- 660 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. RESULÜN (SA) ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (15)
DİNİ NEDEN ÇOĞALTIRIZ?
Konuya basit bir soruyla başlayabiliriz. Açık, yalın, kısa, öz Allah’ın dinini, ne ile çoğaltıyoruz? Neden çoğaltıyoruz?
Nedense insan, basit, açık şeylerden hiç hoşlanmaz. Elinin değdiği, emeğini verdiği her şeye mutlaka bir gizem katmak ister. Sanki basit, yalın bir şeye inanmak, onu yaşamak, kendini basit hissettirir. Basitliğe karşı çıkmak, kendine değer kazandırmak için, inandıklarına, yaşadıklarına gizemler katar. Hiç unutmam, bir Sünni kökenli solcu arkadaşım vardı. Ona bir meal hediye etmiştim. Amcası köylerinin imamı olduğu için, bayramda seyranda görüştüklerinde iki de bir tartışıyorlarmış. Bu nedenle, en azından amcamla tartışmalarımda din hakkında bir şeyler bileyim diye verdiğim meali okumaya başlamış. Zaten 400 sayfalık bir kitap. Yarısı da Arapça… Okumayı sevenler için bir iki günde okunacak bir hacimde. İlk gün bitirmiş. Ertesi gün benimle konuşmak için aramış ama bulamamış. İki gün sonra bir araya geldiğimizde anlattıkları ilginçti. Bana, “Yahu Kur’an, Kur’an dediğimiz bu mu? Bunda bir şey yok ki. Niye bu kadar büyütüyorsunuz” Ona gülerek, “ne bekliyordun?” dedim. “Ekonomiden, siyasetten, hukuktan, felsefeden söz edecek diye bakıyordum. Ama hiç biri yok. Allah ile insanlar, insanlar ile insanlar arasındaki ilişkilerden söz ediyor. Peygamberlerin hayat hikâyelerini anlatıyor. Birkaç tane de bildiğimiz hükümler var” dedi. “Yani sen, Karl Mark’ın kitabı gibi bir şey mi bekliyordun?” dedim. “Hayır! Ama koskoca bir dinin kitabı da bu kadar basit, yalın, net olmamalıydı” diye cevap verdi.
Gerçekten, Allah’ın kitabında anlatılan din çok mu zor? Bundan 1500 yıl önce, Arabistan’da yaşayan. İçlerinde, kölelerin, çobanların, çiftçilerin, aile kadınlarının, o günkü çapta aşiret yönetenlerin, kervan usulü ticaret yapanların olduğu bir topluma, ağır felsefi, ekonomik, hukuksal tanımları yapan, onlara bir sürü fikirlerden söz edip yorumlar getiren bir kitap olsaydı ne olurdu? Hiç düşündük mü? Allah yalın bir şekilde insana hitap ediyor. Kültürü, mesleği, mevkii, makamı ne olursa olsun? İster zengin ister fakir… İster köle ister hür. İster soyu sopu belli ister belli değil. İster suçlu, ister suçsuz. Dünyadaki yaşayan insana basit bir şekilde hitap ediyor. “Sizi ben yarattım, siz insansınız, dünyada imtihan ediliyorsunuz. Rabbinize inanın, yolundan gidin. Değilse ahiret hayatınızı kaybedersiniz. İnsanlara zulmedenler zalimlerdir. Onların sonu cehennemdir. Sizlere verilen hükümleri yerine getirin. Yalandan uzak durun. Riyakârlık yapmayın” İşin özü bu değil mi?
Çöldeki bedevi Allah’ın gönderdiği ayetleri anlamıştı. Hiçbir kültürü yoktu. Neredeyse bilgisi sıfırdı. Okuma yazma bile bilmiyordu. Basit bir hayat yaşıyordu. Basit algılamaları vardı. Dünyadaki kültürlerden etkilenerek, aklı, beyni, hayatı sulanmamıştı. Kendini bir şey zannetmiyordu. İlmiyle, mevkiiyle, malıyla, mülküyle hava atmıyordu. Bugün insanın kendine verdiği değerleri vermiyorlardı. Böyle yapanlar Mekke’de vardı. Onlar zaten ayetleri anlayamamışlardı. Zira ayetler ile insanlar arasına giren şey, sadece basitlikti. Basit düşünen, basit yaşayanlar, basit algılayanlar, samimi olanlar anlayabiliyorlardı. Ama bu kuralın dışına çıkanlar algılayamıyorlardı. Onların basitlikten kurtulmak için ürettikleri her türlü yorum, bilgi, onlarla ayetler arasına giriyor. Onların ayetleri anlamalarını engelliyordu. Sanki basitlikten kurtulmak için üretilen her şey, insanın gözünü kör ediyor. Kulaklarını tıkıyor. Dillerini eğip büküyordu.
Hayatında yalan olmayan birisi için, Allah’ın yalan söylemeyin sözü örtüşüyordu. Ama hayatını yalanlarla donatmış birisi için ayetler onunla örtüşmüyordu. Kişi yalanlarından kurtulamıyor. Yalanlarına göre Allah’ın ayetlerini anlamaya çalışıyorlardı. Allah aşkına, insan yalanlarına göre ayetleri anlamaya çalışırsa, ayetleri anlayabilir mi?
İnsan bir şeyi gördüğünde, okuduğunda, kendine bir soru sorulsa ve “güzel mi?” dense, insan ya güzel diyecek, ya da güzel değil diyecek. Diyelim ki insan güzel dedi. Cevap basitti. İnsana güzel mi diye soruldu, insan da güzel dedi. Ama cevabı alan, bu cevabı beğenmedi. Nasıl güzel? Hangi açılardan güzel? Neye göre güzel? Neden güzel? Şimdi bu sorular karşısında güzel diyen ne yapacak? Her soruya karşılık, güzellikle ilgili bir sürü şey söylemesi lazım. Ama birinci cevabından anladı ki, kısa cevap soruyu soran kabul etmeyecek. O nedenle, nasıl güzel sorusuna karşılık, uzunca cevaplar bulması gerekiyor. Hangi açılardan güzel sorusuna uzunca yorumlar getirmesi gerekiyor. Neye göre, neden güzel sorularına cevap olarak uzunca açıklamalar yapması gerekiyor. Böyle bir durumda, tek soru, tek cevap yerine, birçok şey söylemesi gerekiyor. Bunu yaparsa ne yapmış olacak? Saatlerce konuşması gerekmiyor mu? Veya yazıyorsa saatlerce yazması gerekmiyor mu? Şimdi saatlerce yapacağı konuşmaya girecek şeyler, yalandan, riyadan kurtulabilecek mi? Veya saatlerce yaptığı konuşma, güzel cevabının yarattığı basit algıyı ortadan kaldırıp, yerine karmakarışık birçok felsefi tanımlar getirerek, konuyu içinden çıkılmaz hale getirecek mi, getirmeyecek mi?
Ne yazık ki böyle oluyor. Allah kitabında size yaşamanız için din gönderdim diyor. Din nedir? Bu sorunun kısa net cevabı, insanın yaşadığı hayat biçimidir. Bu kadar. Ötesi var mı? Şimdi biz din nedir başlığı altında iki yüz, hatta üç yüz sayfalık kitap yazmaya kalkarsak. Veya din nedir başlığı altında iki üç saatlik bir sunum hazırlarsak. Konuyu daha net mi anlatacağız? Yoksa konuyu iyice mi karıştıracağız? İlah konusu, Rab konusu ve daha nice konu, böylece özünden saptırılıyor.
Allah ayetinde “Yarattığım bütün varlıkları kader üzerine yarattım” diyor. Kader kelimesinin Arapçasına bakıyoruz. Cevap, yasa. Yani Allah insanları bir yasa üzerine yarattım diyor. Bu yasada asla değişiklik olmaz diyor. Yani insanı insan, kuşu kuş, hayvanı hayvan yasasına göre yaratan Allah, yaratmasında değişiklik yapılamayacağını söylüyor. Fakat insan bu yalınlığı anlamak istemiyor. Bu kadar basit olamaz. Eminim bunun altında derin felsefeler var diye bir başlıyor, sayfalarca kitap yazıyor. İlgisi olsun olmasın lüzumsuz konular içine giriyor. Hatta külliyatlar yazıyor. İnsanların kendi kafalarından ürettikleri, kader anlayışlarını işin içine karıştırıyor. Sonuçta mezhepler oluşuyor. Mezhepler İslam adına farklı itikatlar oluşturuyor. Aradan 1500 yıl geçiyor. Hala Müslümanlar Allah’ın ayetinde söz ettiği basit kader anlayışını anlayamıyor. Beni insan yarattı. Ben insanlık yasasına tabiyim. İnsan olarak üzerime düşen görevleri yapmam gerekir. Allah bana bu kaderi, yani bu yasayı vermiş diyemiyor. Neden? Müslümanların bu neden üzerine çok iyi düşünmeleri gerekir.
Allah İsra suresinin 85. ayetinde, “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir” diyerek, Resulüne putperest Arapların sorduğu ruh sorunun cevabı olarak gerekeni söylüyor. Allah’tan emir olan ruh konusunu, değişik konularda, değişik yerlerde ayetlerinde belirtiyor. Ama putperestlerin, Yahudilerin, Hıristiyanların kafalarında farklı bir ruh kavramı var. Sürekli kafalarındaki ruh kavramıyla ilgili sorularla Müslümanlara geliyorlar. İstiyorlar ki, gelen ayetler kafalarındaki ruh kavramını tasdik etsin. Müslümanlar ise ayetlerde olduğu gibi kestirip atacaklarına, güya soranlara iyi bir şekilde anlatabilmek için, başlıyorlar ruh konusunu anlatmaya. Sanki çok iyi biliyorlarmış gibi. Böylece İslam’da ruh kavramı diye kitaplar yazıyorlar. Sunumlar yapıyorlar. Hâlbuki Kur’an-ın orijinalinde ruh kelimesi 9 yerde geçiyor. Ve tamamı da ruh olarak okunmuyor. Dokuz ayetin dışında meallerde verilen ruh çevirimi fazladan oluyor. Hele Hıristiyanların, Yahudilerin felsefesine dayanan ruh – beden tanımları tamamıyla Kur’an-ın dışına çıkıyor. Hindistan kökenli tasavvufun ruh konusundaki açılımları ayyuka çıkıyor. Ayetlere baktığımızda, Allah’ın ruhtan söz ettiği tüm yerlerde, ruh Allah’ın bir emri olarak karşımıza çıkıyor. Ayetleri orijinalinden okuyan kişi, eğer Müslümanların, Yahudilerin, Hıristiyanların kültüründen etkilenmemişse, ruhu anlaması basittir. Etkilenmişse, her ruh kelimesiyle beyninin karanlık odalarında gezinmeye başlar. Böylece Allah’ın anlatmak istediği netlikten çıkar. Hâlbuki Allah’ın yarattığı tüm varlıklar, Allah’ın emri üzerine hareket ederler. Yani her yaratılan varlık ruh ile, emir ile hareket eder. Dini ideolojik kaygıları olmayan edebiyatçılar ruhu yalın haliyle anlarlar. Onlar dünyanın ruhundan söz derler. Toplumların, insanların, ormanların, denizlerin ruhundan söz ederler. Onların ruh kavramı, fasit Arapçadaki ruh kelimesinin anlamıyla örtüşür. Ama işin içine ideoloji, felsefe, teoloji girdiğinde ruh kavramı şaşırır. Yoldan çıkar. Cesetler âlemi, ruhlar alemi diye tanımlar gelişir. Halbuki Allah bir şey ol dediğinde, emrini (ruhunu) vermiştir. O da oluverir.
Netlik, yalınlık; söz, yazı, insan, hayat, din üzerinden çıkar sağlamak isteyenlerin işine gelmez. Eğer bir söz, bir yazı, her insanın anlayacağı şekilde net, yalın olursa, o zaman sözler, yazılar üzerinden çıkar sağlanabilir mi? İnsan hayatı basit, yalın, net olursa, insanların hayatları üzerinden çıkar sağlanabilir mi? Din net, yalın olursa, insanlar din üzerinden çıkar sağlayabilirler mi? Elbette hayır. Öyleyse sözleri karıştırmak… Yazıları karmaşık cümlelerle içinden çıkılmaz hale getirmek. İnsan hayatlarını altüst edip insanları kaosa sürüklemek… Ve dini, içine girildiğinde içinden çıkılmayan, asla bir türlü anlaşılamayan hale getirmek gerekir. Ancak karışık işlerden çıkar sağlanabilir.
Mesela; Allah yalan söylemek kötüdür diyor. Hayata baktığımız zaman, yalan söylenmeden hayat yaşanamaz noktasına getiriliyor. Herkesin yalan içinde olduğu bir yaşamda, yalan söylememek nasıl olur? Böyle bir şey olur mu? Bir gün bir arkadaşım sohbet ediyoruz. “Ekonomi çok bozuldu” dedi. Bunun üzerine, “ekonomiden yalanı, riyayı çıkardığında düzelir” dedim. “Nasıl yani?” Diye soruyla cevap verdi. “Nasılı var mı? Sen bir esnafa gittiğinde biraz indirim istesen ne diyecek? Vallahi maliyetine satıyoruz. Üzerinden çok az kar ediyoruz. İnanıyor musun? Bir köylü sabah hale gidiyor. Halden sebze, yeşillik alıyor. Pazara kuruluyor. Köylü malı diye satıyor. Yalan mı? Tabi içlerinde gerçekten köylerinden getirenler de var. Onlar hariç. Ama ticaret anında konuşmalara baktığınızda her şeyde bir yalan. Hele büyük mağazalar ne yapıyor? Önce fiyatları iki misline çıkarıyorlar. Sonra yarı fiyatına deyip eski fiyata satıyorlar. Öyle değil mi?” “Söylediklerin doğru ama yalanı kaldırırsak ticaret biter” dedi. Böylece yalansız ticaret olamayacağını peşinen kabul etmiş oldu. Yalansız ticaret olamayacağını kabul eden biri, toplumdan yalanın kalkmasını kabul edebilir mi? Böyle bir durumda insanın ticaretinden, sosyal yaşamından, aile hayatından yalan kalkmayınca, İslam onların yaşamına gelmiş olur mu? Siyaseti hiç dile getirmiyorum. Siyaset zaten başlı başına yalan, dolandan oluşuyor.
Dikkat edin, yalanın karıştığı her şeyde mutlaka insanların çıkarları vardır. Birileri yalanın karıştığı her şeyden mutlaka büyük çıkarlar sağlar. Söz ustaları yalan üzerine felsefeler yapar. Yazı ustaları yalan üzerine makaleler, kitaplar yazar. Hâlbuki yalan nettir, basittir. Gerçeğin dışında, söylemek, davranmak değil midir? İnsanları yalan yaşama iten nedenlerden tutunda, nasıl yalan söylenir? Konularına varıncaya kadar inceleyen, irdeleyen insanlar olmalıdır. Birileri çıkıp İslam’da yalanın hükmü diye kitap yazabilmelidir. Bir vaiz İslam’da yalan üzerine bir iki saatlik vaaz verebilmelidir. Bir fikir adamı yalanın felsefesini yapabilmelidir. Bütün bunlar olmaz, yalan basitçe, net olarak anlaşılırsa, o zaman bütün hayaller çöpe gider. Yalan üzerinden çıkarlar biter. O nedenle yalan üzerine düşünceler üretilir. Üretilen düşüncelerle yalan aklanır. Yalansız hayatın yaşanmayacağı üzerine, akli, felsefi, mantıki yorumlar yapılır. Yalan topluma kanıksattırılır. Mesela; demokrasi yalanlar üzerine kuruludur. Seçimler yalan üzerine yürütülür. Siyaset yalanlarla yürütülür. Peki, ortak düşünce nedir? Demokrasi eski düzenlerden iyidir. Yenisi de bulunamamıştır. O zaman mecburen şimdinin en iyisi olarak demokrasiyi savunmamız gerekir, teorisi üretilir. Böylece yalan üzerine yürütülen demokrasi, en çağdaş, en modern, en geçerli düzen olarak topluma kabul ettirilir. Toplumdan yalanı silmek istediğinizde, ticaret karşınıza çıkar. Siyaset karşınıza çıkar. Demokratik düzen karşınıza çıkar. Çünkü bütün bunlar yalandan çıkar sağlar. O nedenle birilerinin çıkıp, İSLAM’DA DEMOKRASİ fikrini yazması lazım. Demokrasiyi en iyi düzen olarak anlatması lazım... Ayetleri, resulün hayatından örnekleri demokrasiye göre evirip çevirmesi lazım… Oysaki ayetler, resulün hayatı yalana karşıdır. Onların mücadelesi yalanı, insanlardan, toplumlardan, hayattan silme mücadelesidir. Geçmişte sultanların düzenlerini fitne çıkmasın diye onaylayan düşünceler aslında sultanların yalanlarını onaylamışlardır. Ehlisünnet anlayışı, insanda, toplumda, toplumsal düzende üretilen yalanları onaylama mezhebidir. Allah’ın ayetlerini, resulün sünnetini yalanlara tevil etme mezhebidir. Bu nedenle Müslüman toplumlar, Müslümanların kurduğu devletler yıkılıp gitmişlerdir. Çünkü Müslümanlar ruhunu kaybetmişlerdir. Müslüman toplumlar ruhunu kaybetmiştir. Müslümanların kurduğu devletler ruhunu kaybetmişlerdir. Çünkü Müslümanların, toplumların, devletlerin ruhu, Allah’ın emirleridir. Onlara kan, can verir, öz kazandırır. Müslümanlardan, toplumlardan, devletlerden Allah’ın emirlerini kaldırdığınızda, onları çıkarlara göre tevil ettiğinizde, geriye kalan ruhsuz cesetlerdir. Onlar diri gibi görünürler ama aslında ölülerdir. Allah’ın emirlerini insanlardan, toplumlardan, devletlerden kaldıran seküler laik anlayış, ruhu ortadan kaldırır, geriye ceset bırakır. Cesetleri yaşıyor göstermek için yalanlar üretilir.
İnsanlar medeni hayata geçtikçe yalan, riya insanların yaşamına girmeye başlar. Hâlbuki medeni yaşam, gelişmiş yaşam demektir. Sanki gelişmişlik, yalanın, riyanın ustalıkla kullanılmasıdır. Sanki medenilik, gelişmişlik, çağdaşlık, yalanı, riyayı insan aklına, kalbine, yaşamanı indirebilme ustalığıdır. Felsefe, ideoloji, sanat, bilim sanki bunun için uğraşmaktadır.
Din neden çoğaltılır? Sorusunun açılımında, din nasıl çoğaltılır? Sorusuna öncelik vermek gerekir. Allah’ın, basit, yalın, net gönderdiği din nasıl çoğaltılır? Bugüne kadar nasıl çoğaltılmıştır? Bundan önceki bölümlerde insan üretimlerinin din olarak kabul edilmesiyle, dine ait bilgilerin çoğaltıldığından söz etmiştik. İnsan üretimlerinin din olarak kabul edilmesini Allah kabul etmiyor. Ancak insanlar ısrarla akli üretimler yapanların bilgilerini, hükümlerini dinden sayarak, dinlerini çoğaltıyorlar.
Peki, insan üretimleri nedir? İnsan üretimleri kesin gerekler midir? Elbette hayır. İnsan üretimleri insanların zanlarından oluşur. Her insan kendi aklının, bilgisinin, muhakemesinin, tecrübelerinin düzeyinde fikirler üretir. İnsanların bilgileri geliştikçe, akıl kapasiteleri, muhakemeleri değişir. Hele tecrübeleri arttıkça, insan aklı, muhakemesi daha farklı çalışmaya başlar. İnsan aklı, muhakemesi her farklı çalışmada farklı sonuçlara varır. Farklı bilgiler üretir. Usulü fıkıhta, yani Müslümanların ürettiği hukuk usullerinde, insan üretimleri zannı galiptir. Bir insanın aklıyla, bilgisiyle, muhakemesiyle ürettiği zanların, yani kesinleşmemiş hükümlerin içinden seçtiği bilgidir. Hiçbir zannı galip, kesin bilgi değildir. Kesin hüküm değildir. Ne yazık ki Müslümanlar insanların ürettiği zannı galipleri din bilgisi, din hükmü diye kabul ederek dini çoğaltmışlardır.
Bunun nedeni; insanın kendini kutsaması, kendine insanlık dışı değerler vermesi, basit, yalın algıların üzerinden çıkar sağlayamama olarak gösterilebilir.
Düşüncelerini Allah’ın diniyle bütünleştirerek insan kendini kutsamaktadır. Müslümanların içinden, bazı insanların görüşlerini, düşüncelerini, hükümlerini, Allah’ın dinine ait görmesi, başkalarının da buna katılmasıyla, Allah’ın dini çoğaltılır. Hiç kimse insana, senin görüşlerin, fikirlerin, hükümlerin insanidir diye karşı çıkmadıkça bu böyle devam eder. Böylece insanlar fikir üretir dine dâhil edilir. İnsanlar hüküm üretir dine dâhil edilir. Müslümanlar arasında kutsanan insanlar çoğalmaya başlar. Bu durum Müslüman toplumu sınıflaşmaya doğru götürür. Sınıflaşan Müslüman toplumda, din adına bilgi üretenler, hüküm üretenler, üretilen bilgilere inananlar, hükümlere uyanlar vardır. Böylece din felsefesine göre toplumda din koyucular, dine uyucular oluşmuş olur. Müslümanların tarihinde din koyucular, mezhep koyucular olarak ortaya çıkmıştır. Direkt din koyucular denmemiştir. Ancak üretilen mezhepçilik anlayışı ile mezheplerin görüşlerini oluşturanlar, din koyucusu durumundadırlar. Her toplumun din koyucusu, toplumun kutsallarıdır. Allah’ın ayetleri böyle bir anlayışı yıkmak için gönderilmesine rağmen, ne yazık ki geçmişte, ayetler mezhepçilik anlayışına göre tevil edilmiştir.
İnsanın kendine insan olma vasıflarının dışında değerler vermeye başlaması, kibrine, hırsına yenilmesi, kendini dinin banisi, koruyucusu olarak görmesi, onu rayından çıkarır. Ayetleri anlamaya yetkililer. Ayetleri açıklamaya yetkililer. Ayetler üzerinden hüküm çıkarmaya yetkililer. Allah adına insanları hesaba çekiciler, cezalandırıcılar üretilmeye başlar. Dini korumak, dinin geleceğini düşünmek, dine sahiplenmek gibi kavramların çerçevesinde, Allah’a kul insan yerine, Allah’ın yetkilerini eline almış, Allah adına dinine yön veren, inanırlarına yön verenler oluşturulur. Onlar Allah’ın elinde, yetkisinde olan, hidayet kapısını eline alırlar. Muhakeme etmeyi eline alırlar. Cezalandırma yetkilerini kullanırlar. Bazı insanların bunları yapabilmesi için, insanlara bazı değerler yüklenmesi gerekir. Değilse yapamazlar. Allah’ın ayetlerinde insana yüklediği değerlerin dışına çıkarak yapılan bu değerlendirmeler, dini çoğaltmak için kullanılır. Din çoğaltılarak değer verilen insanların keyfine göre ayarlanmaya başlar. Böylece, bir din insanların keyfine göre ayarlanmaya başladığında, Allah’ın belirttiği “halis din” rotasından çıkarak, insani din haline gelir. Allah kitabında gönderdiği dini insani din haline getirenleri “ehli kitap” veya “kitap ehli” olarak tarif eder. Kitap ehlinin özelliği, insanların görüşlerinin, hükümlerinin Allah’ın dininden saymaktır. Yahudiler hahamlarının, Hıristiyanlar rahiplerinin, papazlarının görüşlerini, hükümlerini Allah’ın dininden saymışlardır. Müslümanların mezhepçilik anlayışı da böyledir. Mezhep kurucusu olduğu söylenen imamların görüşlerini, hükümlerini Allah’ın dininden saymak kitap ehline dönüşmektir.
Dinin herkesin anlayabileceği şekilde, basit, yalın, net olduğunu düşünün. Yani köydeki çiftçi, çoban, şehirdeki esnaf, işçi, memur, üniversitedeki profesör ayetleri okuduğunda aynı şekilde anlıyor. Allah neyi haram, neyi helal, neyi farz kılmışsa herkes biliyor. Allah’ın dinine insanların görüşleri, fikirleri, hükümleri dâhil edilmemiş. Müslümanların tarihinden gelen 1500 yıllık kültür. Müslümanların değerli fikirleri olarak kabul ediliyor. Müslümanlar atalarının geçmişte dini yaşarken neler düşündüğünü, hayatlarına uygularken hangi duygularda olduğunu gelen kültürden öğreniyor. Ama gelen kültürü Allah’ın diniyle karıştırmıyor. Yalanı yalan, riyayı riya biliyor. Haramı haram, helali helal, farzı farz olarak biliyor. İyilik ve doğruluk üzerine yapılması gerekenleri her Müslüman yapıyor. Böyle bir durum olsa çıkarcılar böyle bir din isterler mi? Eğer böyle bir olursa din üzerinden çıkar sağlayabilirler mi? Elbette ki hayır.
Onun için din üzerinden çıkar sağlayanlar önce, siz Allah’ın gönderdiği ayetleri anlayamazsınız diye söze başlarlar. Anlamanın önüne binlerce engel dikerler. Allah’ın ayetlerini anlayabilecek kişiler hakkında bir sürü özellik sıralarlar. Düşünmezler, hiçbir sahabe onların sıraladığı özelliklere sahip değildir. Hatta Allah’ın ayetlerini en güzel anladığını iddia ettikleri kişiler bile sıralanan özelliklere sahip değillerdir. Allah’ın ayetlerini anlamak için sıralanan özellikleri okuduğunuzda, ne İmam-ı Azam, ne İmam-ı Şafi, ne Maturidi, Ne Eşari sınıfı geçemezler. Ancak onlar sınıfı peşinen geçmiş sayılırlar. Sanki şöyle olmuştur. Önce bazı insanlar sınıf geçirilmişlerdir. Sonra özellikler sıralanmıştır. Hani günümüzde de bunun bazı örnekleri vardır. Mesela; mali müşavirlik, muhasebecilik yasası çıktı. Yasa çıktığında, yasal olarak muhasebecilik, mali müşavirlik yapanlara hemen belgeleri verildi. Sonra muhasebeci, mali müşavir olabilmek için öyle şartlar getirildi ki, sanki sırat köprüsünden geçiyorlar. Aynen bunun gibi… Ayetleri anlayabilecek kişilerin özelliklerini sıralayanlar. Müçtehit olma şartlarını sıralayanlar. Önce bazılarını müçtehit ilan ettiler. Sonra müçtehitlik şartları sıraladılar. Sıralanan şartlardan inanın resul bile geçemez. Sahabeler ise yanına bile varamaz. Müçtehit imamlar mı asla müçtehit olamazlar. Böyle bir saçmalık, insanları kutsallaştırma mantığının uzantısıdır. Mekke’de de, putperest Araplar, önce Kâbe’yi putlarla doldurmuşlar. Sonra Kabe’ye girecek putların özelliklerini sıralamışlardır. Öyle her put Kâbe’ye konulamaz. Kabe’ye konulacak putun özellikleri olması lazımdır. Bütün bunların kabul edilebilmesi için, Allah’ın ayetlerinin, basit, yalın anlaşılır olmaması gerekir.
Onun için çıkarcılar, Allah’ın ayetleri ile insanlar arasında dini çoğaltarak engeller oluştururlar. Dine dair külliyatlar oluştururlar. Yine de duramazlar. Son söz olarak, din deryası geniştir. İçine girildi mi insan içinden çıkılamaz. Biz elimizden geleni bu kadar yapabildik. Bizim yaptığımız din deryasından bir damla su almaktı derler. Hâlbuki o bir damla su dedikleri, 10, 20, 30 ciltlik kitaplardır. Oku, oku bitmez. Buna rağmen onlar, din deryasından daha çok yazılacak vardır derler. Peki, gerçekten din deryası Allah’a mı aittir? Yoksa kulların akıl karanlıklarına mı aittir?
Sonuçta; Allah’ın dinini, kitabını kullanarak, mevki makam kazanmak, dünyevilik kazanmak, çıkarcıların hayalidir. Hiçbir samimi insan, Allah’ın dinini, kitabını kullanarak, mevkii, makam, dünyevilik kazanç sağlamaz. Geçmişte, Allah’ın kitabını, dinini kullanarak mevkii, makam, dünyevilik kazanmaya, değer verilen insanlarda eklenmiştir. Artık insanlar çıkarları için Allah’ı, kitabını, dinini, değer verdikleri âlimleri kullanarak yükselmeyi planlarlar. Birçoğu böyle yaptığını bilmez. Atalarından öğrendikleri dini yaşarken, yaşadıkları din böyle bir yapılanmayla gelmiştir. Onun için çocukluktan beri yaşadıkları dinin temel yapısını sarsacak noktaya zor gelirler. Ancak bazıları bu yapılanmayı sorgulamayı başlar. İşte o zaman işler karışır. Ortaya atalardan gelen muhafazakâr bir din, karşısında da modern bir din çıkar. Onların modern din diye tabir ettikleri din, geleneksel dini sorgulamaya başlayan dindir.
Ancak günümüzde, hem muhafazakâr din, hem de modern din, geçmişin etkisinden kurtulamamıştır. Her ikisinin de özünde, insan üretimlerini dinden sayma özelliği vardır. Gelenekçiliği sorgulayanlar da aynı gelenekçiler gibi, modernlik adına, insanlara değer verir. İnsanların yorumlarını dinden saymaya başlar. Hatta öyle ki, mealen dahi okudukları ayet anlamlarını, ayetlerin kesin anlamıymış gibi lanse etmeye başlarlar. Hâlbuki meal bir dilin diğer dile çevrilmesinden ibarettir. Çevrimlerde görüş farklıkları olabilir. Ama dinlerini insani düşüncelerle çoğaltmaya çalışanlar, bunu görmek istemezler. Mezheplere karşı çıkarken, daha güçlü mezhepler oluştururlar. Âlimlere karşı çıkarken, kendilerini veya sevdiklerini âlim ilan ederler. Diğerlerinin görüşlerini dinden saymazken kendi görüşlerini dinden sayarlar. Bazı insanların kutsanmasına karşı çıkarken, kendilerini kutsarlar. Böylece kısır döngünün içine girerler.
Allah’ın ayetinde belirttiği gibi, “halis dine inanmak, halis dini yaşamak”, Allah’ın dinine ekleme çıkarma yapmamaktır. Dinin sahibi Allah’tır. Hükümlerini Allah kor çerçevesinde dini algılamaktır. Ne resulün, ne de Müslümanların Allah’ın dinine ek yapmaya hakları yoktur. Eğer insanlar Allah’ın dinine hangi nedenlerle olursa olsun eklemeler yaparlarsa yapsınlar, yapılan eklemelerle Allah’ın ayetlerini anlayamazlar. Çünkü Allah’ın dinine yapılan her türlü insani ekleme, ayetlerle insanlar arasında engeldir. Kelime-i tevhidin başındaki “LA” yani hayır anlamı, öncelikle İnsanı, İlahı belirlemektir. LA’ dan sonra gelen, dinin hüküm sahibinin Allah olduğunun belirtilmesidir. İnsan, kelime-i tevhide inanarak, kendisinin insan, yaşadığı dinin Allah’tan olduğunu baştan kabul eder. Bundan sonra asla Allah’ın yetkilerine karışmaz. Allah’ın yetkilerini kullanmaya kalkmaz. Kimseye de karıştırtmaz. Kimseye de Allah’ın yetkilerini kullanmasına izin vermez, verdirtmez. Böyle davrananlardan, davranacaklardan daima uzak durur.
Allah’ın katında Müslümanlar eşittir. Aralarındaki fark takvadır. Takva, Allah’a karşı samimiyet, dinini yaşarken gösterilen dürüstlüktür. Yalanın, riyanın girdiği yerde, samimiyet, dürüstlük yoktur. Bu nedenle, samimiyetin, dürüstlüğün olduğu yerde, mevkiinin, makamın bir hükmü yoktur. Çünkü samimi, dürüst olanlar, mevkilerini, makamlarının kendilerini Müslümanlardan ayıran bir neden olmadığını bilirler. Onların mevkileri, makamları, Müslümanlar üzerine bir egemenlik unsuru değil, aksine varlıklarını Müslümanların hizmetine sunmaktır.
Ancak çoğaltılan din, mevkilere, makamlara Müslümanlar üzerine egemenlik kurma anlayışı sağlar. Böylece, emir sahibi egemendir. İlim adamı egemendir. Âlim egemendir. Egemenler olarak dine de egemen olurlar. Din adına hükümler üretip dini çoğaltırlar. Bundan da büyük çıkar sağlarlar.
Müslümanlar bu gerçeği görmedikçe, Allah’ın ayetlerini anlamaları zordur. Müslümanların Allah’ın ayetlerini anlayabilmeleri için öncelikle ayetlere insan olarak yaklaşmaları gerekir. Sonra, dini çoğaltma gayretinde olmayıp, ayetlere teslim olma prensibini uygulamaları gerekir.
İnşallah Müslümanlar olarak bu prensiplere inanan, yaşayanlardan oluruz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.