- 1147 Okunma
- 2 Yorum
- 4 Beğeni
'hissedilmeyen'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
sıkışmış, kıırlmış, incinmiş, değişmiş, sevilmiş, gerilmiş, kazınmış, yutulmuş, atılmış, satılmış, kakılmış, yatılmış ve daralmış her ne varsa hissedilmeyen..
‘yutalım geriye kalan kelimeleri’
Bize kalan bir biz olsaydı, bu bizin de biz demeye mecali kalsaydı, gereksiz olmaz mıydı geriye kalan kelimelerin her biri? Söylemek için, konuşup anlaşmak, ferahlatmak ve belki de bir gün yeniden doğmak için. Oysa tüm duaları âmin demeden unuttuk! Geriye kalan birkaç kelime vardı. Sence gereksiz, bence prematüre; yutmalıydık onları.
‘Rüzgârın sesini duyuyor musun?’ Ağaç dallarını okşarken, nasıl da insanın içine işliyor. Yapraksız bir ağaç hışırtısı bu: Mikroplarından kurtulmuş bir resim… Vücudumdaki tüm iltihapların bir noktada birleşip, geceleyin nöbetler haline dışarı ziyaret etmeye çıktıklarını hayal ediyorum. Şu ağaç, pencerenin önüne kadar başını uzatmış ve bana selam ediyor. Etsin. Ne güzel bir kimsesizlik ki, ağaçlar benimle konuşmak istiyor. Dillerini çözüyorum. Berbat bir kitap tercümesinin azabını yaşatan zamandan ayrı, göğün mutlak lacivertliğinde göğsümün içinde koşuşan oksijenleri dizginlemek isteyen kim?
Bu şarkıyı kaç bin kere dinledik, anımsıyor musun? Terliğini giy ve topuklarında çamur lekesine benzer yerin pisliğinden uzak dur. Bu aralar gökyüzünün bronşlarındaki iltihaplardan şikâyetçi herkes. Komşu kadın biber kızartması yapıyor. Yanında yoğurt çırpıp, akşam kocasıyla beraber oturup yiyecekler. Yetmişine yakın bir adamın çalıştığını gördükçe, kendimden utanmıyor değilim. Buna da kader deyip kurtulabilirim. Bugün bir yolunu bulup delirebilirim. Yolun en iyisi budur deyip, ölebilirim. ‘Ama yaşarken ölü olanlara yakışmaz intiharlar!’ Yaşamalıyım, sen de yaşamalısın. Dünya küçük mü, yoksa büyük mü ne fark eder? Bugün ağlamalıyım mesela yapraksız ağaç dallarına bakıp. Beyaz kâğıtlar üzerine resimler çizmeliyim. Hayır, hayır hiçbir şey yapamam. Şu ses, boğuk bir geğirtiyi andıran rahatsız edicisi ses doğum anındaki çığlığa benziyor. Bir kadın sesi, erişkin, oturmuş, ağlamaktan bizar düşmüş bu kadın sesini de yutuyorum.
Bu havalar insanı terletmiyor. Terleyince de koltuk altındaki kıllar biraz kokuya müsebbip, gerisi angarya bir sulayış. Kim kimi suluyor, kim kuru, kim ıslak, kim kaynak, kim çorak? Toprak membaının göğüs uçlarına yapıştırıp ağzını, emerken sonuna kadar yaşama arzusunu; bahar geliyor mesela bu şehre. Çiçekler açacağından bahsedeceğimi sanıyorsan, yanılıyorsun. Çiçeklerden bahsetmek bana düşmez. Ben ne toprağım, ne yağmur ne de güneş! ‘Ama izin vermiyorlar bana. Ruhumu sıkan şu ses yığıntısı, ağaçlar var ama hışırtı sesleri; rüzgâr ve gökyüzü…’
‘Merhametine muhtacım Allah’ım! Sesimi sen duyabilirsin’ diye yalvaran içimdeki adamın sabrıyla şükretmeliyim. Ne şu ses yığınları, ne imtihanlarda ne de başka bir kaygı sarsabilir şu etten kandan örülmüş duvarı. Lafazanlığın birlikleri korkusuzca saldırı birliklerini öne sürerken, ağrı saplı kalbimin ağlak günlerinden geriye kalan heyulanın ıslıklarıyla boğulduğum anda ellerime bakma gayretinden dahi uzağım. ‘Ellerim, ah ellerim, benim ellerim, günahlarım, sevaplarım, bir o kadar umarsızca dokunuşlarım! Bir gün siz de hesap vereceksiniz. Eğilip bükülmeden, yavaş yavaş eriyecek, tükeneceksiniz. Toprak mı, su mu, yoksa bir ateş mi sizin mahvedecek bilinmez ama yok olacaksınız. Sonra tekrar, bir gün birleşip de var olduğunuzda anlatacaksınız beni. Anlatın, yasını hisli parmak uçlarına gömmüş kederli ellerim. Siz olmazsanız ben ne yapabilirdim ki!’
Şu an durgun ve sakin bir denize uzanmış kayığı andıran vücudum, sessizliğe muhtaç, yağmurunu beklerken, can sıkıntısına gömülü hücrelerimin işleyişinden bihaber dalıyor gözlerim. Oysa hiç dalmazdı şu çalı çırpıyı andıran gözlerim. Çaresiz susarken, susmanın sonraki saniyesinde var olan pişmanlıkla mücadele ederken, esin kaynağı hiçlik olan bir ressamın son sözüne el uyduruyorum. Ayaklarım yürümeden önce uyuşuk kan pazarlığında kalbimle.
-Yutalım geriye kalan kelimeleri. Başka türlü huzur vermez dünya!
‘adsızlık’
Nasıl çağırsam şimdi sizi? Çiğ olmakta kötü, gözlerinin altı simsiyah, aynı vartaya düşen gözyaşlarıyız sizinle. –dahi kurtulmaya hevesimiz yok. Alışkanlık mı bilemiyorum. Defalarca pencereye vurup vurup, kaybolan gölgenin sesinde en son size üzüldüğümüz gök yüzlü akşamı anımsadım. En son çağırdınız akşam size gelirken sürdüğüm kolonyanın keskin kokusu burnumun direklerini sızlatmaya şu an itibariyle yeniden başladı. Uzun bir zaman geçtikten sonra uyumsuz elbise makyaj kolajı ardınca şıllığın fikir zelzelelerinde zihnimin birkaç katlı hayal dünyasından geriye kalmış enkazın aralarında dolaşıp, tencerenin düdüğüne benzer sesi çıkarıp, arada bir yaşama şansını asla veren benliğimden kurtulamadım.
Nasıl seslensem şimdi size? Uzaktan uzağı mı, kelimelerin iyiden iyiye bir bavulda çürüdüğünü hissederek mi? Bilerek mi? Sonra içim ya rahat etmezse, ya size ‘dostum’, ‘canım’ demek istersem? Kolay kolay kazanılmazdı hani dostluklar, candaşlıklar? Kaybedilirken nasıl da basit, bir buzdolabı kapağı gibi kapanan kapıların ardınca neden şimdi yazmak isteği dokundu. Hangi fikri tecavüzden sonra bu his yeniden ciğerime dokundu ve kanımı zehirledi?
Ölmeyen fikirler, ölmeyen sevgiler ve ölmeyen intikam hırsları yoruyor bizi. Bizi öldürürken, bizim düşünmemizi isteten yorgunluklarımız arasında ümit etmeyi çoktan unuttuk. İdrak sınırlarımızın yetersiz olduğunu öğrendiğimiz pencere kenarlarında ölü sineklerin mezarlarıyla baş başayız. Bizim dua edeceğimiz bir başkası yok. Ölüm gibi sıcak, ölüm kadar varsayım ama gerçek…
Ölmeyen fikirler yoruyor bizi. Ölünce her şey düzelecek diye bir umudumuz vardı, onu da yitirdik. Yetersiz, gereksiz ve uzatmaları oynayan bir Filistin çaresizliği! Kusura bakmayacağını umuyorum; ‘herkese ‘kâl’ gelmişken, kimseye ‘kal’ da diyemiyorum. İçim dışım gidici gelişlerle dolu. İsyan etme alışkanlığı çaresizliğin tek sesi. Gölgemden başka hem kim üzülür ki gitsem?
Kara gözleriyle uzaklardan yakinen bakan dilek! Karamsarlık tanrısına yalvaran organlarım, benim üzerimden dünya melanetine dair hiçlik perde çabaları karşısında ne diyorsun?
Diyebilir misin? Beynim durgun sular ardınca yeryüzüne hıçkırıklar boşaltmalı! Yıldızlar toplanıp, bir gece can sıkıcı muhabbetleri deşip, tatlı revnaklarıyla haysiyet kazandırmalı aslını unutmuş ruhlarımıza. Belki Rahman’ın muhabbetinde toy bir eğlence kalır çaresizliğimiz… Belki kazanırız bu savaşı. Belki ölsek dahi, rüyalarda sorulan cevapsız sorular gibi, belki de hala yaşarız, yaşamaya devam ederiz…
Beni zedeleyen şeytanlara da kucak açıyorum. Beni benden çalıp giden, yıkan, bir enkaz haline getiren şimşeklerden hesap sormam için beni zorluyorlar. Bilemiyorum. Adın kalsaydı, tüm arsız namları silip ardınca, yâdından bahsederdim çoluk çocuğa, saçsız ağaçlara, susuz baharlara, ürkek kedilere, yorgun köpeklere, ezilen karıncalara, sararmış çimlere… Hiçbiri, ama hiçbiri… Şimdi tüm sorunlara cevap bulabilecek yanımın kırgınlığını maviden çalarken, hiç yakışmıyor yağmura dair özlemim. Yağmur hiç yakışmasa da, kurumuş, çöl olmuş toprak en çok muhtaç suya!
Kendimi bildim bileli yağmur yanaklarıma yağmıyor hiç!
‘an’
Eski bir kitabın önünde özlem. Beni bekliyormuş. Oysa dün yoktu, daha önce ve daha önce. Şimdi önümde. Kelimeleri sırtlayan yalnızlıklardan dolayı işkence çeken argümanlar roman olmaya aday. Herkesin hayatı birkaç roman. Çalıyorlar, çırpıyorlar, oynuyorlar.
Birkaç saattir onunlayım. İlanları yapıştıran ıslak bir fırça göğsümü tarıyor.
Vakit geç. Küçük şeylerden ibaret bu anlamsızlık, birinci sınıf haysiyetsizliğin arşa ziyaretini takip ediyorum.
Yere düşen halinden anlıyorum. Kendini zehirliyor zamanı sayan insanlar.
Galiba yazamayacağım. Her gece farklı bir rüyayla uyanıp, birkaç hapla sakinleştiriyorum alevler gibi yanan vücudumu. Ruhum ise yaşayan hikâyelere aç ve muhtaç!
Biraz dursan ölür müsün?