- 652 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
‘İnnelleziyne’
Hayatın en şanssız dönemleri, genellikle insanın kendisini kötü hissettiği dönemlere denk gelir. Aslında bu bir rastlantı değildir. Geçti. Az önce bu rastlantı da yok oldu. Zuhal dükkânı emanet edip İstanbul’a giderken, arkasına bakmıyordu. Çünkü güveniyordu. Güvenmek istiyordum. Camiye ilerlerken, vücudumun esneyen oynar kemiklerini düzleştiriyordum. Camide ayakkabının çalınma korkusunun olmaması da ne güzel! ‘Arkamızda bıraktığımız her şeyi çalıyorlar’ demişti İsa Efendi. Beyaz saçları, Rumeli ağzıyla mert bir adamdı. İsa Efendi Caminin önünde köyden getirdiği zeytinleri satardı. Bazen ona yardım ederdim. Gelenler hep ‘yarım kilo olsun’ derlerdi. Yarım kilo olana kadar plastik küreğin içinden poşete tek tek zeytinleri bırakırdım. İntihar eden her bir zeytin tanesi bana o zeytinleri yiyen kedileri anımsatırdı. Kadının biri gelir, plastik leğenin içindeki Gemlik zeytinlerine bakar, tadını merak edip bir zeytini iki parmağıyla tutup ağzına götürürdü. Ancak o aldığı zeytin haricinde plastik leğenden başka bir zeytin tanesini yere düşürürdü. O zeytin tanesi elektrik direğine kadar yuvarlanır, üstü başı tozlanırdı. Her ne kadar tozlanmış, üzerine yapışmış küçük taş parçacıkları olsa da, çekirdeğinde bin batman ağırlığında hayat taşıyordu. Kedi önce patisiyle o zeytin tanesine vuruyordu, sonra da dilinin ucuyla taş parçacıklarından zeytini uzaklaştırıyordu. Ağzına alıp, temiz bir yere götürüyordu o zeytin tanesini. Bir ses yüz milyon insanın sesini taşıyordu aynı resim içerisinde. Milyonlarca ölü barındıran toprağın üzerinde aynı görüntünün geçtiği kareler birer birer siliniyordu. Arkamızda bıraktığımız her şeyi çalıyorlardı. Geri geldiğimizde hiçbir şeyi eskisi gibi bulamıyorduk. Genellikle kirleniyordu geride bırakılanlar ya da başkasının oluyordu. Doğasıydı yaşamın. Senin olmayana başkası sahip oluyordu.
İsa Efendi konuşurken sesi titrerdi. Kızının sesini duymuştum:’ Baba!’ Bana nasıl emekli olduğunu anlatırken, kızı ‘baba’ demişti. Sağ gözündeki kıpkırmızı kan toplanmasından karısı da rahatsızdı ama doktor on beş gün sonraya randevu vermişti. Canım sıkılmıştı. Canını sıkmışlardı İsa Efendinin. Mert bir adamdı. Yumuşak huyluydu, hak yenmesinden rahatsız olurdu. O camiye gider, cemaatle namaz kılardı. Ben onun zeytinlerine bakardım. Ne zaman onun zeytinleri plastik leğene yaklaşsam, müşteriler zeytin alırdı. Zeytini severdi insanlar. Havuzda fare gören kadın bile yıllar sonra bu teneke zeytininden tadınca, on beş yıllık zeytin yememe orucunu bozmuştu.
Kötü ahlaklıyım. Şimdi zeytin leğenlerinin arkasında, üzerine karton yapıştırılmış tahta kasanın üzerinde otururken gözlerim dalıyor. ‘İnsan aldandı ve insan hiç de layık olmadığı bir yerde şu an!’ Kimsesiz güzel sözlerimin sahibi… Saçları ıpıslak, yüzlerce gemici halatına benzer saç telleriyle üşümüş ellerini ağzına götürüyor. Ciğerine girip, ısınan havayı üflüyor. Önümden geçiyor. Bir gün daha yakılıyor takvim sayfalarından. Geriye dönmek için artık çok geç! Ayakkabı bağcığım çözülmüş ve domalıyorum sırtımı duvara verip. Geride bıraktığım ne varsa hepsi el değiştirmiş. Bir dahakine bu tezgâhı biraz daha geriye açarız olur mu?
Hep beraber soda içmişlerdi. Karbondioksit böbreklerde süzülmüyordu ancak birikiyordu. İki karbon ve dört oksijen daha birleşince böbreklerde hayatı insana zehreden böbrek taşları oluşuyordu. Moral lazımdı tüm hastalara. Acil kapısında beklerken, yaşlı bir kadını sedyeyle ambulanstan indirmişlerdi. Yalnız başına yaşayan bu kadın sobayı yaktıktan sonra uyumuştu. Gözlerini açtığında ateşler içerisindeydi ancak hiçbir şey yapamıyordu. Zaten normalde de yürümek de zorlanan, elini kolunu sağlıklı bir şekilde kullanamayan biriydi. Yaşlılık tüm rahatsızlıkları kendisiyle beraber bedene nakış gibi işlerken, ateşler içerisinde kalıp, böyle feci bir şekilde yanmayı aklının ucundan dahi geçirmiyordu.Kadını bıraktım. Markete gittim. Bozukluğu sodayla beraber uzattım. ‘Açar mısın’ diye sormadan, ‘açayım mı’ diye sordu kadın. Az yürüdüm. Yürümek iyiydi. Aklımda üçüncü derece yanığıyla sedyeyle Acil giriş kapısından girmiş kadının gözleri vardı. Vücuduna bakmak istiyordu. Acı çekiyordu. Bağırmak istiyordu. Çektiği acıdan dolayı sesi dahi çaresiz kalmıştı.
Artık güzel kadınları kalçalarından ayırmıyor kirli gözler: ‘Vettiyni vezzeytuni…’ Mart sosyalistleri avurt içlerine safra sularını boşaltmakla meşgul! Hayat başkalarına nefret duyulacak kadar büyük değil. Bunu bilerek çekilen son saksafon tükürüğü başparmağa kıvrılan atardamarın üzerinde yazılı. Nüans farkından dolayı kaybediyoruz insanlığımızı. İnsan olarak doğarken, bir hayvan gibi gitmek de pek ala mümkün! İsa Efendi cebinden bir sigara daha çıkarıp yakıyor. Ona çay ısmarlayayım. Sahi, hiç marka kalmış mıydı?