BELA TARR VE TORİNO ATI
Béla Tarr 1955 doğumlu Macar asıllı sinema yönetmeni bir zattır. Çeşitli filmleri bizim sosyal medyada alay konusu olsa da her halükarda iyi bir adamdır. ‘’Adam, adam filmin sonuna haşlanmış patates yiyip durdu, patatesten ve rüzgârdan başka bir şey yok abe!’’ Hem annesi hem de babası tiyatro ile yakından ilgilenen insanlardı. Gençliğinin ilk dönemlerinde çektiği kısa filmler sayesinde sinema adamı olduğuna karar verdi. Bu kısa filmlerinde Macar asıllı işçi ve fakirlerin yaşamanı ele aldı. Bu filmlerinden dolayı Macar hükümeti üniversiteyle ilişkisini kesti.
İlk uzun metrajlı yapımını Macar asıllı sıradan insanların yardımıyla (oyunculuk yapmamış) çekti. Ve hiçbiri filmde oynadıkları için para talep etmedi. ‘’Családi tűzfészek’’, 1979. Bu tarihten 2002 yılına atlayalım.
Gerry (2002) filmi ABD yapımı bir filmdir. ABD yapımı filmlere karşı hoş duygular beslemediğimi bu arada belirteyim. Gerry’de adları Gerry olan iki genç adam çölde bilinmeyen bir yöne doğru arabayla yol almaktadır. Nereye gidecekleri belli olmasa da hedefe yaklaştıkları hissedilir ve bir süre sonra arabadan inerek yürümeye başlarlar. Kim oldukları, nereden geldikleri ve nereye gittikleri gibi sorular akılları kurcalarken Gerry ve Gerry dev çölün ortasında susuz ve yemeksiz bir halde kaybolacaktır. Geri dönüş de imkânsız olduğundan gitgide çölün derinliklerine doğru ilerlerler. Yolculuk, hayatta kalma mücadelesine dönüşmüştür. Bilirsiniz ABD yapımı filmlerin çoğunda her zaman hayatta kalma mücadelesi vardır. Belki çok fazla insan öldürdükleri için bu konuyu çok işliyorlar. Ama biz gene de Béla Tarr filmi olduğu için unutalım bu gerçeği. Bu filmi ABD yapımı olduğu için olsa gerek oldukça popüler bir film. En azından altyazıları bulunuyor. Minimalist sinemanın güzel bir örneği olduğu için film hakkında biraz açıklama yapma gereği duydum. 2002 yılından 2000 yılına atlayalım.
‘’Karanlık Armoniler’’de, alkolikler ve bolca tuhaflık içeren yollar ve insanların hayatlarından kesitler sunulmaktadır. Tüm kasaba gezginci sirki konuşmaktadır başka işleri yokmuş gibi. Kar artık yağmıyordur, her taraf dondur. Sirkin beraberinde getirdikleri yaratığı görmek tek amaçları olur.
‘’Londra’daki Adam’’ filmden biraz bahsedelim (2007). Maloin, uçsuz bucaksız okyanusla iç içe geçen bir limanının hemen yanında bulunan demiryolunun makaslarını kontrol eden bir bekçidir. Maloin, dertsiz bir akşamüzeri, korkunç ve hayatının sonuna kadar unutamayacağı bir olaya şahit olur.
Ve Béla Tarr’ın son ve en önemli filmi: ‘’Torino Atı’’ (‘’A torinói ló’’). Minimalist sinemanın en başında yer alan sanatsal film. ‘’Patates’’ filmi yani. Tanrım o nasıl bir sinemadır öyle, izlerken insan kendini insan değil tuhaf bir varlık olarak hissediyor. Bu yönetmeni tanımak için bence bu filminden başlamak gerek. Yönetmen sinema hayatına ‘’son’’ verirken iyi bir son düşünmüş. Ölüm, rüzgâr, sürekli tekrar edilen davranışlarımız, anlamsızlaşmış yaşamımız… ‘’Son’’a yaklaşırken bir varoluş kavgası… Nietzsche ile yakından alakalı bir film. Hikâyesi şöyle: Nietzsche Torino’da dolaşırken bir atın kırbaçlandığını görür. Ata sarılır, sonra da yere kapaklanır. Bu olayın ertesinde ise akli dengesini yitirir ve ölene kadar 11 yıl boyunca konuşmadan ve yatalak yaşar. Béla Tarr bu atın ve atın sahibinin hikâyesini anlatır filmde.
Film tek mekânda çekilmiştir. Tanıttığım diğer yönetmenlerin filmleri gibi boca ödül aldı.
Film hakkında çok fazla eleştiri yapılmıştır. ‘’İyi de kamera beş dakika boyunca neden atın zorlukla ilerlemesini gösteriyor!’’, ‘’Adam neden her gün yediği haşlanmış patatesini henüz çok sıcakken yiyor ve tam bitirmiyor?’’, ‘’Rüzgârın uluması beni öldürdü arkadaş, o çöpler neden sürekli havaya doğru uçuyor? Hiç bitmiyor mu?’’, ‘’Kitap gibi film, diyecek yok. Adam çok uzatmışlar filmi.’’, ‘’Atı bitkin gösterebilmek için çok fazla ıslatmışlar. O atın, -Torino Atı’nın değil- filmde kullanılan atın sonunu merak ediyorum. Zavallı hayvan zatürreden ölmüştür.’’
Bilgisayar efektleri kullanılan aksiyon filmi meraklıları daha fazla okumasınlar bu makaleyi. Zamanları boşa gidiyor. ‘’Tamam, da sonra ne olacak abi?’’ diye merakla filmi izlerken yorum yapanlar da izlemesin. ‘’Tamam, da kavga edecekler mi? Kızın erkek arkadaşı onu kurtarmayacak mı?’’ filan diyenler de bakmasın. ‘’Abi be, fantastik şeyler yok mu?’’…
2011 yılında 30’uncusu düzenlenen İstanbul Film Festivali’nde, Reha Erdem’in salondan ağlayarak çıkmasına sebebiyet vermiş olan film. Gerçekten de ağlanmayacak gibi de değil. Mihály Vig’e ait olan müzikle beraber daha bir ağlatacak kıvama gelmiştir. Ama nedense ben ağlamadım filmi izlerken. Öylece put gibi baktım, Nietzche’nin hiçliğinde kayboldum. İnsanoğlunun sebepsizce sürüp giden yaşamından uzaklaştım.
Filmde diyalog yok denecek kadar az. Aslında yok! Galiba iki sahnede konuşmuş gibi yapıyorlar. Bir misafir geliyor, sonra çingeneler! Ve film siyah beyaz çekilmiş. Daha fazla bilgi vermeye gerek yok. Böyle filmlere ilgi duyup da bilmeyenler ne dediğimi anlamışlardır sanırım. Son olarak film 2011 yılı yapımı, İngilizce ismi: ‘’The Turin Horse’’. Görüntü yönetmeni: Fred Kelemen Ödüller: Dört ödül, Altı Adaylık. İMDb: 8.3
İyi seyirler.
Fotoğraf: Torino Atı filminden bir kare.