- 814 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
SİNEMACI fikret - 39
Film ekibi köye gelip gittiği günden sonra, her film seyredişinde, artistliğe olan özentisi daha da artmaya başladı. Ayşecik’e, Ömercik’e , onlar gibi çocuk yıldızlara özendi durdu, onlar gibi olmak için can atmaya başladı. Üstelik seyrettiği hemen hemen her yerli filmde, birileri sefalet içindeyken, zora düşmüşken, aniden, olağanüstü bir rastlantı sonucu , birileri tarafından keşfedilip şöhret yapılıyordu. Onun da elinden biri tutarsa, basbayağı şöhret olabilirdi. Bu işin mutlaka bir yolu olmalıydı.
O günlerde köye gelen Kaymakamlık görevlisi, çocuğun ve babasının bu kahvede süren yaşantısı ile ilgilenmişti. Öncelikle kahvede içki satışını derhal durdurdu. Sonra da, kahvenin bir köşesinde yatılamayacağını, çocuğa ait - kahvenin içinde bile olsa - ayrı bir bölüm olması gerektiğini, yemeğini orada yemesini, derslerine de orada çalışmasını istedi. Daha sonra tekrar kontrola geleceğini söyleyip, bu kararına uyması için kahveciyi kesin bir dille uyardı. Adamcağız da çaresiz, kahvenin bir köşesini, derme çatma , eski püskü perdelerle ayırıp, yataklarını oraya kurdu. Fikret’e de derslerini orada çalışmasını söyledi. Çocuk bir taraftan evi gibi hissetse de bu bölmeyi, perdelerin çirkinliği moralini bozmuştu. O, bir şöhret adayıydı ve böyle bir yerde yaşamak ona yakışmazdı.
Babasıyla aralarında sık sık tartışmalar başladı. Her şeye isyan ve itiraz ediyordu. Sürekli oradan gitmek istediğinden, bıktığından söz etmeye başlayınca, babası da ona tepkili davranmaya, kendisinden bıkıp annesine gitmek istediğine inanmaya başladı. Pisliğin, sefaletin, küfürlerin, en ahlâksız şakaların içinde yaşayıp da, abdest alıp namaz kılmayı aksatmayan, bütün köyde, küfür etmeyen tek çocuk olarak adını duyuran, herkesin takdirini kazanan bu çocuk şimdi huy değiştirmeye başlamış, isyancı , geçimsiz biri olup çıkmıştı.
Tercüman gazetesinde gördüğü ’’ Artist adayları aranıyor ’’ şeklindeki ilâna kurtuluş reçetesi gibi bakmaya başladı. Hemen verilen adrese mektup yazıp bilgilerini ve resmini gönderdi. Heyecanla geçen bir kaç haftalık bir bekleyişin ardından gelen cevapta, bir miktar para istenmesi moralini bozdu. Bir başka çaresi olmalıydı mutlaka. Tugay Toksöz geldi birden aklına. Film çekmeye geldiklerinde, kendisiyle hiç ilgilenmeyen Fatma Girik’e karşın o, yardımcı olabileceğini bile söylemişti. Öyleyse mutlaka ona gitmeliydi. Ama nasıl ? Türk sineması denince ilk akla gelen ’’ Yeşilçam ’’ olurdu. Yeşilçam’ın da İstanbul’da olduğunu herkes bilirdi. Öyleyse İstanbul’a gidip, sorarak bulmak mümkündü Yeşilçam’ı. Daha önce, daha küçükken bile, İzmit’e kadar tek başına gidip , sorarak nasıl da bulmuştu koz helvacıların yerini. Yeşilçam’ı bulduktan sonra Tugay Toksöz’ü kime sorsa gösterirlerdi. Mutlaka orada olurdu.
Aklına geldiğinin ertesi günü düştü yola. Kimseye haber vermeden minibüse binip Pendik’e kadar gitti. Tam da Kadıköy minibüslerine binecekti ki, cebinde İstanbul’a kadar gidecek yol parası olmadığını fark etti. Ne yapabileceğini, nereden para bulabileceğini düşünerek Pendik’in içinde gezmeye başladı. Bu düşünme ve gezme işi oldukça uzun sürmüşken, kahvelerinin sahibi Hasan, Feka minibüsü ile yanından geçerken fark etti onu. Köyden kaçtığı çoktan duyulmuştu. Hemen arabasından inip, bir de tokat patlatarak arabaya aldı çocuğu. Yolda iyice sorguya çekip, biraz da akıl vererek köye kadar götürüp babasına teslim etti.
Yaz bitip de okullar yeniden açıldığında, İlhan öğretmenin bir erkek bebeği olduğunu öğrendi. Öğretmeni ona, sabahları kütüphane yerine onlara gelmesini, kahvaltıyı birlikte yapıp okula oradan gitmesini söyleyince sevindi çocuk. Ne güzel bir şeydi Cem bebek ! Her sabah onun yanına geliyor, bebekle ilgileniyor, oynuyor, öğretmenin hazırladığı kahvaltıyı yiyip, yine öğretmeniyle birlikte evden ayrılıyorlardı. Bebeğe daha sonra İlhan öğretmenin annesi bakıyordu. Akşamları da yine hemen her gün bir köydeki sinemaya kuru yemiş satmaya gidiyordu.
Bu arada aksayan bir şeyler de vardı : Ders çalışmak için pek zamanı olmuyordu. Öğretmeni sorduğunda ise, köyde çalıştığını söyleyip geçiştiriyordu. Daha ilk günlerden itibaren bocalamaya, zayıf notlar almaya başlamıştı bile. Hırçınlığı, babasına karşı isyancı tutumu da gün geçtikçe artıyordu. Bu hırçınlığındaki en büyük sebep ise, galiba, artist olmak, şöhret olmak gibi hayalinin gerçekleşme ihtimalinin pek kalmamış olmasıydı.
Sonunda öğrenim hayatındaki en kötü olaylardan ilkini yaşamış, sınıfta kalmış oldu. Utancından İlhan öğretmenine gidemedi. Babasıyla arası daha çok açıldı. Kendini tamamen çalışmaya verdi. Babasının aldığı karpuzları, üzümleri kahvenin önünde sattı. Akşamları yine sinemacıların yanında kuru yemiş satarken bir taraftan da sinemacılığı ve sinema makinesinin kullanılışını öğrenmeye başladı. Okullar tatil olduğu için, erkenden gidilen köylerde, eline filmin afişini alarak , köyün tüm sokaklarını dolaşıp reklâm yapıyor, bahçelerde perdenin asılacağı ağaçlara, direklere tırmanıp perdenin asılışına , makineyi kurmaya, plâk çalmaya yardım ediyordu.
İkinci sınıfın tekrarına çok hızlı başladı. Biraz ikinci senesi olduğundan, biraz da aslında oldukça zeki olduğundan, kısa sürede eski başarılı günlerine yeniden döndü. Teşekkür belgesi alarak üçüncü sınıfa geçti.
Şimdi, kuru yemişçiliğin yanı sıra sinemacı çırağı da olmuştu. Artık sinemacılar onu yanlarına çırak olarak alabilmek için ısrar ediyorlardı. Köylerde afiş gezdirip iyi reklâm yapması, perdenin asılışına, makinenin kurulmasına, plâk çalmasına ve nihayetinde tek başına bırakıldığında bile sinema oynatabilmesine borçluydu bunu çocuk. Bunun karşılığında yevmiye almaya başlamıştı. Son zamanlarda daha fazla yevmiye verdiği ve her akşam mutlaka kendi köylerine kadar kendi Feka minibüsüyle bırakıp yol yürütmediği için çırağı olduğu Maça İsmail adlı sinemacı, ikinci bir sinema makinesi daha satın alıp, aynı günde iki köyde birden sinema oynatmaya başladı. Bunlardan birini Fikret, diğerini de kendisi çalıştırıyordu. Öyle ki, çocuğun bu işi kendisinden daha iyi yapabildiğine inanıyordu.
Maça İsmail sonradan aldığı makineyi kendisi kullanıyor, öncekini Fikret’e bırakıyordu. İkinci el olan makine sürekli sorun çıkarıyor ve o da bundan bıkıyordu. İkisi de aynı olan bu makineler Almam malı Tetra marka idi. Ana gövdesi, dikdörtgen şeklinde olup, bir trafo ve bir de opörlörden ibaretti. Maça İsmail, oldukça kısa boylu, zayıf, kel, kırklı yaşlardaydı. Asıl işi minibüs şoförlüğü idi. Bir gün yine iki yerde birden sinema oynatmaktan dönüşlerinde Fikret’i köye getirmiş, kahvelerinin önünde çocuk tam inecekken ;
’’ Yahu ufaklık ! Sana bir şey diyeceğim ben. ’’
’’ Buyur İsmail ağabey .’’
’’ Yahu ben şu yeni makineyle uğraşamıyorum. ’’
’’ Ben onu kullanayım o zaman. ’’
’’ Ben de onu diyorum. Sen benden daha kafalısın, kullanırsın. ’’
’’ Tamam o zaman ağabey. Mesele yok. ’’
’’ Yahu sen ayda beş yüz ödeyemez misin ? ’’
’’ Anlamadım ağabey. ’’
’’ Ben altı bin liraya aldım bunu. Sana vereyim. Sen bana ayda beş yüz beş yüz öde. ’’ Çok şaşırdı çocuk. Halâ da pek bir şey anlayabilmiş değildi.
’’ Ağabey , benim makine alacak param yok ki ! ’’
’’ Çalışıp ödeyeceksin oğlum. Ayda beş yüz. Peşinat falan istemiyorum ! ’’
’’ Ağabey, şaka yapıyorsun . ’’
’’ Ne şakası oğlum ! Sen şimdi söyle ; istiyor musun ? Ayda beş yüz öder misin ? ’’ İşin ciddiyetini anlayınca, birden bire çok sevindi.
’’ İstemez miyim ağabeyciğim ? Beş yüz beş yüz ödemez miyim ? ’’
’’ Haydi öyleyse, indir bakalım makineni aşağıya ! ’’ Sevinçle kaptı makineleri. Heyecanla indirdi aşağıya.
’’ Hay Allah senden razı olsun İsmail ağabey ! deyip kapadı minibüsün kapısını.
Kahveden içeriye elinde makine ile girdiğinde, kahveyi temizlemekte olan babası şaşırdı.
’’ Hayrola oğlum ; o da ne ? ’’
’’ Sinema makinesi babacığım ! Benim sinema makinem o ! ’’ Şaşırdı adam.
’’ Nasıl yani ? Senin makinen mi ? ’’
’’ Evet babacığım ; benim makinem ! İsmail ağabey verdi. ’’
’’ Yani sende mi kalacak ? ’’
’’ Benim diyorum baba, benim ! Hiç peşinsiz altı bin lira. Ayda beş yüz beş yüz ödeyeceğim. ’’ İnanmakta zorlanan adam, bu Maça İsmail’e pek güvenmiyor, çocuğa da bunu anlatmaya çalışıyordu. Fakat çocuk, mutluluktan, heyecandan onu duymuyordu bile. Kahvenin bir köşesine sakladı makinesini. Bütün gece adeta koynunda yatırırmışcasına hayâller kurdu. İşte sefaletten kurtulup şöhrete götürecek yol açılmıştı ona. Film almaya sık sık İstanbul’a, Yeşilçam’a gidecek, filmcilerle, artistlerle tanışacaktı. Sinemacılıktan kazandığı paralarla da kendisine iyi bakacak, güzel giyinecek, saçlarını bile yaptırabilecekti. Şöhretin kendisine doğru adım adım yaklaşmaya başladığına inanıyordu artık.
Devam edecek.
Fikret TEZAL