12
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
1771
Okunma


Hayata kalma içgüdüsü, yalnız insanların değil yeryüzünde yaşayan bütün canlıların davranışlarını yöneten en büyük itici güçtür.
Dünya bir annedir, bebekler ilk gözlerini açtıklarında önce dünyayı sonra anne-babasını görür. Yaş ilerledikçe anlama kavrama labirentlerinden geçerek en değerli varlıkları, koruyucuları olan anne-babasını tanır; onlarla kendini güçlü, güvende hissetmeye başlarlar.
Anne- baba ve çocuklar dünyanın birer bireyleri olarak toplumda yerlerini alırlar. Çocuklar on sekiz yaşlarına kadar aile himayesinde ondan sonra kendi ayakları üstünde durma çabaları başlar. Bebeklik ile gençlik sürecinde çocuklar aile ile sokaklar(dış faktörler) arasında gel-gitler olur; bariz kopmalar olmazsa da çocuklar sokak kültürüyle tanışmış olurlar.
Reşit statüsünü alan gençler artık ayakları üstünde durma savaşı verirken aile, onları bazen kaygıyla bazen hayranlıkla izlemeye koyulmuş olurlar. Bununla birlikte gençlerin bunalım evreleri, başarılı, hayat tutunma evreleri başlar. Bu ayakta durmalık, hayata kalma içgüdüsü başlarken; aileden yaprak dökümleri, aileden kopmalar başlamış olur.
Gençlerin, hayatla çatışmaları(problemler) insanlarla kavgası başlamıştır; bu bir nevi oyunun gelişme sahnelerini andırmaktadır. Doğumla başlanan devinimlerle bir yaşam mücadelesi içine girerler; gençlik dönemine paralel gelişme sahneleri sıralanır. Gençlik bu evrelerde ya başarılı, ya başarısız ya da kararsız hallerde bulunabilir; üçü de olumlu veya olumsuz olarak önlerine zuhur eder.
Zaman tutanaklarında anne-baba yaşlanmış doruk noktası, finale doğru geçerken çocuklar, gelişme sahnesinde birer aktör olarak hayatlarını idame ederler. Yaşlı anne-baba artık anılarda, fotoğraflarla eski günlerini yad edip dururken çocuklar, hayata tutunmak, düşlerini gerçekleştirmek için dolanıp dururlar. Aslında çocukların yaşadığı ve/veya yaşayacakları sahneler ebeveynlerin yaşadıklarının tekrarıdır bir bakıma…
Müstesnalar hariç zengin ailelerin çocukları zengin, yoksul ailelerin çocukları ise yoksul olurlar; zenginlik ile yoksulluk, aileden gelen hayat tarzı ve yaşam koşulları genetiktir bir bakıma...
Anne-baba, çocukların en çok kendilerine benzemelerini isterlerken çocuklar farklı olmayı deneyeceklerdir. Bu bir aile çatışmasıdır. Tutucu bir ailenin çocukları özgür, özgür bir ailenin çocukları tutucu, içine kapanık olabilirler. Çocuklar, ebeveynlerine torunlar verirken farkına varmadan onlar da anne-baba olmuştur. İşte hayat böyle devam edip durur.
Hayata kalma içgüdüsü, yalnız insanların değil yeryüzünde yaşayan bütün canlıların davranışlarını yöneten en büyük itici güçtür. Tüm canlılar gidicidirler, ömür biter fakat zaman, mekân kalıcıdır; zaman andır ve akmaz sadece bizler zaman içinde akıp gidenleriz…
Öyle ise…
Biz neden hayatımızı doya doya yaşamayalım? Neden bize verilen bu fırsatlardan istifade etmeyelim? Zaman mı yoksa insan mı önemli? Asıl olan yaşamak değil mi?
Dirilmek için önce insanlar doğar; doğmak ile ölümden sonra insanların dirilmenin başlangıcıdır. Öyle ise insan hayat hikâyesinin sonu olmadığının kanıtıdır. Hayat burada bitmediği gibi insanlar diğer dünyada sonsuz bir yaşam için var olacaklar…
Deman Ronahi/ 2014