- 712 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. RESULÜN (SA) ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (14)
KURUMSAL DİN / DEVLETİN DİNİ AYETLERİ ANLAMAYA ENGEL Mİ? (2)
Bundan önceki bölümde, Müslümanların ayetlere aykırı kurallar koymasından söz etmiştik. Peki, Müslümanlar ayetlere aykırı kurallar koymasalardı ne olacaktı?
Mesela, masumane olarak, oluşan hiçbir kurum ayetlere aykırı davranmayıp, ayetlerle hükmedilmeyen konularda, kurallar, usuller, yasalar koysalardı ne olacaktı?
Bu hükümler İslam dinine mi ait sayılacaktı?
Yoksa İslam dininden ayrı mı sayılacaktı?
Ne yazık ki, tarihe baktığımızda, Ayetlerin hükümleri dışında oluşturulan, usuller, kurallar, yasalar İslam dininden sayılmıştır. Bunun iki nedeni vardır.
Birincisi; Allah Enam suresinin 38.ayetinde “Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlar da ancak sizin gibi birer toplulukturlar. Kitap da Biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık; onlar sonra Rablerine toplanacaklardır” Ayetinden giderek, “Müslümanların karşısına kıyamete kadar çıkacak olayların, sorunların cevabı kuranda verilmiştir. Önemli olan kurandan bu hükümleri çıkaracak ilim ehlinin olmasıdır. Müslümanların içinden çıkacak yöneticiler, ilim ehli, ayetlerin işaretlerinden giderek, Allah’ın dini adına, ayetlerden giderek olayları yorumlar, sorunları çözecek hükümler verirler” demişlerdir. Hatta konuyu daha ileri götürerek, “ayetlerde olmayan hükümlerin bulunması, Allah’ın olaylar hakkındaki gizli hükümlerini bulmaya çalışmaktır. Bu nedenle, kul hükmünde Allah’ın gizli hükmüne isabet ederse iki sevap alır, etmezse bir sevap alır” diyerek, batını bir din icat etmişlerdir. Müslümanların çoğu, batını düşüncenin tarikat kaynaklı olduğunu zannederler. Halbuki asıl Batıni din anlayışı, içtihat konusuna verilen bu açılımdır. İçtihat Allah’ın gizli olan hükümlerini bulmaya çalışmaktır görüşü, Allah’ın ayetleriyle bize aktardığı hükümler dışında, aktarmadığı hükümleri aramak olarak kabul edilir. Aşağı yukarı bütün usulü fıkıh kitaplarında, buna kaynak olarak da, resul adına bir hadis uydurma yoluna gitmişlerdir.
Bu görüşlerini, Nisa suresinin 59. Ayetindeki “Ey İnananlar! Allah’a itaat edin, Peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz, Allah’a ve ahiret gününe inanmışsanız onun halini Allah’a ve Peygambere bırakın. Bu, hayırlı ve netice itibariyle en güzeldir” ifadelerine de dayanarak, buyruk sahiplerine itaati dinden sayarken, buyruk sahiplerinin yorumlarını da, hükümlerini de dinden sayarak güçlendirmeye çalışmışlardır.
Tövbe suresinin 122. Ayetindeki “Müminlerin hepsi toptan seferber olacak değillerdir. Öyleyse onların her kesiminden bir grup da, din konusunda köklü ve derin bilgi sahibi olmak ve döndükleri zaman kavimlerini uyarmak için geri kalsa ya! Umulur ki sakınırlar”
Nah suresinin 43 ve Embiya suresinin 7. Ayetindeki, “Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun”
Ayetlerini de çıkarlarına göre yorumlayarak, ilim adamlarının olaylarla ilgili yorum ve hükümlerini dinden saymışlardır.
Ancak Allah, Maide suresinin 101. Ayetinde, “Ey iman edenler! Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın. Eğer Kur’an indirilirken onları sorarsanız size açıklanır. Allah onları affetmiştir. Allah çok bağışlayıcıdır, aceleci değildir” Demektedir.
Bu ayetin iniş nedeninde tefsirlerde, Müslümanların bazı konularda ısrarlı sorularının olduğu söylenir. Müslümanlar üst üste gelerek Peygambere, “ya Resulüllah bu konuda Allah’ın hükmü nedir” diye sormuşlardır. Allah’ın hükmü olmadığı için resul cevap vermemiş. Ama Müslümanlar ısrarlı sorularına devam etmişlerdir. Sonuçta yukarıdaki ayet gelmiştir. Ayette Allah’ın Müslümanlara tavsiyesi vardır. Ayetler inerken, Rabbinizin hüküm göndermediği konularda sorular sormayın. Sorularınıza devam ederseniz size hüküm gelir. Hâlbuki Rabbiniz sizi hüküm vermediği konularda affetmiştir. Yani özgür bırakmıştır. Ne yazık ki insanlar aceleci olarak her konuda Allah’tan hüküm isteyerek, özgürlüklerini kaybetmeyi arzu ederler. Allah onları özgürlükle nimetlendirirken bu nimeti anlayamamak düşündürücüdür.
Ayetten anlayacağımız şey, Rabbimizden bir hüküm gelmemişse artık hüküm gelmeyen konularda özgürce kendimiz, olayları yorumlayabilir, sorunları çözebiliriz. Bu konularda Allah bizim aklımıza, muhakememize, bilgimize, irademize göre yorum yapmamızı, hüküm vermemizi istemiştir.
Maide suresinin 101. ayetine göre, Allah her şeye hüküm vermemiştir. İnsanların yorumlayabileceği, hükmedebileceği alanlar bırakmıştır. Bu nedenle eskilerin “biz kitap da hiçbir şeyi eksik bırakmadık” ayetiyle anladıkları yanlıştır. Elbette Allah kitap da Müslümanlar için hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır. Müslümanlara ne gerekiyorsa hepsini açıklamıştır. Açıklamadığı konular gayba aitse, Müslümanlar gaybı taşlamayacaklardır. Açıklamadığı konular, yeryüzündeki olaylar, sorunlarla ilgiliyse Müslümanlar özgür bırakılmış. Özgürce, ayetlerin olmadığı konularda Müslümanlar aklını, muhakemesini, bilgisini, iradesini kullanarak, yorum yapabilecekler, kurallar oluşturabileceklerdir. Bu anlamda, Müslümanların temel davranışlarını belirleyen Allah, Müslümanlara her şeyi açıklayarak dinini tamamlamıştır. Allah’ın açıkladığı konular temel olarak, Müslümanların özgür olmadığı alanlar ve özgür olduğu alanlardır.
Ne yazık ki, Müslümanların geçmişten bugüne gelen klasik anlayışlarında, Müslümanların özgür bırakıldığı alanlardaki tüm yorumları, görüşleri Allah’ın dininden sayılarak, insanın ürettiği yorumlar, hükümler, Allah’ın bilgileriyle, hükümleriyle eşitlenmiştir. Böylece; Müslümanlar kurumlar adına olayları yorumladılar, sorunlara çözüm getirdilerse, hepsi İslam’dan sayılarak, Müslümanlık adına kurumsal din üretmişler. Ürettikleri kurumsal dinin adına İslam demişlerdir.
İkincisi; dinin Arapça tanımıdır. Dinin Arapça tanımı; adet, yol, sünnet, yaşama düzenidir. Din tanımı böyle olunca, geçmişte ve bugün Müslümanlar, ister hükümlerin kaynağı ayetlere dayansın, ister kulların yorumlarına ve içtihatlarına dayansın hepsini dinden saymışlardır. Usuller, yaşanacak dinin kaynaklarının tespiti, yorumlanmasına yönelik oluşturulan kurallar… Hükümler, yaşanacak dinin kurallarıdır. Usuller ve hükümler, yaşanacak din adına konduğuna göre, yaşayan da Müslüman olduğuna göre, ortaya konan bütün kurallar, ister usul, ister hüküm olsun dine aittir demişlerdir. Bunu yapanlar Müslüman olunca, Müslümanların yaşadığı, yaşayacağı din İslam olunca, insanların usulleri, hükümleri de İslam dininden saymışlardır. Böylece insanların ürettiği usul ve fıkıh hükümlerine İslam fıkhı denilmiştir.
Hâlbuki hadislerin hangisinin doğru yoldan gelip gelmediğini araştıran hadis usulüne ilişkin kuralların… Ayetler hangi usullere göre yorumlanırsa daha doğru olur mantığıyla insanların ürettiği tefsir usulü kuralların... Kelamcıların itikadın esaslarını ortaya koymak için üretti usul ve hükümlerin… Müslümanların karşısına çıkan olaylarla, sorunlarla ilgili konularda Allah’ın ayetlerinin olmadığı yerlerde kulların ürettiği yorum ve kuralların… İslam dininden sayılması zordur. Çünkü İslam’ın temel kuralı, dinde hüküm sahibi Allah’tır. Allah’ın insanı serbest bıraktığı alanda, insanın ortaya koyduğu hükümlerin Allah’a ait olması abestir.
Müslümanların tarihte oluşturdukları kurumsal din kavramı, insanın buyurganlığı üzerine oluşan din kavramıdır. Hangisi olursa olsun, aile, dernek, vakıf, zanaat kuruluşları, mezhepler, tarikatlar, cemaatler ve devlet kurumları, yöneticileri insanların buyurganlığı üzerine kuruludur. Allah’ın hükümlerinin olmadığı alanlarda, kurumsal din üretenler, Allah’ın Müslümanları özgür bıraktığı alanlarda, Müslümanları yöneticilere bağlar. Ailede baba, ailenin yöneticisi olarak, eşin çocukların, gelinlerin, damatların, torunların özgürlük alanlarına müdahale eder. Dernek, vakıf, zanaat kuruluşlarında, mezhepçilik, tarikatçılık, cemaatçilik anlayışlarında, Müslümanları Allah’ın özgür bıraktığı alanlarda, kurumların yöneticileri olan, dernek, vakıf, zanaat kuruluşları başkanları, mezhep imamları, tarikat şeyhleri, cemaat liderleri hükümleri altına alır. Böylece Allah’ın tanıdığı Müslümanların özgürlük alanları kısıtlanarak, insanlar kurum liderlerine kul yapılır. Bu mantık oluşturulduktan sonra, artık Müslüman mutlaka bir mezhebe, bir tarikata bağlanmak zorunda bırakılır. Biz mezhep imamına tabi olmadan dini yaşamak mümkün değildir kuralı oluşturulur. Herhangi bir Müslüman ben hiçbir mezhebe bağlı değilim, kendi görüşlerimi oluştururum. Bu hakkı Allah bana Maide suresinin 101. Ayetinde vermiştir derse, mezhepçiler tarafından, derhal sapık, kâfir ilan edilir. Tarikatçılar ise, “şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” tekerlemesini üreterek, Müslüman’ın mutlaka bir tarikata bağlanması gerektiğini, değilse şeytana tabi olacağını ifade ederek, buyurgan din üretiminin kuralını uygulamışlardır.
Devlet kurumlarında ise, Nisa suresinin 59. Ayeti Müslümanları “Allah’a, resule, aralarından seçtikleri emir sahiplerine bağlar” Allah’ın Nisa suresinin 59 ayetinde belirttiği Müslümanların emir sahiplerine uyma kuralı, oluşturulan bütün kurumlara uygulanır. Vakıf, dernek, aile, mezhep, tarikat, cemaat her neyse bütün kurumlar bu hükmün çerçevesi içine sokulur.
Böyle bir durum İslam’ın kelime-i tevhit anlayışına aykırı olduğu gibi, Müslümanların Allah’a kul olmaları prensibine de aykırıdır.
Hangisi olursa olsun, bütün kurumların ürettiği din kurallarının Allah’ın dini İslam’la hiçbir ilgisi yoktur. İster devlet yöneticisi olsun, ister diğerleri olsun. Çünkü bütün yöneticiler, zamanlarındaki şartlar içinde çıkan olaylara yorum getirirler, sorunları çözecek hükümler oluştururlar.
Şurası muhakkaktır ki, her dönemin kendi şartları vardır. Her dönemde olduğu gibi, değişik mekânlarında kendi şartları vardır. Dönemlerin, mekânların kendi şartlarında çıkacak olan olaylar, sorunlar, olayları, sorunları yaşayacak olanlar tarafından yorumlanır, çözümlenir. Bütün bu yorumları, çözümleri Allah’ın hükümleriyle eşitlemek zaten kabul edilemezken, bir de eski dönemlerin, mekânların şartlarından çıkan olayların, sorunların yorumlarını, çözümlerini bütün zamanlara hâkim kılmak, Müslümanlara yapılan en büyük zulüm olacaktır. Bunun nedeni, zaten Müslümanlar Allah’ın hükümlerinin olmadığı yerlerde özgürdürler. Özgür oldukları alanlarda kendi zamanlarındaki yorumlar, hükümler bile Müslümanları bağlamaz iken, geçmişin yorumlarıyla, hükümleriyle bağlanması tamamen Allah’ın dininden dışarı çıkmaktır.
Akleden insan bilir ki, ne Resul döneminin şartları, ne de sonraki dönemlerde Müslümanların kurduğu devletlerin şartları, sorunları aynı değildir. Mesela, günümüzün sorunlarının, şartlarının, resul devrinin şartlarıyla aynı demek mümkün müdür? Dört halife devrinde çözülen sorunlar bu güne ne kadar ışık tutabilir. Emeviler, Abbasiler, Memluklular, Osmanlılar devri, o devirlerin şartları, sorunları çözümleri bu günü ne kadar etkiler? O dönemlerin, siyasi, hukuki, ekonomik, sosyal yapılanmalarıyla bugün aynı mıdır? Elbette akıl sahipleri hiçbir zaman, o dönemlerin şartlarıyla, sorunlarının aynı olmayacağını bilir. Elbette o dönemlerin çözümleri bu dönemlere uymaz. Zaten Allah o nedenle, dinin temel kurallarını koyarak, hüküm koymadığı konularda insanları özgür bırakmıştır. Allah’ın bu nimetini anlamak çok mu zor? Allah Müslümanlara değişen, zaman, şart, mekânların oluşturduğu sorunlarda özgürce, adaleti esas alarak çözüm üretsinler istemiştir. Ama gelin görün ki, buyurgan din kurumunun tabileri, önce içtihat kapısını kapatmışlar. Sonra mezhepçiler Müslümanları mezheplere, tarikatçılar Müslümanları tarikatlara köle kılmışlardır. İşin garibi, geçmiş dönemlerde üretilen bütün çözümler, sonraki devirlerde uygulanamamıştır. Uygulanmayan her hüküm, tabi fakihler, müritler tarafından üretilen fetvalarla, zamana uydurulmaya çalışılmıştır. Tabi onların kabul ettiği fakihler, mezhepçilik değirmeninden geçerek öğütülmüş, beyni yıkanmış, adeta mezhepçiliğin robotu haline gelmiş, sadece geçmişten rivayet etmesini bilen, ancak iradi kararlar veremeyen, mekanik bir aktarıcılardır. Aynı şekilde tarikatlara bağlı mukallit şeyhlerde aynı şekildedir. Onlar da, şeyhliklerini önceki şeyhlerden silsile yoluyla alan, kendi iradeleriyle özgürce şeyh olamayan, binlerce yıl ötesinden gelen, emir ve usullerle şeyhliğe atanan, aklını, iradesini dünya yaşamının dışında bırakan kişilerdir. Bu nedenle, gerek mukallit mezhep fetvacıları (fıkıhçıları), gerekçe mukallit şeyhler zamanlarını özgürce okuyarak, zamana hükmedemezler. Onun için onların yönettiği Müslümanlar da, çağlarında yaşadıkları sorunları ya görmezden gelmeye, ya sorunlar içinde boğulmaya, ya da Müslüman olarak çözemedikleri sorunları küfür sistemlerine göre yaşamaya çalışmışlardır. İşte, geçmişte Müslümanların oluşturduğu devletleri yıkan anlayış budur. Müslümanlar günlerine dair sorunlara çözüm bulamayarak, siyasi, ekonomik, sosyal buhranlar yaşayarak, küfür devletlerinin etkisinde kalmışlar. Böylece İslam’ın yaşam sisteminin özlerinden ayrılarak, yıkılıp gitmişlerdir. Osman hilafetinin yıkılışından bu yana Müslümanların özgürlük adımlarını geciktirmelerinin de temelinde yatan bu anlayıştır. Müslümanlar uzun yıllardır, geçmişten gelen mezhep ekollerinin, mukallit tarikat anlayışlarının ürettiği çözümlerle kurtuluş ararken, küfür düzenlerine göre yaşamlarını sürdürmüşler. Küfür düzenlerine göre yaşarken de, inandıkları gibi yaşamadıklarında, yaşadıkları gibi inanmak zorunda kalmışlardır.
Konuya günümüz açısından bakarsak, günümüz Müslümanlarına İslam dini olarak gelen kültürün çoğunluğu, Müslümanların özgürlük alanındaki yorumlarından ve çözümlerinden oluşmaktadır. Hadis, Fıkıh, tefsir, kelam usulleri… Hadislere, sahih, doğru, mevzu diye verilen hükümler. Mezheplerin olaylara, sorunlara verdiği hükümler. Kelamcıların itikat adına ürettiği usuller ve hükümler. Tarikatların, mezheplerin, cemaatlerin içyapılarında oluşturduğu usuller ve hükümler… Bugün Müslümanların kültüründe İslam olarak algılanmaktadır.
İnsanların yorumlarının, hükümlerinin İslam olarak algılandığı bir anlayışla ayetler okunduğunda, ayetleri doğru anlamak mümkün müdür?
Bu soruya evet demek mümkün değildir.
Her şeyden önce insanların yorum, hüküm ürettiği konularda Allah’ın hükmü yoktur. İslam ise Allah’ın hükümlerinden oluşur.
Kaldı ki, Allah’ın ayetlerinde olan konularda, hükümlerde bile geçmişte oluşturulan anlayışlar, hükümlerin, bu zamana, bu mekâna uyum sağlaması mümkün değildir. Allah’ın açıkça belirtmediği, hüküm vermediği tüm konular insanların yorumlarına, yani zanlarına sahiptir. İnsanlar kendi zamanına, bilgisine, insani kapasitelerine göre zanda bulunup, zanni galiplerini, yorum, hüküm haline getirirler. İnsanların zanni galiplerini Allah’ın bilgileriyle eşitlemek mümkün değildir.
Mesela; Kaptan Cousteau tatlı su ile tuzlu suyun karışmadığı yeri bulunca, bugün Müslümanlar işte mucize dediler. Ayet tatlı su ile tuzlu suyun birleşmediğinden söz etmişti dediler. Şimdi meallere, tefsirlere, tatlı su ile tuzlu suyun birleşmediği ayetin açıklamasına, Cousteou’nun bulduğu yeri delil gösteriyorlar. Peki, kaptan Cousteau yeri tespit etmeden, Müslümanlar bu ayetleri nasıl yorumluyorlardı hiç merak ettiniz mi? Gerçekten Furkan suresinin 53. Ayetindeki “Birinin suyu tatlı, susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu, acı iki denizi salıveren ve aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koyan O’dur” ayeti geçmiş tefsirlerde nasıl yorumlanmıştır? Tefsir okumalarımdaki bir yorum benim bir hayli dikkatimi çekmişti. Ayetin açıklamasıyla ilgili olarak müfessir, “Allah burada insandan örnek veriyor. İnsanda iyi huylar vardır. Onlar tatlıdır. İnsanda kötü huylar vardır. Onlar acıdır. Ve insan sudan yaratılmıştır. Sudan yaratılan insanda, iyi huylar, kötü huylar yan yanadır ama asla birleşmezler. Allah onların arasına engel koymuştur” demektedir. Şimdi açıklamaya bakarsanız, gerçekten harika bir yorumdur. Ama kaptan Cousteau denizi bulmuş işi bitirmiştir.
Mesela; Arap aile yapısının sorunlarını çözen ayetler, Arapların yaşadığı ailevi sorunlar üzerine indirilmiştir. Elbette Arapların aile sorunlarını çözen ayetler, kıyamete kadar geçerli olacak aileyle ilgili hükümler de getirmiştir. Ancak Araplardan başka toplumlar da Müslüman olmaya başlayınca ne gördük. Fars aile yapısı ve sorunları… Türk aile yapısı ve sorunları… Yahudi aile yapısı ve sorunları… Hıristiyan aile yapısı ve sorunları… Hindu aile yapısı ve sorunları aynı değildir. Şimdi Farslardan, Türklerden, Hıristiyanlardan, Yahudilerden, Hindulardan Müslüman olan toplumlar farklı aile yapılarının getirdiği sorunları yaşayacaklardır. Sorunları farklı olacaktır. Bu yönde gelen ayetler, onların yapılarına da hükmedecek, onların sorunlarını da çözecektir. Allah’ın aile sorunlarını çözen ayetlerin hükümleri, bütün dünyadaki aile yapılarını kapsayacak şekilde anlaşılacaktır. Doğal olan budur. Ancak görülen odur ki, bütün aile yapıları Arap aile yapısına benzetilmeye çalışılmıştır. Tarihte oluşturulan İslam’da aile kurumu, Arap kökenli olmayan bütün Müslüman aile yapılarını Araplaştırma amacını taşımıştır.
Mesela; şahitlikle ilgili gelen hükümler. Günümüzün iletişimi, sosyal, hukuki, ekonomik yaşamı içinde farklı boyutlara ulaşmıştır. Çölde develerle yapılan bir yolculuk esnasında çıkan olay nedeniyle, şahitlik konusunun gündeme gelmesinin günümüzle bağlantısı ne olacaktır? Şahitlikte adaletin esas olduğu vurgusu yapılan ayette, şekilsel tutum ve davranışların bir anlamı olacak mıdır? O günkü şartlarda yolcular içinden konuya vakıf olmayan iki kadın, bir erkeğin şahit olmasının yeterli olmasına yönelik ayet, Osmanlı’da oluşturulan KATİBUL EMİN, günümüze aktarılan NOTERLİK kavramıyla nasıl bağdaştırılacaktır? Okuryazarlığın yaygın olmadığı bir yaşamdan, okuryazarlığın yaygın olduğu bir yaşama ayetin aktarılışı elbette farklı olacaktır. Ayetteki şekilsel yapı yerine, adaleti sağlama mantığının öne çıkarılması gerekecektir. Belki de işinde uzman yetkin bir kadının şahadeti, konuyla ilgisi olmayan iki, üç erkeğe bedel olacaktır. Çünkü ayette asıl olan iki kadın, bir erkek meselesi değildir. Ayette asıl olan şahitliğin sağlam esaslara dayalı olması. Şahitlikle sağlanacak adaletin esas alınmasıdır.
Mesela; geçmişte İmam nikâhı diye üretilen bir kavram yerine, evlilerin evlilik ilişkilerini kayıt altına alıp, hukuksal haklarını koruyan bir yapıya ulaştırmak gerekecektir. Evli çiftlerin, doğan çocukların haklarını korumak adına oluşturulacak tüm kurallar ayetin kapsamına girecektir. Hâlbuki günümüzde hala, imam nikâhının kutsallığına inanan bir çok Müslüman, imam nikahlı eşler alarak, herhangi bir ayrılıkta, olmadık zulmü yapıyorlar. İmam nikahlı eşin ve çocuklarının haklarını koruyacak bir makam, bir yetkili bulunmuyor. Günümüzde Müslümanların adaleti ise, dedikodu, mevki, makam, paraya bakıyor.
Bu ve buna benzer nice yorum zaman içinde farklı sonuçlara varacaktır. Geçmişte mezheplerin, Müslüman yöneticilerin, devletlerin ürettiği hukuk kaideleri, zamanların, mekânların şartlarına göre yeniden ele alınacaktır. Ancak geçmişteki Müslümanlar öyle yorumlar yapmışlardır ki, Müslümanların özgürlük alanlarını ellerinden alarak, insanları insanlara kul yapmışlardır. Allah’tan başkasına kul olmayacak insanlar, geçmiş devletlere, tarihe, mezheplere, tarikatlara, cemaatlere kul olarak ayetleri okuduğunda, ayetleri asla anlamayacaklardır. Çünkü geçmişin tesirinden kurtulamayacaklar… Özgürlük alanlarının daraltıldığını kavrayamayacaklar. Geçmişte yapılan yorumları, verilen hükümleri Allah’ın ayetlerine eşit kılacaklardır.
Böylece insanların ürettiği kurumsal din, İslam dinine hâkim olacaktır. Kurumsal dinler İslam dinine hâkim olduğunda, Allah’ın ayetlerinin önüne kurumsal din engel olarak dikilmiştir.
Müslümanlar bu engeli kaldırmadığı müddetçe… Allah’ın ayetlerine yalnız Allah’a kul olarak yaklaşmadıkları müddetçe… Allah’ın ayetlerine özgürce, kendi akılları, muhakemeleri, bilgileri, iradeleriyle yaklaşmadıkları müddetçe… Geçmişten gelen kültürleri din olarak değil, değerlendirilmesi gereken bilgiler olarak almadıkları müddetçe… Allah ile Allah’ın ayetleriyle aralarına perdeyi çekmişlerdir. Çekilen perde, Müslümanların önündeki en büyük engeldir.
İnşallah Rabbimiz aklımıza, muhakememize, bilgilerimize, irademize yerleşmiş kurumsal din anlayışını kaldırmamıza yardım ederek bize hidayetini nasip eder. Allah’ın hidayetiyle özgürce ayetlerini okur, anlar, yaşamamıza indirgeriz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.