- 1101 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
YABANCILAŞMA
Köyümüzde, ayakkabı tamir işleri de yapan Koca Hüseyin Emmi, babama bir gün; “İsmetim, koçum, ağaca tırmanan keçinin yaprağa bakan oğlağı olur…” demiş. Babam, önceden hiç duymadığı, kendisine de bir mesaj gibi algıladığı atasözünü hemen not almış. Zaman zaman kullanırdı. Tırmalaya tırmalaya bir yerlere gelen babaların çocuklarının, başarısız olabileceğini anlatan bu atasözü, benim ta ciğerime saplanırdı. Babamın, kendisini başarılı olarak gördüğünü, evlatlarının, yaprağa bakan oğlaklar gibi kalacağı endişesini duyduğunu düşünürdüm. Bu, babam adına içimi acıtırdı… O’nun gibi ben de başarmalıydım…
Hedefime ulaşmak için yılmadan, yıllarca okuyarak, çalışarak gurbetlerde gezmiştim… Bir şeyleri de başarmıştım… Ancak, yaşadığım koşullarda, başarılarımın bedeli çok ağır olmuştu… Ruh sağlığımı kaybetmiştim, bunun farkındaydım. Her gün, öldürülebileceğini, geri dönemeyeceğini düşünerek, yarın umudu olmadan işe gitmek, tüm dengemi bozuyordu…
Derin bir depresyon içindeydim… Çevresel etkilere tepkilerim, kimi zaman beni utandırıyordu. Yanımdaki ani gürültülere ilk anda küfürlü tepkiler veriyor, korunacak yer arıyordum… Bunlar normal değildi, biliyordum… Bir akıntı götürüyordu beni, çırpına çırpına yorulmuştum… Kurtulmak için çırpınıyor, bir çıkış arıyordum, tutunacak bir dal… Yoktu…
Artık tepkilerimi kontrol edemediğimden, kendimi tanıyamıyordum…
İstanbul’dan tatil için gelmiştim. Konya’da geçen dershane, Eğitim Enstitüsü, İstanbul’da, Yıldız İnşaat Mühendisliği’ndeki ve hukuk fakültesindeki öğrencilik süreçleriyle, Kürtün’de Fen Bilgisi öğretmenliği sürecinin bir getirisi olmuştu. İnsan ilişkilerinde, özellikle yeni tanıdığım insanlara karşı, nerede nasıl duracağım konusunda tedbirli olmayı, sınır koymayı, bu sınırı belirleyemem halinde, yaşamıma mâl olacak durumları yaşayabileceğimi öğretmiştim. Arkadaşlık ilişkilerinde “zannetmek” gibi bir hakkım yoktu. Emin olmalıydım… Tanımadığım bir kişinin beni çözme, tanıma şansı olmamalıydı… Kontrollü olmalıydım… Bu aşırı tedbir ve kontrol kaygısı yüzünden içime kapanmıştım.
Ailem Konya’da, Nalçacı Caddesi’nde, eski otogara yakın Soydaş apartmanında, dükkan üstü birinci katta kalıyordu... Evin bir odası annemle babama, diğer iki odası iki ağabeyime, eşleri ve ikişer çocuklarına özgülenmişti. Bir araya gelince kalabalık bir aileydik... Babam emekli olmuştu, Önder ağabeyim, babam gibi köyümüzde başlamıştı öğretmenliğe, bu nedenle Ilgın’daki evimiz döşeli duruyordu. Ancak çoğunlukla Konya’da toplanıyorduk. Bana yatmak için salondaki divan kalıyordu. El ayak çekilince uyuyordum. Gurbette olduğum sürece hep orada olmayı, o divanda yatıp uyumayı özlüyordum…
O gece televizyon kapanmış, herkes uykuya çekilmişti. Yatağımdaydım. Bir tuhaflık vardı. “Zalım yastığım diken olmuştu yüzüme… Uyku girmiyordu gözüme…” Yorganım beni sarmıyordu. Bir şeyler vardı beni yataktan ittiren… Kalktım, usulca mutfağa gittim. Işığı açıp boş boş baktım… Mutfakta bana ait bir şey yoktu. Bizim mutfağımız, benim de mutfağım değildi artık. Yatağın da, benim yatağım olmadığını fark etmiştim. Onun için ittirmişti beni o yatak. Balkona çıktım. Caddeye baktım. Üşüdüm…
Benimle, ruhumla kesişen bir şey yoktu. Ben, artık bu eve ait değildim. Uçma zamanım gelmiş, uçmuştum. Ancak konacağım yer bu ev değildi. Bu evde, bu yatakta kalma sürem dolmuştu. Bu aile ağacının dalında kalması gereken, oraya ait bir yaprak değildim. Kendimi kurutup dökülme zamanı gelmişti. Bunu anlamıştım. Kurutmuştum da kendimi. Ancak beni koparacak bir esinti gerekliydi, kopmak için dalımdan. O da yoktu. Bu eve ait olmadığımı anlamaktan çok, nereye ait olduğumu bilememek içimi acıtıyordu. Boğazıma bir şey tıkılmıştı yine… Yatak, ev, balkon, koca kent bana dar geliyordu… Bir yere sığamıyordum. Gelmek için can attığım ev, artık benim evim değildi… Tuhaf bir şekilde, gitmem için gözüme bakıldığını hissetmiştim. Bu böyle değildi muhakkak, ben öyle algılıyordum. Gitmeliydim. Evime gitmeliydim.
Benim evim neresiydi?
Bilmiyorum. Ben bir şey bilmiyorum. Bildiğim tek şey var başarmalıyım. Ait olduğum bir evim olmalı, yatağımda uyumalıyım. Uzandığım yatakta, boğazım sıkılı bir şekilde bunları düşünüyordum. Bu düğüm bir çözülse boğazımdan… Uykusuzum…
Ilgın’dan yola çıkarak başlayan yaşam yolculuğum, bana tanımadığım bir çok yaşam tarzını tanıtma fırsatı vermişti. Ancak bu yolculukta yol çetindi. Bu çetin yol beni yormuştu. Yorgundum… İstanbul’da yazdığım şu şiir geldi aklıma… Durum yine aynıydı değişen bir şey yoktu…
Bakamadım sevgime
Evlatlık verdim ellere,
İnatçı değilim,
Yine de ısrarım neye anlamsız yaşamaya
“Bir avuç darı için bir çuval saman yiyen attan farksız yaşıyorum.”
Yarın soğuk bir güneş doğacak
Üşümeye tüm nefretimle şafaktan yoldayım.
Eller bakıyor sevgime…
Nereye gidiyorum?
Pis soğuk
Pis karanlık
Pis gece
İnsanlığın uzağında
Değerlerim değersiz
Pul olmuşum,
BAHARI ÖZLÜYORUM…
Değerlerim değersiz, pul olmuşum…. Baharı özlüyorum… Yolculuğu göze alamamış yorgun bir göçmen kuş gibi, baharı özlüyorum… Kıyıya vurmuş yunuslar gibi denizi özlüyorum, denize dönemiyorum…
Yön duygum kaybolmuş…
Ölüyorum… Ölüyorum, diye her tavrımla bağırıyorum, yüreklerin kulakları sağır…
Ah! Şu benim muhacir yüreğim…
En güzel anlatıcı doğadır. Susarak anlatır kendini, kimse çiçeğin gürültüyle açtığını duymaz. Kelebeğin kozadan çıktığını... An gelir... Çiçek açar, kelebek uçar. Kozadaki kelebeğin, daldaki tomurcuğun kimseye danıştığı duyulmamıştır... Kelebeğin konduğu hangi dal, hangi çiçek yakınmıştır ki ?
Kalkıp gitmeyi de bilmeli, konup göçmeyi de insan, ağırlık yapmadan… Hangi parmakta uğur böceği sonsuza dek kalıyor ki... Hep ona uç uç diyoruz… Çalan gonga kulak vermeli zamanı gelince ha!... Yoksa, gelsin diye yoluna bakanlar, gitsin diye gözüne bakar.... Gözüne gözüne, gözünün ta içine.... İçine… Zamanı gelince gitmeyi de görebilmeli insan, gözünün içine bakılmadan. Gitmek vazgeçmektir bir şeylerden, vazgeçmeyi de bilmeli insan… Vaz geçmek zordur elbet vakti saati geldiğinde... İşte o zaman "HAYDİ BANA EYVALLAH......!" Demeli kimseye danışmadan... Hangi yaprak danışıyor ki dalına? Kurutuyor kendini, sonra haydi bana eyvallah…!
"Hay benim muhacir ruhum.... Kendine göçen ruhum, kendinden göçen ruhum, yer yüzünde yer yok mu sana?..."
Yer yüzünde yer yoktu bana….
Belki de ölmeliydim… Yerin içine girmeliydim. Haydi bana eyvallah… Deyip, 1983 yılıydı denemek istemiştim.
Silifke’de Susanoğlu Beldesi’nde tatil yapıyorduk. Cehennem sıcağı kumlar üzerine kuruluydu çadırımız. Ben dışarıda çadırın önünde yatıyordum. Sivrisinekler… Gece geç saatlere kadar onlarla boğuşuyor, bitkin düşünce uyuyakalıyordum. Sabaha karşı yeniden saldırıyorlardı. Sivrisinekler, yaşama tutunma gücümün son damlalarını da, kan olarak emiyordu tenimden… Kulağımın dibinde ince ince, görünmeyen düşmanların zafer çığlıkları…
Çok yorgundum… Bedenimle birlikte gönlüm de yorgundu, yıllarca süren kavgaları başarmış, kendime yenilmiştim… Direnme gücüm tükenmişti, ölmeliydim..
Ağustos sıcağında her yeri kavuran “Akdeniz Güneşi” içimi ısıtamamıştı. Bütün mezar taşlarından adımı okuyordum…
Ölümümle giderken Laleli’den
İç denizlerim çekildi
Gözlerinin değdiği yerden
Sararıp seni kuru sevdim,
Bütün mezar taşlarından adımı okudum
Sürüngen bir yıldız güldü kahpeliğine
Utanıp başımı çevirdim…
***
Yarın soğuk bir güneş doğacak,
Şafaktan yoldayım
Nereye gidiyorum
Pis soğuk, pis karanlık, pis gece
İnsanlığın uzağında
Değerlerim değersiz
Pul olmuşum…
Baharı özlüyorum…
Artık pul olmuştum. Bahar… Çok uzak… Susanoğlu’nda, öğleden sonra plajın ötesinde kayalık bölgede keşfe çıkmıştım. Kendimi suya atmak için yüksekçe bir yer beğendim. Oradan kayalara tutunma ve çıkma olanağım yoktu. Kumsala kadar da yüzemezdim. Hele akşam karanlığında bu işi yaparsam kimse de göremez bulamazdı… Planımı beğenmiştim. Yer ölmek için çok güzeldi…
Akşam üzeri yeğenlerimi koklayarak öptüm. Uzaktan ailemi izledim. Usulca uzaklaştım. Kayalıklara yerime gelmiştim. Yerimde iki genç, levrek balıkları yakalamak için, canlı yem yapmak üzere büyük bir zevkle küçük kefal balıkları avlıyordu. Oltaları hiç boş çıkmıyordu. Önce yerimin kapılmış olması canımı sıkmıştı. Sonra onları izlemeye koyulmuştum. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım…
Gün batmış, hava kararmaya başlamıştı ki, tam o sırada milyonlarca sivrisinek bir anda ortaya çıktı ne kadar da büyüklerdi… Baş etmek olası değildi. Öyle bir canımız yanıyordu ki balık tutan gençlerle birlikte ben de kaçmaya başladım.
Ölmeye razıydım ama…. Sivrisineklere dayanamamıştım...
****
Konya’ya dönmüştük, hala değişen bir şey yoktu ruh halimde… Yukarıda çatı arasında yeterince ip vardı kendimi asmak için… Sabaha karşı çatı arasına çıkarken bir yandan başarısız komik girişimimi düşünüyordum. İpi bir kenara koydum. Cebimden kalem kağıt çıkardım. “Ölümümden kimse sorumlu değil…” Diye başlayarak bir şeyler yazacaktım. Çünkü kendini asmanın raconu böyleydi. O anda “Bir intiharın anatomisi” başlıklı bir köşe yazısı aklıma geldi. İntihar etmek üzere olan birisi “Ölümümden kimse sorumlu değil…” Diye başlayan yazısını yazarken, “Hep de böyle yaparlar…” Deyip başkalarının intihardan önceki yazılarına güldüğünü düşünüp, mektup yazmaktan vazgeçmiş, hatta o gülümsemenin O’nu, intihardan da vazgeçirdiği için, bunu bir köşe yazısında paylaşmıştı.
Nereden aklıma geldiyse…
Bir de sivrisinekler…
Hay benim tatlı canım… Bir daha denenemedim.
Hey be hey! Boğulmayı düşlediğim denizler…
Ne kadar da sığmışsınız meğer…