- 1503 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
UTANGAÇ ADAM
Suyun çöldeki oranı kadar cesur, fakat fırsat tepmede en cömert olan utangaçlardandı. Yalnızlığı dibine kadar yaşardı tüm utangaçlar gibi. Evde yalnız, sokakta yalnız, kalabalıkta yalnız…Kimsenin yüzüne bakamaz, kimseyle göz göze gelemezdi. Bir gelse domates gibi kızarırdı. ‘Ahmet, ne oldu sana?’ derlerdi de kırmızının en kapalı tonuna boyanırdı sanki. Lavaboya kaçardı hemen yüzünü söndürmek için. İş yerinde kimin borç paraya ihtiyacı varsa, kendilerini kırmayacağını bilerek önce ona gelirlerdi. Çoğu zaman istediklerinden fazlasını borç verirdi istemeden ve sonradan pişman olacağını bilerek. Çoğu öderdi borcunu ama bir kısmı da sürekli onu kullanırdı. Zeynel Bey mesela toplamda aşağı yukarı beş bin lira borç almıştı da bir yıldır hiç sözünü bile etmemişti. Kimseyi kıramaması sebebiyle herkes onu iyi bir insan olarak tanırdı gerçi. Ama iyilik dokunduğu en son kişi kendisi ise neye yarardı insanın iyiliği?
Çalıştığı işyerinden Burcu adında bir kıza aşıktı. Her iş günü uzaktan topu topu iki üç saniye süreli birkaç bakışla bu aşkı büyütmüştü. Ama bir türlü cesaret edip açılamamıştı ona. Sadece şiir yazmayı öğrenmişti, bir defter dolusu şiir. İnsanlar ondan bahsederken ‘gariban ve iyi adam’ tanımlamasını onur kıracak bir acıma duygusuyla ifade ederlerdi. Bu algıyı yıkabilmek için neler vermezdi ki ! Hemen hemen herkese özenirdi. İnsandaki boşlukların dışarıya yansıması özentilerdi. Bir keresinde markette bir çocuk görmüştü satıcının yüzüne cips fırlatan. ‘Al istemiyorum artık bunu, beğenmedim.’ demişti çocuk, yarısını bitirdiği halde. Satıcı, sırf çocuğun babası yanında diye kızamadığı için utanmıştı. Neden çocuktan değil de satıcıdan tiksinmişti tam olarak kavrayamamıştı. Sonradan öğrenmişti ki hissettiği, bir türlü davranışa etki edemeyen yetersizlik duygusunun etkisinden başka bir şey değildi. Çocuğun babasına hayran hayran baktığı da olmuştu ki adamla aniden göz göze gelince utançtan yerin dibine girmişti. Ne yapacağını bilemeden elinin altında bulunan çocuk bezlerinden birini alıp parasını vererek hızlıca marketten çıkmıştı. Bir şeyler almak zorunluluğu olmadığını o da biliyordu, ama her zaman nedense sonuç bu oluyordu. Çocuk bezlerini ne yapacaktı bir kere? Hala evde duruyordu çocuk bezleri. Yatağın altına gizlemişti kimse görmesin diye. Kimseye de veremiyordu. Nasıl anlatırım ‘Neden almışsın?’ diye soranlara, diyordu.
Dairenin kapısını sessizce açtı tıkırtı olmasın diye. Halime Teyze’nin kulakları hala hassastı. İstisnasız her Cuma günü sarma getirirdi dul kadın. İçeri girdi, üstünü değiştirip salona geçti. Boy aynasında kendini kısa süreliğine mahzunca izledi. Sonra geçip bütün perdelerin kapalı olduğuna kanaat getirdikten sonra koltuğa oturdu. ‘Evet, nerde kalmıştık?’dedi. Bunu her akşam yapardı. Söylenmesi gerekenleri söylemek, yani baca temizliği yapmak için kendiyle konuşurdu. Sonradan bu konuşmaları yaparken muhataplarının da konuşmaya hakları olduğunu düşünüp onların yerine de konuşmaya başlamıştı. Salonu sanki tiyatro salonu olmuştu.Her ne kadar kadınların ortalama yirmi bin kelime konuşmaları lazım diye biliniyorsa da erkeklerin de günlük on bin kelime konuşma gereklikleri vardı. Bunu bir gazetede yazan bilimsel araştırmalardan biliyordu. Eğer insan bu kadar kelimenin yarısı kadar bile kelime konuşmuyorsa duygularını içine atıyordu demektir ki, insanı hasta ediyordu konuşulamayan şiddetli duygular, düşünceler. ‘Ne kadar da eksiğim var?’ diyordu. Psikolojik bir hastalığa yakalansa kim bilir ne kadar utanırdı! Bunu aklına getirmek istemediği için her akşam, hatta her saat aklına getiriyordu. Hatta o ortalama rakamı doldurmak için çoğu zaman yerli yersiz ‘Sağ ol, teşekkür ederim.’ diye teşekkür ederdi tanıdıklarına. Tekrar perdeleri kontrol etti ve kendi kendine konuşmaya daldı:
-Evet, nerede kalmıştık Zeynel Bey? Sanırım o parayı bu ayda vermiyorsunuz. Şey… Lütfen o parayı getirin … artık ! Çok geciktirdiniz be dostum! (daha sert cümleler seçmesi gerektiğini düşünerek) Yarın, evet evet yarın… paramı istiyorum. (boğazını temizler gibi yaparak) Nerden bulursan bul kardeşim. Ben paramı istiyorum, o kadar! Benim de ihtiyacım var. Yakında evlenmeyi düşünüyorum. Değil mi Burcu Hanım, bu yaptığı insanlığa sığar mı? Bu arada (Kendini zorlayarak) bugün çok şıksınız. Çok yakışmış bu elbise size. Aslında size söylemeliyim ki… şey, çok güzelsiniz. Aslında evlenmeyi düşünüyorum kısmet olursa. Evet, çok sevdiğim birisi var ve o dünyanın en harika şeyi. Onunla konuşurken bir çocuğa en sevdiği şey veriliyormuş gibi oluyor bende. Burcu Hanım …. Öfff! Bir türlü söyleyemiyorum.
Sesini kalınlaştırarak Zeynel Bey’in yerine konuşmaya başladı:
- Evet, sana olan parayı elbet vereceğim dostum. Ama biraz daha sabret. Şu an elim çok sıkışık.
Sonra sesini çok ince ve etkileyici kıvama soktuktan sonra Burcu Hanım’ın yerine konuştu:
- Evet, haklısınız tabii ki. Evleneceksiniz demek! Bu talihli kim çok merak ettim? Bence evleneceğiniz kişiyi dikkatli seçin, kim bilir çevrenizde sizi mutlu edecek başka insanlar vardır.
Sesini sert ve duygusuz bir kıvama sokarak konuşmaya devam etti:
- Oğlum, sana bir daha söyleyeceğim: Bu kız bizim aileye ol-maz. Sana kaç defa dedim dayının kızı Şerife’yi alalım diye. Ama senin saksı boş. Hem hamarat hem de terbiyeli bir kızdır yahu, daha ne istersin? Hem ben sağ oldukça bu evliliğe asla müsaade etmem bilirsin.
- Baba, gene mi geldin? Her gün yeni bir isim bildiriyorsun bana. Geçen Zeliha demiştin. Hem sen ölmüşsün ; ne olur artık bırak da kendi kararlarımı kendim alayım! Senden aldığım hastalıklı genlere bir şey demiyorum ama beni bir kız gibi yetiştirdiğin için seni affedemiyorum baba! Ne çekiyorsam bu utangaçlığımdan çekiyorum. Otobüslerde gençlere bile yer veriyorum utancımdan. Sırf denedim diye beğenmediğim elbiseyi utancımdan almak zorunda hissediyorum kendimi. İnsanlar beni bir çift kulak olarak görüyorlar. Saf diyorlar, gariban diyorlar; günlük mutluluklarına yapışmış bir asalak olarak, belki de ortamlarında olmaması gereken bir aptal olarak görüyorlar. Babalar bir yaştan sonra çocuklarını da dinlemeyi öğrenmeliler baba. Çocuklarının kendi ayakları üstünde durmasına fırsat vermeliler. Sen öldün baba, öldün! Ölülere yakışanı yap ve her şeyi susarak karşıla!
- Oğlum, benim ne suçum var? Sen çağırıyorsun beni. Senin aklındaki anılardan oluşan bir varlığım, ne yapayım? Hem babalar, çocukları ölmeden asla ölmezler. Merve’yi al ama, unutma!
Bunaldığını belli eder şekilde alnından başlayıp ensesine kadar el parmaklarını saçlarının arasında gezdirdi, bezgince önündeki boşluğa üfleyip sesini titreterek Halime Teyze’yi konuşturdu:
- Ah evladım, sen babanı dinleme! İnsan, kendisi için en uygun olanı en çok kendisi bilir. Ama sana inanıyorum, şu utangaçlığı üstünden atacaksın. Birazcık cesaretten sonra gerisi çorap söküğü gibi gelecektir. Niye çekineceksin ki paranı isterken, para senin değil mi? Ya da evlenme mi teklif edeceksin, git konuş. Olmazsa en azından rahatlamış olacaksın. Seni isteyen milyonlarca kız var. Sana yeminle söylüyorum; o çocuk bezleri senin işine yarayacak.
Seni senden fazla kimse ayıplayamaz. Hoşlanmadığın halde reddetme gücünü bulamadığın her durum kendini reddetmendir. Tarih senin gibi nice akıllı insanı utangaçlık silahıyla nasıl saf dışı etti , kendilerini gösteremedikleri için kaç dehadan yoksun oldu insanlık biliyor musun? İnsan haddinden fazla kendinden mesuldür. Hakkın yok evladım kendine zulmetmeye! Cesur ol ve onurlu yaşa. Hem söz, yaparsan salı günleri de ayriyeten mantı getireceğim.
- Vay be Halime Teyze, sen neymişsin!
- Hadi söylediğimi bağırarak tekrar et: Paramı ver ulan!
- Paramı ver ulan! Paramı ver ulan!
- Tekrar et: Seni seviyorum Burcu, evlen benimle!
- Seni seviyorum Burcu, evlen benimle!
- Tekrar et: Yemin ediyorum konuşacağım.
- Yemin ediyorum konuşacağım! Her şey değişecek. Göreceksiniz yarın ne olursa olsun konuşacağım.
Gece yatmadan önce saatlerce kendi kendine telkinde bulundu. En son ‘Mutlaka yapacağım.’ diyerek derin bir uykuya daldı. Rüyasında, marketteki satıcıya cips atan çocuğu gördü. Beraberce adama cips poşeti fırlatma yarışına girmişlerdi ve kahkahalarla gülüyorlardı. Sabahleyin dinç duygularla güzelce traş olup en şık takımını giydi. Otobüste hep pencere tarafına baktı. İlk defa oturarak işyerine geldi. Bu kadar kararlı olduğu bir günü hatırlamıyordu. Büronun kapısından girerken kalbi işleri bozmaya niyetliymiş gibi çarpmaya başladı. Bu sefer aynı şey olmayacaktı. Derin derin nefes alıp sakinleşti. Zeynel Bey’i koridorda dolaşırken buldu. ‘Zeynel Bey, size söylemem gereken bir şey var: O parayı artık verirseniz memnun olurum. Çok ihtiyacım var.’ dedi ve derin bir nefes daha çekti. Zeynel Bey, ilkin Berlin duvarının yıkılışına şahit olan bir Rus gibi afallamıştı, ama sonra kurnazlara has bir ses tonuyla :
- Tamam dostum, en yakın zamanda paranı vereceğim. Ama şimdi daha önemli bir şey var: Evleniyorum, evleniyorum. Mutlaka bekliyorum seni dostum.
Ahmet’e sarıldıktan sonra eline nişan davetiyesini tutuşturup başkalarına duyurmak için uzaklaştı.
Ahmet, ‘Vay be o üçkağıtçı bile evleniyorsa neden ben evlenmeyeyim?’ diye içinden geçirdi. Burcu’ya doğru yöneldi. Kalbi tekrar hızla çarpmaya başladı. Bu sefer sanki göğüs kafesi bile kalple birlikte kasılıyordu. Duvara dayanarak derin nefes egzersizlerini sakinleşinceye kadar yaptı. Kararlı şekilde kızın üç adım yanına kadar yaklaştı. Bilgisayarda bir belgeyi hazırlamakla meşguldü. Ne kadar narin elleri vardı! Parmakları sanki insan eli değil de nurani bir varlığın eli gibiydi. Parmağındaki parlak şey de neydi? Bir anda vücudu buz kesti. Elindeki davetiyeyi göz hizasına getirip içinden bir akrep fırlayacakmış gibi tedirgin bir şekilde açtı. ‘Burcu ile Zeynel’ yazıyordu, sanki bu iki farklı kişilik uyuşuyormuş gibi aynı karakterler ve süslü harflerle. Adeta dünyası kararmıştı. İlk defa gün doğumunu seyreden bir insanın başına kıyamet kopması gibiydi. Bir anda yanında Halime Teyze’yi görür gibi oldu. İkisi koro halinde aynı şeyi söylediler:
- Geç kaldın evladım, geç kaldın.
Geri dönüp masasına doğru yürüdü. Oturup saatlerce boşluğa bakar gibi öylece pencereye baktı. Sonra aniden kendini toparlayarak:
- Belki de geç kalmadım. Bu gün iyi bir başlangıç değil mi? Öyle kalacak. Bu gün iyi bir gün olarak kalacak! Baba nerdesin, beni duydun mu?
Köşedeki boş çöp sepeti dikkatini çekti. Elindeki eski kalemi çöp kutusuna sertçe fırlattı. Tam isabet. Bunu yapabildiği için kendisiyle gurur duydu. Babası cevap vermedi, sadece sustu. Ölüye yakışır şekilde sustu.
Yahya OĞUZ
YORUMLAR
Biraz Zebercet'i çoğunlukla ve çok karşılık bulmasa da Kafkavari birini buldum öyküde...Hayır, demenin, diyebilmenin mücadelesiyle heba ettiğini düşündüğüm hayatına kahramanın, o kurtulmak istediği hayatına yakınlık, hatta hüzünlü bir gıpta ettim. Sen olmak ister misin, dense, yok diyeceğimi bile bile hem de. Neyse, bunlar ayrı konuşmaların konusu fakat güzel bir roman kahramanı bulmuşsun derim. Bence onu kaybetme ve sakın da tedavi etme. Bu öykü çok roman kaldırır ki düşün derim. Kahramanın haleti ruhiyesin tahlil serbest ama didaktik şeylerle zehirleme, bırak okur kendi meşrebine göre kendi derslerini çıkarsın.
Eline sağlık...
Etkileyici ve akıcıydı. Sanki bir utangacın yazmış olduğu bir yazı gibiydi. Kurabildiğin bu empatiden dolayı da ayrıca tebrik etmek lazım. Hemem hemen bir çekingenin tüm psikolojik süreçlerini anlattın. Anlatım da oldukça iyiydi. Son bölüm özellikle beni etkiledi. Çok büyük bir talihi kaçırdığını anlayınca ki hali ve o günün onun için bir başlangıç günü olacağını ifade etmesi de güzel bir tespitti. Birazcık da takıntılık gördüm kahramanda bana göre. Ayrıca utangaçlığın da insanların davranışlarına yönelik bir takıntı hale gelmesine de şaşmamak gerekir. Çünkü başkasının gözünde nasılım düşüncesi bir süre sonra takıntıya dönebilir. Ayrıca babasına yaptığı göndermeler de doğru tespitlerdi. Fakat babasına attığı suçlar da aklıma özgürlükten kaçışı getirdi