- 992 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 12
“Kuyruk Acıları”
“Biz seninle ilkbaharla sonbahar gibiydik. Asla yan yana gelemesek de birbirimize en çok benzeyendik. Kış son gücüyle seni kendine çekerken hain yaz hep aramıza girecekti. Tuhaftı biliyorum; ne sen ilk olabilecek ne de ben son kalabilecektim.”
ANNESİNİN KOCA AYAKLI KIZI BÖLÜM 12
Sakarya 2003-2004,
"On dört kahvehane."
Ayşegül başını çevirip yüzüme baktığında devam ettim. "Sadece üniversite ile yurt arasında on dört tane kahvehane var. Hepsi de ağzına kadar dolu. Bu insanlar evlerini nasıl geçindiriyorlar?"
Yurda varmadan önünden geçtiğimiz on dördüncü kahvenin önündeki genci yaşlısı tuhaf bakışlı adamlar evlerinin nafakalarını önlerindeki tavla kadar önemsemiyor gibiydiler. Bulunduğumuz küçük yerleşim yerinin en önemli geçim kaynağı bu üniversite iken neden bize öfkeli olduklarını aklım almıyordu. Onlara göre bir kız çocuğunun ailesinden ayrılıp okuması yanlıştı hatta belki de günahtı. Biz onların gözünde aciz ana babaların günahkâr çocuklarıydık. Bu yüzden değil miydi her birimize filizlenen öfkeleri ve bu yüzdendi bizi ilgiyle her süzdüklerinde estağfurullah çekmeleri.
Kendi düşüncelerimden içim ürpermişti ya da ılık esen sonbahar rüzgârıydı içimi ürperten. Hah! Sonbaharda bana benzemez miydi zaten. Solgun, yaşlı ve hüzünlü. Derin bir nefes daha çektim içime. Bahar havası da aynı benim gibi buram buram arada kalmışlık kokuyordu. Ne buz tutar lapa lapa kar yağdırır ne de güneşle kavurup ten yakardı. Ne doğru dürüst sevmeyi becerebiliyordum ne nefret etmeyi. Ne kanatlı melektim ne kuyruklu şeytan. Ne her şeyi halleden akıllı ne dünyayı boş vermiş deli. Özümü bulacaktım zira zamanı vardı belli.
"Ne düşünüyorsun fındık kurdu?" Ayşegül koluma girip beni kendine çekti. "Bu akşam da burgu makarna mı yiyeceğiz yoksa kelebek mi onu düşünüyordum."dedim. Kıkırdayarak yurdun kapısından girerken kelebek gibi kanat çırpıyorduk.
Gülmekten kendimizi daireye zor attığımızda Eren’i mutfak yerine yatağında gözü yaşlı otururken bulduk. Bizi görünce dizlerini kendine çekip başını eğerek kaldığı yerden ağlamaya devam etti. Gülüşümüz yüzümüzde donmuştu. Ayşegül ile birbirimize bakıp elimizdekileri Zeynep’in boş yatağına bıraktık. Karşıdaki yatakta duvar kenarında büzüşmüş Eren’in yanına usulca sokulduk. Küçük grubumuzdaki en ufak olan ben fındık kurdu elimi bakır renkli saçların altından geçirip omzuna sarıldım. “Canım ne oldu?" Eren hıçkırıklarına kısa bir ara verip başını yasladığı dizlerinden kaldırmadan cevapladı. "Biz Barış’la kavga ettik." Başını kaldırıp kızarmış gözlerini gözlerime dikti. "Bitti. Ayrıldık."dedi. Ayşegül kızın ıslak yanağına yapışmış saçlarını omzunun arkasına atarak yüzünü tamamen ortaya çıkardı. "Saçmalama Eren! Barış seni asla bırakmaz. Siz birbirinizi seviyorsunuz. "Ayşegül’ün tesellisi basit ve gerçekçiydi. "O dediğin İstanbul’daydı. Araya mesafeler girince olmuyormuş işte."
Ona teselli verme sırasının bende olduğunu kaş göz işareti ile belirten Ayşegül’e tek kaşımı kaldırarak cevap verdim. Benim araya giren mesafelerin zayıf aşkları koparıp güçlü sevgileri kuvvetlendireceği gibi edebi saçmalıklar parçalayacağımı sanıyorsanız aldanıyordunuz. Ben en zor zamanlarda acıyı hep dalgaya vururdum. "Aman iyi olmuş oh zaten hiç içim ısınmamıştı. Ne öyle oraya gitme Eren! Bunu yapma Eren! Ben bile sıkılmıştım. Oh be iyi oldu müzmin bekârların arasına hoşgeldin hayatım."
Ayşegül ağzı bir karış açık ne yaptın der gibi bakarken Eren yaşadığı şoktan kısa sürede çıkıp "O bunları benim iyiliğim için söylüyordu tamam mı? Beni düşündüğü için ve beni sevdiği için. Aslında çokta haksız sayılmaz!" Söylediği söz bittiğinde odadaki sessizlik üçümüzün kahkahaları ile son buldu. Bir insanın en güzel gülüşünü ağladıktan sonraki pırıl pırıl yüzünde görürdünüz. Bende görmüş ve akabinde yatağın üzerindeki telefonunu Eren’e uzatmıştım."Hadi ara canparem." Elimdeki telefonu kapıp hızla ayağa kalktı."Banyodan çıktığımda yemek istiyorum ona göre. "Odadan çıkıp hole doğru ilerlerken Ayşegül’e göz kırpıp yüksek sesle bağırdım."Akşam yemeği yedide. Menüde ıspanak var!" Banyodan gelen memnuniyetsiz sesten bir saniye sonra yüzüme yediğim yastıkla yatağa savrulmuştum.
******
"Bu ıspanağı yıkamaya harcadığım vakitle vizelere hazırlanmıştım he." Eren bornozuyla banyonun kapısında dikilmiş hayret dolu bir ifade ile bana bakıyordu. "İnanmıyorum fındık kurdu yemek yapıyor! Hem de soğanlı salçalı falan." Tencereden taşan ıspanaklara zor kullanarak kapağı kapatmaya çalışırken dil çıkardım. "Ne sandın kızım. Anneannem her zaman öğren kızım ama yapma derdi. Yaptığın banaysa öğrendiğin sana.”
"Ayşegül nerede?"
"Üstünü değiştirmek için dairesine geçti."dedim. Eren muzipçe gülümsedi."Biz barıştık."
"Kim barıştı." Zeynep anahtarı açtığı kapıdan çıkarmak için debelenirken sormuştu.
"Yemek yapacağım deyince Eren ve Ayşegül benimle küsmüşlerdi de ekmek aldın mı mesaj atmıştım." Kitapların arasından ekmeğin ucunu göstermeye çalışan Zeynep son bir gayretle anahtarı hain kapıdan çıkarmayı başardı. "Ay sen yemek mi yaptın?"
Elimdeki bıçağın ucunu karşımdaki iki bayana tek tek sallarken keyifle söylendim."Bu akşam parmaklarınızı yerken bunu size hatırlatacağım."
Sadece on beş dakika geçmişti. Bu geceki evin küçük annesi ben sofrayı kurup salatayı masaya bırakırken kapı çaldı. Odadan çıkan Eren kapıya koşarken Zeynep’te banyodan çıkıp masaya oturmuştu. "Çok acıktım ben. Bana bir tabak dolusu koy lütfen."derken salatanın suyuna bandığı ekmek ucuyla kendinden geçmişti.
Ayşegül kapıda Eren’in yanağından ufak bir makas alıp sofraya Zeynep’in yanına oturdu.
Anneannemin yaptığı yemekler dillere destan, annemin zeytinyağlılarına herkes hayranken benim başarısız olmam mümkün değildi. Elinde beni olanların yaptığı yemekler her zaman lezzetlidir derdi anneannem. Bende bundan cesaretle artistik hareketlerle önlüğü başımdan çıkarıp kapının koluna astım. Desenleri solmuş yemek tabaklarından en üsttekini elime alıp tencerenin kapağını açtım. Tencerenin dibindeki bir avuç ot yığınına bakarken Zeynep "çok koy çok!"diyerek çatalını masaya vurmakla meşguldü. Anneannem yalan mı söylemişti yoksa genetiğim mi bozuktu. Zaten bozukluğum yaptığım o evde kalmış kızın çeyiz bohçası kadar büyük olan mantılardan belliydi. Tencerenin kapağını hızla kapatarak aklımca arkama sakladım. Dağdan inmiş aç kurt sürüsünden kurtulmak için aklıma ilk gelen yalanı zırvaladım."Biri yemeğimizi çalmış."
"Kim çalmış?"
"Eeee, yemek yok mu yemek"
"Seni öldürsem kaç yıl yerim fındıkkurdu?"
Mutfakta kopan kıyametten duyabildiklerim bunlardı.
*****
Lapa lapa yağan karda bozuk yollardan okula gitmek benim için tam bir işkenceydi. Ben sıkı sıkı basmaya çalıştıkça dizlerim daha da titriyordu. İstanbul’da yağan sulu kara alışkın olmamdandı belki de. Gece pencereden izlediğim karın sabaha çamura dönüşen İstanbul yollarına alışkındım ben. Belki de onu tekrar görecek olmamın heyecanıydı dizlerimi titreten. Ne heyecanlanacaktım ki o patlak gözlü değildi artık ilgimi çeken. Yürümeyi yeni öğrenen altı bezli bebekler gibi kızların arkasından ilerliyordum. Atacağım her adımda verdiğim stratejik kararlarla önümdeki kar kütlelerine basıyordum. İki düşün bir ilerle. İki düşün bir ilerle."Vize haftası olmasa ben dışarı çıkmazdım ya ah!" Buz tutmuş yolda spagat açmama çok az kala önümdeki Eren’in paltosuna asıldım. Aldığım destekle bacaklarımı kapatıp doğrulmaya çalışırken sinirle söylendim. "Siz niye bizimle derse giriyorsunuz ki ikinci öğretim dediğin akşam derse girer."
Eren’in gülmemek için kendini zor tutan yüzünü görünce benim için cinnet kaçınılmaz hale gelmişti. "Rektörlüğe dilekçe yazıp şikâyet edeceğim. Ah! Sakın beni bırakayım deme Eren düşeceğim."
Eren’in koluna girip uzaktan beyaza bürünmüş üniversite binasını görünce içim biraz olsun rahatlamıştı. Dayan kızım az kaldı!
"Sapanca kampüsü tadilata girmiş." dedi Eren ve devam etti."Çevre ilçelerdeki kampüslere bölümleri dağıtmışlar. Müdüriyet Hazır giyim birinci ve ikinci öğretime bizim dersliği verince bizde sizin sınıfa kaldık hayatım."
Yüzüme diken gibi batan kardan korunmak için atkımı düzeltme gafletinde bulunarak elimi Eren’in kolundan sadece bir saniyeliğine çekmiştim.
"Ne kadar sürecek bu durum?" Tabi ki öfkem Eren ve Zeynep’e değildi. Öfkem o patlak gözlüyü bir süre görmek zorunda kalacak olmamdı. Ben atkı ile debelenirken Eren karların üstünde zıplayarak bağırdı.
"Bu güzel haberi benden al canım dönem sonuna kadar beraberiz."
"Nee! Ahhhh!"
Düşünmeden attığım o adım sonrasında iki seksen yolun ortasında uzanırken acıdan çok bedenimde senden kalan hatıradan ötürü haykırmıştım.
"Lanet olsun sanırım kuyruk sokumumu kırdım!"
*****
"Ya kalksana orası benim yerimdi." Bebek sesi çıkaran ve havaya hiçte uygun olmayan açık yaka gömlekli bir yarım akıllı sarışın tepesinde dikildiği çocuğu çekiştiriyordu. Ben doğru dürüst yürümeyi beceremezken kızın kusursuz fönlü saçları sinirime dokunuyordu. Okulda kuaför falan mı vardı. Hayır yani kuaför varsa kesin revir falanda olmalıydı. Kalçamı tuta tuta arka taraflardaki boş sıralardan birine doğru ilerlemeye başladım. Kız şimdide elindeki defterle çocuğun kafasına vurmaya çalışıyordu. Bütün sene! Bütün sene bunlarla okumaktansa kendimi az önce altından geçtiğim kapıya atkıyla asmaya razıydım.
Kısa bir süre içinde birinci ve ikinci öğretimi içine alan amfi acıyla bağırıyordu. Yeter artık! Bir kaç kişi daha derse girerse kesin sınıf çöküp aşağıdaki hazır giyimin kafasına inecekti. İnmeliydi de dedim kapıda onu gördüğümde. Bütün bunların suçu onlardaydı. Arka sıradaki Zeynep’in de İstanbul’dan arkadaşı Hakan gür sesi ile bağırdı. "Mert sen böyle gel." Tıklım tıklım oturan fakirlerin arasından rezerve edilmiş masasına ilerleyip o aşina olduğum umursamaz tavrıyla gelip arkamdaki sıraya defterini fırlatırcasına bıraktı. Oturmadan önce sınıfa bir göz atan küstah bakışlar dile geldi. "Bu ne böyle ya!"
Hah! Bende aynen böyle düşünüyordum. Bu ne böyle? Başımdaki kırmızı bereyi çıkarıp sıranın altına tıkıştırdım. İyi ki sabah Ayşegül’e saçımı ördürtmüştüm. En azından kabarıp berbat bir görüntü sergilemiyordu.
İktisat hocası her zamankinden kalabalık sınıfa tuhaf bakışlar atarak kürsüye doğru ilerledi. Mahir Hoca derslerine küçük espriler yapmadan asla başlamazdı. Bugün konu aramasına gerek kalmadığından topu direk ağlarla buluşturdu.
"Nerede hareket orada bereket" Burnunun ucuna kaymış gözlüğü biraz daha gülerse son kemeri de aşıp yere düşecekti.
Bu esprinin arkasından sınıfın arka bölümünde bir kahkaha koptu. Sebebi tabi ki hocanın esprisi değil bunu kendince uyarlayan genç beyinlerin eseriydi. Sınıfın yaşına göre babayiğit görünümlü öğrencisi Taylan "Ya da nerede çokluk orda bokluk arkadaşlar" diyerek çevresindeki grubu kendince hareketlendirmişti.
Mahir Hoca çantasından ders notları ile birlikte bir kaç kâğıt çıkararak sınıfa seslendi.
"Evet derse başlamadan önce hazır iki öğretimde bir aradayken vize sonuçlarını açıklayayım."
Ön sıralardaki adını bilmediğim kızlardan biri heyecanla sordu "Hocam ne çabuk okudunuz?"dedi. İltifat olarak algıladığı bu soru sonrasında tek elini çenesinin altına alan Mahir Hoca "İki öğretimde de en yüksek not alan öğrencileri açıklayacağım. Sonrasını sınıfta elden ele gezdirin."Az önce kendisine soru soran öğrenciye dönerek "Ders sonrası listeleri panoya asın lütfen." Kız başıyla onaylayınca Hoca elindeki kâğıdın en üstündeki isme dikkat kesilerek okumaya başladı. "İktisada giriş birinci dönem vizesi birinci öğretim en yüksek notu Doksan Sekiz puanla Aslıhan Yılmaz" Sınıfta kendi grubunda olmayan kişiler birbirlerinin isimlerini bilmezdi. Adımı duyduğum an iyi geçtiğini bildiğim sınavın birincisi olacağım aklıma gelmezdi. Hoca kim olduğunu görmekte ısrar ederek sınıfa göz gezdirirken Ayşegül kolumu dürtmekle meşguldü. Belki de sınıfı taramaktan vazgeçer diye düşünürken "Evet Aslıhan Yılmaz! Yok mu?" Kaçarı yoktu adam gül yüzümü görmeden rahatlamayacaktı. Çaresizce el kaldırdım. Hocanın kalabalıkta beni fark etmesi ile bana yönelttiği kalem tutan eli ayağa kalk işareti yapıyordu. Tüm sınıf şimdi Aslıhan Yılmaz’ın kim olduğuna bakarken yavaşça ayağa kalktım.
"Tebrik ederim küçük hanım. İnanın not kırmakta zorlandım." Gözlerimi hocaya dikmiş diğer insanların bana baktığının bilinci ile hafifçe kızardım. "Teşekkür ederim."
"Şimdi de ikinci öğretimin en yüksek notu Doksan Sekiz puanla Mert Sezer" Kafama balyozla vurmuşlar gibi hissettim o akıl fukarası patlak gözde benimle aynı puanımı almıştı. Arka sıranın gıcırdadığını işittim. Şimdi o da ayağa kalkmıştı. Az önce kendi meşrebinde espri yapan genç ıslık çalarak alkışlamaya başladı."Helal Mert yakışır." Yarım akıllı çocuğa uyan bir grup daha alkış koparırken Hoca listeleri ön sıraya uzatarak sınıfa dağılmasını sağladı.
"Beraber mi çalıştınız çocuklar? Hatalarınız bile aynı"
Önüme eğdiğim başımı bu sözle aniden kaldırdım ve bu sefer bilinçli olarak yüksek sesle söyledim."Allah korusun hocam."
Dış sesimin verdiği bu hızlı ve net cevabın bir de iç karşılığı vardı elbet. Söylemeye dilimin dönmeyeceği, kalbimin bu sükûnete boyun eğdiği bir karşılık. O da benim gibiydi her duygusu ve her hatasına kadar. Çünkü biz seninle ilkbaharla sonbahar gibiydik. Asla yan yana gelemesek de birbirimize en çok benzeyendik. Kış son gücüyle seni kendine çekerken hain yaz hep aramıza girecekti. Tuhaftı biliyorum; ne sen ilk olabilecek ne de ben son kalabilecektim.
Yerime oturduğumda aynı sırayı paylaştığım kızların hayret dolu yüzlerine tek kaşımı kaldırarak cevapladım. "Ne var?" Arkamdaki sıranın güçlü sallantısı ile sabah darbe aldığım kalçam bir kez daha zonkladı. İnsan görünümlü varlık yerine oturmuştu. Belli ki sinirlenmişti de. Bundan aldığım zevkle dersi dinlemeye başladım.
Kısa bir aranın ardından ders olağanca karmaşıklığı ile devam ediyordu. Tam rekabet piyasası ve yaklaşımlarını anlatırken kendinden geçmiş hoca arada sınıfa sorular sorup beklediği cevapları alamayınca geriye dönüp en baştan başlıyordu.
"Tam rekabet piyasasında, hiçbir firmanın sattığı ürünün fiyatı üzerinde tek başına kontrol gücünün olmadığı özel bir piyasa yapısıdır. Tam rekabetçi firma fiyat belirleyici değil, fiyat kabullenicidir."
Bana göre şuanda rekabet tam da arkamda devam ediyordu.
Hakan gür sesinin elverdiği en alçak şekilde konuşuyordu."Bak alttan üstten sonra bir yandan ve yine alt üst."
Artık hiçte beni etkilemeyen ses itiraz etti. "Hayır birader alt üst sağ sol. Aşağıya kadar böyle devam ediyor. Ne saçmaladıklarını anlamaya çalışırken arkamdakiler restleşmeye devam etti. "Var mısın iddiaya. Soralım."dedi Hakan.
"Soralım" dedi patlak gözde.
Aman neyse ne umursamıyorum da dedim içimden. Bütün bir dönem neyin peşinde olduğu ile uğraşmayacaktım. Kesin ön sıralardan birini gözüne kestirmişlerdi. Önünde yanında altında üfff!
Omzumu dürten bir parmak içimdeki umursamaz sesi kesti. Arkamı dönüp bana ilgiyle bakan iki yüze döndüm.
"Ne var?"dedim bıkkınlıkla.
Hakan yüzünü sıraya yaklaştırıp tavus kuşu gibi boynunu eğdi. "O kafandaki alttan üstten sonra bir yandan ve yine alt üst şeklinde mi devam ediyor?"
"Nee!" Sesim olması gerektiğinden yüksek çıkınca hızla önümü dönüp bizim tarafa bakan Hocayla göz göze geldim. Sol omzunu kaldırıp elimle bir şey yok gibisinden hareket yapınca hoca burnuna düşmüş gözlüğünü ittirerek tahtada yaptığı hesaplamaya geri döndü. İçimden derin bir nefes alıp bunu da atlattım diye düşünürken sol omzumun hemen arkasından gelen nefesle karışık bir ses bütün vücudumun kontrolünü ele geçirdi.
"Her şeyi bu kadar planlı mı yaparsın fındık kurdu? Saçını bile?"
Omzumun üstünden cevapladım."Se-seni ilgilendirmez."
Ufak dağınık bir nefes hissettim. Gülmüştü."Balıksırtımı bu?"
Herkesin anın durmasını istediği zamanları muhakkak vardır. Bu benim için öyle bir andı. Herkesin yalnızca on saniye kadar donmasını ve arkamdaki Furby’in yüzüne doğru oldukça tiz bir çığlık atmayı deli gibi istiyordum. Kontrollü olmak suç muydu? Bilinçli ve öngörülü davranmak. Olayların kontrolünden çıkması insana nasıl zevk verebilirdi ki. Arkamdaki mahlûka zevk verdiği kesindi. Hocaya göz atıp usulca arkamı döndüm. Ayşegül yapma dercesine bacağıma vururken sesimi de kontrolüm altına alarak cevapladım. "Hayır balıksırtı değil, bu modelin adı kuyruksokumu"
Hakan’ın bağıran sesi ile hoca dâhil tüm sınıf arkasını döndü. O ise aldırmadan bağırmaya devam ediyordu.
"Kazandım iddiayı ben kazandım."
*****
Ayşegül’lerin ön tarafa bakan odalarındaki açık camdan yurdun altındaki cafeye giren çıkanları izliyordum. Canlı müziğin sesi odadaki sessizliği biraz olsun dağıtıyordu. Yeni türkünün sözlerine aşina olduğun bir şarkısını çalıp hep bir ağızdan söyleyen topluluğa bende burada eşlik ederken diğer camdan sarkan Zeynep’e göz kırptım. Oda şarkının sözleri ile bana cevap vererek gülümsüyordu. İçerdekileri de bize katılmaya davet etmek için arkamı döndüm. Yatağında sus pus oturan Havva yurdun sahibi Türker Amca gibi düşünenlerdendi. Ona göre böyle yerlere gitmek, erkeklerle aynı ortamlarda oturup eğlenmek günahtı. Daha önce sayısız kez bu konuda konuşup ortak bir görüşe varamadığımız için konuyu tekrar açmamayı uygun buldum. Daha önce bir kaç kez aşağıya inmek için girişimde bulunduysak da Türker Amca’nın onaylamaz tavırları yüzünden vazgeçmiştik. Hepimiz çok iyi biliyorduk ki cafenin sahibi ile mahkemelik olan Türker Amca tarafından oldukça masum olan bu durum ailelerimize çarpıtılarak anlatılabilirdi.
"Ben markete inip çekirdek alayım bari. Gelsene sende Zeynep."
Zeynep üstünü başını göstererek “Bu tiple aşağı falan inemem ben. Sen aşağıdaki kalabalığı gördün mü?” Başını pencereden sarkıtarak içeri yeni girip çıkanlara göz gezdirmeye devam etti. Üstümdeki eşofman takımına bakıp omuz silktim. “Aman kim görecek beni. Ben iniyorum. Birazdan gelirim. Başka bir şey istiyor musunuz?” Zeynep camdan neşeyle, Havva’da oturduğu yataktan somurtarak aynı anda cevap verdiler. “Hayır!”
Yurdun merdivenlerinden koşar adım inip kapıya doğru ilerlerken önünden geçtiğim yazıhanesinde sesten dolayı sinirle oturan Türker Amca’yı gördüm. Kapalı cam kapının önünde durup önce bakkal yönünü kafamla işaret edip ardından elimi ağzıma götürerek çekirdek ihtiyacımı dile getirdim. Dışarı çıktığımda tüm üniversitenin bizim yurdun altında toplanıp toplanmadığından şüphelenmeye başlamıştım. Kalabalık öyle böyle değildi ve cumartesi akşamı olması dolayısıyla eğlence geç saatlere kadar sürecek gibi görünüyordu. Çiseleyen karla karışık yağmurdan payıma düşenin en azını almak için koşar adım kendimi hemen yan binadaki markete attım. Yurda döndüğümde kısmen ıslanmış olsam da buna değer bulduğum poşetimle merdivenlere doğru yönelmiştim ki yurdun televizyon odasında küçük bir pencerenin önünde çaktırmadan cafedekileri gözetleyen Asiye’yi gördüm. İşte can sıkıntımı geçirecek bir şeyler bulmuştum. Elimdeki poşetin ses çıkarmamasına dikkat ederek yavaş adımlarla zaten davul çalsam benim varlığımı fark etmeyecek durumda hipnoz olmuş kızın yanına vardım.
“Asiye! Ne yapıyorsun sen?” Asiye olduğu yerde korkuyla sıçradı. Gelenin tehlike teşkil etmediğini fark edince elini önce kalbine sonra da damağına götürdü. “Ödümü koparttın Aslıhan.” dedi.
“Ne yapıyorsun bende bakacağım.” Küçük pencereden bu kadar önemli neye baktığına merak ederek Asiye’yi çekiştirmeye çabaladım. Asiye doksan kilo ağırlığı ile pek kımıldatılabilecek gibi görünmüyordu. “Şşşt! Şimdi Türker Amca’ya yakalanacağız. Lütfen biraz sessiz olabilir misin?”dedi.
Tabi ki onu rahat bırakacaktım ama biraz pazarlık payı bırakmaktan zarar gelmezdi. “Tamam gideceğim ama bana neye baktığını söyle.”dedim. Asiye önce kapıya doğru bir bakış attı. Gelip gidenin olmadığına emin olduktan sonra bana aramızda kalacak dercesine işaret parmağı ile kesin uyarı verdi. Ağzımın hayali fermuarını çekip elimdeki poşeti yakınlarımdaki masaya bıraktım. Asiye elini dudaklarına götürüp sessiz ol işareti verirken ben çocukken her ay penisilin iğne yemek için annemin zorla götürdüğü dispanserdeki resimden daha gerçekçi şekilde hemşire pozu verdiğini düşünüyordum.
“Gel bak.”diyerek beni az önce görmek için meraktan çatladığım pencerenin önüne çekti. Elbette ufak camın nereye açıldığını biliyordum. Cafenin sahne diye tabir edilen kısmındaki en köşe tarafı görüyordu. Anlamadığım şey kızın içeri girip diğerleri ile eğlenmek yerine bu delikten kısmen bakma ihtiyacı duymasına neyin sebep olduğuydu.
Sahnenin ortasında uzun saçlı genç bir çocuk Akdeniz Akşamları tarzında bir şarkı söylüyor ve göz gözü görmez bu yerde siluet olarak seçilen bir grup ona ayakta eşlik ediyordu. Asiye arkası tam bize dönük ayakta org çalan çocuğu işaret etti. “Adı Faruk. İşletme ikinci sınıfta okuyor. Org ve gitar çalıyor. Yaklaşık yedi aydır birlikte olduğu Buse adında bir kız arkadaşı var ve kendisi iki yıldır benim platonik aşkım oluyor.” Gösterdiği yerdeki yakışıklı sayılacak çocuğu inceledim. “Neden platonik olarak kalmasına izin veriyorsun?”dedim. Sanırım yanlış bir noktaya parmak basmıştım ki Asiye alt dudağını ısırıp yüzüme dik dik baktı. “Sence bu küçücük delikten onu izlemek hoşuma mı gidiyor. Şu çocuğa bir daha bak lütfen benim gibi biriyle çıkmak ister mi? Halime bir bak herhalde benden iki Buse çıkar.”
“Her şey dış görünüş değil.”dedim inandığım şeyin arkasında durarak. Başını sallamakla yetindi sadece cevap bile vermeyi gerek görmemişti. Yüzümü küçük pencereye çevirip önümdeki loş ortama göz gezdirdim. “Gerçekten dış görünüş her şey demek değildir Asiye. Hayır eminim başka şeylere değer veren insanlarda va…”
“Ne oldu? Hey!” Asiye’nin bana seslenen sesini duyuyor fakat tepki veremiyordum. Donmuştum. Vücudum üzerinde durduğum mermere kök salmış ve gözlerim küçük pencereden görünen karanlıkta Faruk’un org çaldığı masanın önünde oturan gruptan ayağa kalkarak elindeki bir kâğıdı çocuğa uzatan tanıdık siluetteydi. Tanıdık umursamaz tavırlarla çocuğun omzuna vurarak az önce ayağa kalktığı masaya -gayet hoş bir kızın yanındaki yerine- kuruldu. Koltuğun kızdan yana olan tarafına uzattığı kolu sabrımı taşıran son damla olmuştu.
Her şey dış görünüş değildir.
Her şey dış görünüş değildir.
Arkası dönük sevgi dolu çifte bakarken sinirle ellerimi yumruk yapmıştım. “Aslıhan?” Kolumu koparırcasına sıkan Asiye’den kendimi kurtarıp deli gibi etrafa saldırmaya başladım. İlk gözüme çarpan plastik bir tabureyi alıp küçük pencerenin önüne yere koydum. “Demek ben kontrollüyüm heee, plancı ve sıkıcıyım. “ Taburenin üzerine çıkıp tek bacağımı ufak camdan soktum. Hemen ardından otuz dört bedenimi çok zorlamadan -başımı hafifçe vursam da- camdan diğer tarafa geçirmeyi başarmıştım.
Asiye yurdun tarafında kalan tek bacağıma yapışmış çekiştirirken bir yandan da yalvarıyordu. “Aslıhan ne yapıyorsun?” Kötü bir kahkaha atıp kendimi cafenin içine attım. Şimdi ufak pencerenin diğer tarafında kalan şaşkın yüze dönerek cevapladım. “Doğaçlama yapıyorum. Plansız ve kontrolsüz.”
*****
Son ana kadar umudum vardı bir ikizin olup olmadığından. Ama şimdi o kadar emindim ki; aynı yumurta ikizi bile böyle pervasız böyle küstah bakamazdı. Birkaç adım önümde org çalan Faruk klavyenin tuşlarına daha bir acıklı basıyordu sanki. Bir sonraki şarkı bari benim olsun dedim. İçerideki loş ortama gözlerim iyice alışmaya başlamış ve o patlak gözleri daha net görür olmuştum. Sırtının dönük olmasının rahatlığı ile sahnenin kenarındaki perdenin dibinde uzun uzun inceledim bedenini. Sağ yanındaki güzele fazla gülmekten içine hava dolan gamzelerini, yan bakan boynunun kıvrımlarının hırkanın yakası ile kesiştiği o yeri ve saçına verdiğin o farklı şekli. Hepsini uzun uzun inceledim.
“Ahh! Yardım edin!” Arkamı dönünce anne karnından çıkan bir yavrunun ilk anlarına şahit oluyor gibiydim. Asiye yapmaması gereken bir şeyi yapmış ve camdan geçmeye çalışmıştı. Şimdi kafası ve kısmen çıkmış gövdesinin üst kısmı ile hayata merhaba diyordu. Şaşkınlıktan donmuş halde perdenin kenarında kalakalmıştım. Hemen sonra nerde olduğumun ve müdahale etmezsem neler olabileceğinin bilinci ile cama doğru uçarcasına koştum. “Asiye ne yaptın sen. Geri it kendini geri it.” Asiye göğüs kafesi sıkıştığı için zar zor cevap verebiliyordu. “Gidemiyorum. Sıkıştım.”
“Ne akla hizmet girdin sen oraya.” Arkamı dönüp tüm olanlardan hala habersiz sahnede bir şeyler çalan küçük topluluğa göz gezdirdim. “Bekle beni Asiye.”dedim sanki kız bir yere gidebilecekmiş gibi. Az önce beni gizleyen perdeyi biraz daha itelersem pekâlâ ufacık bir pencereyi de gizleyebilirdi. Faruk’un arkasına kadar yavaş yavaş çektiğim perdeyi bırakıp Asiye’nin yanına geldim. Kızın üst tarafı daha kilolu olduğu ve çoğu zaten bu tarafa geçtiği için yapacak tek bir şey vardı. Onu bu tarafa çekmek. “Şimdi bir iki üç diyeceğim ve kendini bu tarafa doğru ittireceksin. Anlaştık mı?”
“Ah! Tamam bitsin artık şu işkence lütfen nefes alamıyorum.” Ellerini önümde birbirine vurup derin bir nefes aldım. “Tamam başlıyoruz karnını içeri çek.” Ellerimizi sımsıkı tutuşup var gücümle onu kendime çektim. Kıpırdamıyor, kıpırdamadığı gibi vücudu daha da sıkışıyordu. “Ah Allah’ım böyle ölmek istemiyorum.” Asiye artık acıdan ne kadar sesli bağırdığının farkında bile değildi. Şimdi ayağımı duvara dayayıp destek alarak tekrar denemeye çalıştığım sırada perdenin arkasından biri seslendi. “Kafayı mı yediniz siz ne yapıyorsunuz böyle?” Asiye şuan ki görüntüde tek tuhaflık el ele tutuşmamızmış gibi hızla ellerini ellerimden çekti. “Lanet olsun rezil oldum.” Gerçekten de rezil bir durumdaydık.
“Siz ikiniz pencere yerine kapıdan girmeyi deneseniz hiç fena olmazdı. Sesiniz içeri kadar geliyor.” Faruk sinirle karşımda dikilirken aynı şekilde cevap verdim. “Kusura bakma programını bozduk cicim ama inan şuan da şu kızı kurtarmaktan başka bir şey umurumda değil.” Faruk sesli bir küfür ederek elindekini uzattı. “Tut şunu ve kenara çekil. Bu kiloyla onu yerinden oynatabileceğini mi düşündün sen?”
Az önceki artık alıştığım yerim olan perdenin kenarına çekildim. Faruk daha önce çok sıkışan çıkarmış edasıyla kollarını Asiye’nin koltuk altlarından geçirerek boynunun arka tarafında birleştirdi. Birbirlerinin gözlerinin içine baktıkları bu pekte romantik olmayan anda Faruk ekledi. “Üçe kadar saydığımda bedenini bana doğru iteceksin. Anlaştık mı?” Karşılıklı anlaşan çiftten üstün durumda olan saymaya başlarken kalbim duracak kadar hızlı atmaya başlamıştı. “Allah’ım şunu atlatalım bir daha tövbe ne oyun ne doğaçlama.”
“Bir iki üçççç!”
Dua etmek için açılmış olan ellerim sadece beş saniye sonra yüzümü kapatmıştı. Her şeyin bir anda olup bittiği olayda kimse ne olduğunu anlamamıştı. Asiye’yi hızla çekip kurtaran Faruk kızla birlikte sahneye doğru uçarken üzerlerine dolanan kırmızı kadife perde yerinden sökülmüş ve bu vahim manzarayı görmek istemeyenler için sansür uygulamıştı. Faruk yere düşerken devirdiği org sehpasının üzerindeki değerli enstrüman hemen önündeki masada oturup buzlu votkasının en keyifli yudumunu tadan patlak gözün ensesine kucak açmıştı. Çıkan ses içler acısıydı.
Belki olayın şokuydu. Belki de benden de sende kalan bir hatıranın olmasının keyfiydi beni bu denli güldüren bilmiyorum. Müziğin durup içerideki herkesin çıt çıkaramadığı o dakika içimden gelen tek şeyi yaptım. Kimsenin hala beni görmediği o duvarın dibine büzüşüp sessizce gülmeye başladım. “Al sana doğaçlamanın babası. Seni kendini beğenmiş patlak göz.”
Sahnedeki örtünün altından sinirli bir surat çıkıp benim olduğum tarafa doğru bir şeyler mırıldanırken üzerine abanan vücutla tekrar yere yapıştı. Ne yapıyordu bu yerimi mi belli edecekti. “Mik….mikr”
Duvarın dibinden fısıldayarak “Sussana. Beni ele vereceksin. Ne diyorsun anlamıyorum.”Üzerindeki ağırlıktan kurtulan Faruk sinirle bağırdı. “Mikrofon açık mikrofon.”
Elime baktığımda sıkı sıkı tutmakta olduğum şeyi ilk kez fark eden ben anlamıştım. Sayılı dakikaları kalan kısmen bir ölüydüm ve ne kadar şanslıydım ki bu kalabalık cemaat yarınki cenaze namazımda da beni yalnız bırakmayacaktı...
YORUMLAR
Bölümlü yazıları okumak zordur. Genelde peşpeşe yazılır bu tür yazılar. Fakat bazan, uzun aralar verirler yazanları bu bölümlere. O halde yapılacak tek şey yazının devamını beklemek olur. Lütfen biraz daha sık aralıklı olsun bölümler. Kutlatım yaşatan, hissettiren yazıyı.
aslihan yilmaz DR
keyifli okumalarınızın devamını dilerim.