalıydılar, muhakkak. Birisinin iradesi diğerine baskın gelerek gerçekleşse, diğeri aciz kalmış olacaktı. Eşit güçlerde olduklarından, galebe gelen de acze düşenden farklı olmayacaktı ki acizlik, ancak yaratılanlara mahsustur. Her yaratılan acizdir, yaratılmak için bile Yaratan’a muhtaçtır.
Birden fazla yaratıcı olsaydı ve varlıkları hep beraber yaratsalardı, tek başlarına yaratma gücüne sahip olmadıkları ortaya çıkmış olacaktı. Ayrı ayrı yaratsalardı, farklı özellikler yükleyeceklerdi ki bu da imkânsızdır. Yalnız biri yaratma işini üstlenmiş olsaydı, diğerleri yine asıl sıfatları olması gereken yaratıcılıktan uzak kalacak, aciz varlıklar sayılacaklardı.
Allah’tan başka yaratıcı ve O’ndan başka tapınılacak varlık yoktur.
El Vahid sıfatı, Allah’ın isim ve sıfatlarındaki birliği temsil etmekte… Yarattıklarının sıfat ve özelliklerindeki uyum ve bütünlük de Vahdaniyeti göstermekte…
Her canlı türünün anatomisi aynı… Çünkü yaratan aynı… Yaratılan ne varsa, tek usta elinden çıkmış ve özgün… Onun için evrenin kanunlarında bir uyum ve bütünlük görülmekte… Her var edilenin üstünde Vahit imzası var.
Bütün insanlar, tek sanatkâr elinden çıkmış gibi benzer, fakat her biri özgün yaratılmıştır. Hiçbir yüz diğerine tıpatıp benzemez. Tek yumurta ikizleri olsalar bile… Gözler de aynı işe yararlar ama aynı canlıya ait olsalar dahi biri diğerinin tıpkısı değildir. Tüm yaratılanlar özgündür ve üzerlerinde Ehadiyet mührünü taşımaktadırlar. Onları yaratan Allah da eşsiz ve benzersizdir.
Batıl dinlere mensup kişiler, Allah’tan başka ilahlar edinmişler, onlara sığınarak ibadet etmekteler. Bazıları da Allah’ın birliğini kabul etmekte ama araya aracı veya aracılar koymaktalar.
Hıristiyanlıkta da putlaştırma meydana gelmiş, halen devam etmekte… Teslis inancı da hüküm sürmekte… Üçleme ya da Üçlük… Bazılarına göre Baba, Oğul, Kutsal Ruh, bazılarına göre de Allah, Meryem, İsa… Hıristiyan teolojisine göre böyle üçlü birlikler var ki bunlar birbirlerinden ayrılamaz. Tek bir tanrının, birbirini tamamlayan farklı yansımaları olarak görülmekte.
Allah, zâtında, ilâhlığında, mâbut ve yaratıcı oluşunda birdir. Ondan başka yaratıcı yoktur. Buna Tevhid Akidesi denir.
Tevhit, bütün semavi dinlerin temelidir. İnanç ve işler ne kadar iyi ve güzel olursa olsun, Tevhid akidesine dayanmıyorsa Allah indinde bir değer ifade etmez. İnsan, yalnız Allah’ın kuludur. O’nunla birlikte başka varlıkları Rab edinmesi en büyük günah ve şirktir.
İslamiyet, teslis inancını reddeder, Tevhid Akidesine dayanır. “La İlahe” derken, negatif önerme; “İllallah” derken de pozitif önerme vardır. Allah; Ulûhiyetinde, Rubûbiyetinde, isim ve sıfatlarında birdir. İlahlık O’na mahsustur.
O noksan sıfatlardan münezzehtir, yücedir, büyüktür, birdir ve her şeye hâkimdir.
Vahdaniyet sıfatı bütün hususları içeren bir tekliktir. Mutlak bir olan Allah’tır. O’ndan başka hiçbir varlık sıfatlarında bir değildir, mutlaka diğer varlıklarla ortak bir veya bir kaç sıfatları vardır.
Güneş bir tanedir ama ona benzer başka gök cisimleri de vardır. Allah, sıfat ve fiillerinde öyle birdir ki, o sıfat ve fiillerin başka bir varlıkta bulunması mümkün değildir.
İslamiyet’ten önce puta tapanların ve inanmayanların yanı sıra Allah’a inananlar da vardı ama onlar şirk yapıyorlardı. Mekkeli müşrikler, Kâbe’deki putları aracı olarak kullanıyor, dileklerini doğrudan Allah’a değil, O’na iletmesi için onlara söylüyorlardı. O el yapması olup kutsallaştırılmış nesneler, kendilerini savunmaktan aciz, bakıma muhtaç şeylerdi. Üstlerindeki çamuru temizleyemez, tozu silemezlerdi. Meydana getirilmelerinde de ayakta kalmalarında da insanlara muhtaç heykellerdi.
Hazreti İbrahim’in rüştü çok önceden verilmiş. Rivayete göre henüz on altı yaşındayken, herktesin bir bayram günü panayırda olmasından istifade ederek putları kırmış, baltayı da sağlam bıraktığı en büyük putun boynuna asmış. En büyüklerinin bile hiçbir şey yapmaya muktedir olmadığını gayet iyi bildikleri halde onlara tapmaktan vazgeçmeyenler: “Tanrıları diline dolayan bir genç vardı. O yapmıştır.” diyerek onu yakmaya karar vermişler. Geniş bir alanda büyük bir ateş yakılmış. O kadar büyük bir ateş ki, ona yanaşamamışlar ve Hazreti İbrahim’i onun ortasına mancınıkla fırlatmışlar. Fakat ateşin yanması tabiatından, yakması Allah’ın emrine bağlı olduğundan onu yakmamış, aksine serin bir su hissi vermiş.
İslamiyet, sadece putları değil, putlaştırılan her şeyi yasaklamıştır. Aracı konsun konmasın, Allah’la araya giren her türlü nesneyi, kimseyi, hatta bir şeyin veya birinin O’ndan çok sevilmesini yani bir nevi İlahlaştırılmasını men etmiştir. Günümüzde putlar falan yok. İlahlaştırılan şeyler veya kişiler var. Para başta olmak üzere evlat, mal mülk, sevgili… Onun için önce onların tamamını yok etmeli, büyük de dahil olmak üzre içimizdeki bütün putları kırmalı ve: “La!..” “Yoktur!”, “İlahe…” “İlahlar…” diyebilmeliyiz ki devamını getirebilelim: “İllallah!..” “Sadece Allah var!..” diyebilelim!
Adam, yanındaki güzel kıza: “Sen benim uğurumsun!” derken, karşısındaki kadın, şansının dönmesi için uğur saydığı yüzüğü parmağından çıkararak öpüyor, kumar masasına koyuyor. Yüzük o öpücükle önce bir sersemliyor, sonra kendine geliyor ve kendinden bekleneni sağlamaya programlanmış halde oyuna daha da yaklaştırılıyor. Yapımı, alımı satımı, kullanımı ve ekonomik ömrü konusunda elinden bir şey gelmeyen bir nesne, uğuru nerden bulmuş, kimden almış ki sahibine verecek? Üstündeki tüm maddeler de şekli de kendisine ait değilken, elinde ne var ki, kime, ne verebilir? Adamın yanındaki güzel kız da aynı durumda… Yüzükten farksız… Taşımakta olduğu her şey, ruhu dahi Allah’a ait… Güzelliği de öyle…
Kimse kendisini yaratmadı. Kimde ne varsa, Allah vergisi… Yalnız Allah kendisini yarattı. Sahip olduğu her şey kendisine ait… Tasavvura sığmaz güzelliği de…
Kâinatta soyut somut, canlı cansız ne varsa, Allah’a ait… Onun için hiçbir şey O’ndan bağımsız bir şey yapmaya muktedir değil. Ne uğurlu ne de uğursuz… Ancak hayırlı ve hayırsız diye bir şey söz konusu olabilir. Bunun için de elden gelen yapılır ve hayırlı olması için dua edilir. Hayırlı yapabilme de her şeyde olduğu gibi Allah’a bağlıdır. Hayırsız gibi gelenin arka sayfasına da bakmak gerekir. Orada hayır vardır. Hayırlı sanılanın arkasında da şer bulunabilir. Göremediklerimizi yok sayamayız.
Madde dünyasında bir şekle sahip ve şekil görmeye alışık olan insan, tasavvur etmeye çalıştığı tanrı için de şekil aramış ve onu çeşitli şekillerde sembolize etmeye çalışmış. Çünkü insan beyni, sıfatları bildirilen soyut varlıkları da şekilleme çabası içindedir. Bu da mahiyeti bilinen bilinmeyen her şeyin zamanla maddeleştirilmesine, kutsallaştırmasına, giderek putlaştırılmasına sebep olmuştur. İkonalar da bu şekilde ortaya çıkmış, putlaştırılmıştır. Totemler de öyle... İslam, bütün bunları yasaklamış, Allah’ı birlemiş, O’nun madde olmadığını, akla getirilebilecek hiçbir şeye benzemediğini bildirmiş, tasavvurunu men etmiştir.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 377
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.