Edebiyatta Dilin Evrenselliği ve Kültürün Yerelliği
Yere bağlı gelişen tüm insan hareketleri, orada kalıcı olanların etkileriyle bütünleşirler. Coğrafyaya bağlı bir geçmişin izlerini bünyelerine harmanlayarak, kültürel alışverişlerini de bu temele dayandırdıklarından, yöresel kimliklerle biçimlenen bir belleğe sahip olurlar. Sonuçta bu birikimlerin söz sanatlarıyla ifadesi de, aynı ortak karakter veya karma dil öğelerine dayalı olmak zorundadır. Çoğu zaman yazıtlara dayalı tarihteki karakterler için politik, destanlara dayalı olanlar içinse mitolojik imgeler olarak değerlendirilirler.
Edebiyatta kullanılan dilin, (Türkçe gibi) kendi başına kaldığı çağlardaki edebiyatı da, diğer karma karakterlerden ayrıştığında sıfırlanmaz. Kendi kimliğine ait dağarcığı kullanarak yoluna devam eder. Dilin bugünkü konumunda, diğer dillerle ve onlarla ortak kültür belleğini kullanarak vermiş olduğu eserler de, edebiyat tarihindeki klasik konumuna yükselir.
“Destanlar gibi mitolojik çağlardan kalma olağanüstü anlatıları konu alan eserlerin bünyelerinde, sembol ve imge halinde mitolojik figürlere yer verilir. … Şairi mitolojiye iten sebepler, mitolojik figürlerin imge ve semboller olarak şiirde kullanılması, filanca karakter yerine filanca karakter üzerinde ısrarla durulması, Divan şiirinin özellikle İran esâtirî kahramanlarını bir teşbih veya karşılaştırma unsuru olarak kullanması vb. hususlar şüphesiz felsefik bir bahis olarak ele alınmalı ve bunun ardındaki sebepler araştırılmalıdır.” … “D’istria’ya göre şiirdeki efsanevi kişiler birer semboldürler ve bu semboller vasıtasıyla şair, derin bir anlam katmanı oluşturur.” (Dursun Ali Tökel; “Divan Şiirinde Mitolojik Unsurlar (Şahıslar Mitolojisi”)
Edebiyat açısından genele bakıldığında, betimlemelerin en etkili olduğu imgelerin, tinsel karakterlerle derin etkiler bıraktığı gözlenir. Çünkü bunlar, hem dindaşlık nedeniyle yaygınca bilinir, açıklama gerekmeksizin teşbihlerde kullanılır; hem de en acı olaylar, cezalandırmalar, mitolojik (söylence) sapkınlıkları ve ek olarak cennet (erdem) ödüllendirmeleri gibi etki bırakan imgeleri içerir. Bu etkinlik çapı, “şairi mitolojiye iten sebepleri, mitolojik figürlerin imge ve semboller olarak şiirde kullanılması”nı açıklar.
Öte yandan yerel olarak, fethedilen veya kültürel alışverişin gerçekleştiği ülkelerin dillerini politik etkilerle benimsemek ve kullanmak; (yarı yarıya çevrilen) dilleri ile birlikte onların figürlerinin de katılmasına yol açar. Çünkü bu karakterler, dilin deyişlerinin biçimlenmesinde, kültürel ve ekonomik hareketlerde ders vermek üzere aktarılan kıssaların da o yörelere özgü iletişim belleği olup; “Divan Şiiri’nin, İran esâtirî kahramanlarını bir teşbih veya karşılaştırma unsuru olarak kullanması”nı açıklar.
“Divan şiiri millî bir şiir olmaktan ziyâde ümmete ait bir formun, bir biçimin, bir dünya görüşünün, bir ortak kabuller dünyasının şiiridir ve kaynakları İslâm milletlerini oluşturan diğer milletlerle birlik arz etmektedir.” … “Divan edebiyatının mitolojik kaynakları farklı coğrafyalardan ve farklı dinlerden, inançlardan, kültürlerden derlenmiştir. Bütün bu mitolojik unsurlar ayrıntılarıyla anlaşılmadan Divan şiirine hakiki bir vukuf imkânsız olmaktadır.” (Dursun Ali Tökel; “Divan Şiirinde Mitolojik Unsurlar (Şahıslar Mitolojisi”)
Divan şiiri; içerdiği yerellik ve tinsel ortaklıklar nedeniyle, geniş bir coğrafyada etkili olabilmiş kültür döneminin şiiridir. Bulunduğu döneme ilişkin karakterler ve kültürleri yansıtmış, insan ilişkilerinde etkili olmuştur. Bu nedenle, klasik bir sanat hareketidir; aynı kültürel birliklerin korunmadığı, dillerin birbirinden ayrılıp özüne döndüğü ortamlarda etkinliğini yitiren bir konumdadır. Bu edebiyatın sürdürülmesi; hem ortak mitolojik değerlerin unutulması, hem de dilin arılaşması bakımından mümkün olmamaktadır.
Bugünün dünyasında ise batı kültürü ile birlikte daha da zenginleşen, küresel iletişim araçları yoluyla yerellikten sıyrılan edebiyat dağarcığı; dar çerçeveli kültür harmanlarını, kendiliğinden silinmeye sürüklemektedir. Dolayısıyla zorlamalı edebiyat yapıtları vermek, yapay ahenkler üretmekle; belli bir zaman-mekâna ait kültürün şiir dilini, dahası ortak dil etkisindeki karma dil kurallarını sürdürmek mümkün değildir.
Tam tersine mitolojik karakterler, divan şiiri ile sınırlı kalması gerekmeyen imgesel değerlerdir. Her kültürün, kavmin kendi dilindeki şiirlerin içinde de (çevrilmesi gerekmeyen adlarla) teşbih öğeleri olarak yerlerini alırlar. Tüm Dünya coğrafyasına yayılmış olan etkin kültürlerin izleri, onların devasa çeşitliliği; bir edebiyatın değil, onun kültürünün zengin olduğunu gösterir. Sanat, toplumların etkin karakterlerini teşbih olarak kullanan kalıplarla işleyen bir ışık saçma yoludur.
Esasen bir yönüyle mitolojiyi, yerellikten kurtarıp, evrensel imgeler olarak atayabilirsiniz; diğer yönüyle de mitolojik karakterleri, bir edebiyatın değişmez imgeleri olarak gövdesiyle bütünleyebilirsiniz. Ancak değişmez ilke; edebiyatın, dil veya çoklu diller kimliğini kullanan bir sanat aracı olduğudur. İçindeki desenlerle tanımlanan bir edebiyatın, kalıcılığından, farklı kültürel ortamlardaki etkinliğinden söz etmek mümkün değildir.
Bir çok kereler yabancı dillerden gelen saldırıların, yönden bağımsız olduğunu belirtiriz. Doğu yahut batı, kendi kültürümüz dışındaki katışık öğelerin kaynağı olarak birbirlerine eşdeğerdir. Dinsel kimlik veya teknoloji milleti olmak için, dilden ödünler verilmektedir; çünkü kavramların kaynağı dıştadır, bize yabancıdır; dilimizde asla bir karşılığı yoktur ve üstelik reddedilemez niteliktedir. Bu nedenle, tek doğru arayışı, yahut karma kültürlerin neresinde olduğumuz gibi, kesin önermeler konumuz dışıdır. Daha ziyade kültürün aktarılmasına özgü bir araç olarak bakıldığında, dil kimlik öğesidir. Dil, gerek sanat ve gerekse geleneklerin sürdürülmesinde vazgeçilmez bir gereçtir. Kendi kimliğini ikinci plana atabilen bir topluluk, diğerlerinin de üstünlüğünü kabûllenen bir millet görmek olağan işlerden değildir.
Türklerin gezgin coğrafyasında uğradığı her jeopolitiğin işlediği dilden, bir parça alınmış olabilir anadilimizin dağarcığına. Ancak bunun doğu-batı çatışmasına dönüştürülmesi; kimlik çatışmasıyla eşleştirilebilen yönüne ilişkindir. Gerçekte, dilin anlaşılırlığı için değil, alt kimliğin daha iyi yerleşebileceği dillere meyledenlerin savaşıdır bu. Sanki Cumhuriyet öncesinde doğu, sonrasında ise batı dillerinin egemen olduğu kimlik değişiminde; sümen altındaki savaşın, dil savaşından çok daha başka bir savaş olduğu anlaşılır. Yeni rejimle birlikte ortaya çıkan edebiyat akımlarının da, yeni (arılaştırılmış) dilin etkileriyle ve dışarıdan katılan karma kurallardan da arınmış olarak, ’yeni’ (ikinci) şiirler ortaya çıkarması, doğal bir sonuç olarak görülmelidir oysa. Ancak öte yandan, kamu yönetimi meselesi gibi, yabancı dilin atılmasına direnç gösterenler de her çağda bulunmaktadır.
Eğer bir milletin dili, kendi kültürünü yansıtabilecek dağarcığa sahipse, özellikle arûz kuralı nedeniyle onun kaba ve yetersiz olduğunu söyleyip, diğer dillerden sözcük çekemezsiniz. Eğer sözcük kazanımı, karşılanamayan sözcüklerden dolayı ise, elbette yenilerini gocunmaksızın benimser ve kullanırsınız. Batı dillerine doğudan da katılmalar olmuştur gerçekten; ancak bunlar, içlerine çektikleri sözcükleri kendininkilerden daha üstün görmek ve o sözcüklerin işlediği edebiyat kurallarını da içselleştirmek gibi edilgen bir duruma düşmemişlerdir.
’Türkçeleşmiş Arûz’; elbette ki biraz ilginç bir tanımlama gibidir. Sadece bir kaç sözcüğün uyumlu hareket edebildiği bir vezin sahanlığında, söz cambazlığı işletilerek kurgulanmış az sayıdaki şiirden dem vurmuş olabilirsiniz belki de. Çünkü ses dizimi uygun olmayan bir dile uygulamakla eşdeğer olan bu kural çerçevesinde her Türk, bir ’arûz’ yazamaz. Yazsa da, çocuk bayramında okutamaz, anlaşılamaz; topluma yarar sağlamazdı. Hadi, ’olsun’ diyelim: böylesi şiirlerin dile dolanması, bugünün kısmen arılaşmış yapısında anlaşılır olanlar varken, niçin bilmecemsi söz oyunlarıyla uğraşıp, sağırlar diyaloğuna girelim ki? Niçin, birbirimizi bir metreden duyup da, ’efendim?’ mi diyeceğiz? Kulağımızı tersten mi göstereceğiz, çözüm yanı başımızda bekler dururken?
Bir dilin tümüyle arılaştırılması veya tümden harmanlanması gibi ütopik bir görüşü ileri sürmekse, zaten konumuz dışıdır. Din kimliğinin gerektirdiği güneydoğu adlarının topluma kazındığı da mâlumdur; geri verilemeyecek onca sözcük varken, millet dilinin belli bir ülkü çizgisinde kültürü koruyacak ve halkın sorunlarına inecek boyutta arılaştırılmasının yeterli olduğunu düşünmek de mümkündür. Öte yandan ümmet dilinin, sadece Arapça-Farsça olacağını iddiasını sürdürmek de; dilimize çevrilemeyenler ve dinsel kalıpların geçerli olacağı ibâdet bilgileri hariç, halifeliğin kalmadığı bir dünyada oldukça ütopiktir.
Aslında hiçbir dile karşı doğrudan tiksinme duyulmaz; organikmiş gibi iğrenilmez. Çünkü onlar da birer dildir ve ait oldukları kültürü toplumunun belleğinde tutmak için canlı kalmak zorundadırlar; görevleri şah damarı kadar önemlidir. Ancak farklı kültürler ve onların din kimliğini aşan diğer gelenekleri, toplumları birbirinden bazen birbirinden ayıran veya soğutan âdetleri de barındırabilir. Kültürünü korumak bazen, kendisiyle diğerleri arasına bazı kimlik çizgilerini çekmekle mümkün olabilir. Türk topluluklarının yerleştiği topraklarda resmî dilin seçimi, din kimliğinden daha önce jeopolitik bir tercih olduğundan; dil üzerindeki savaşın, dinsel kimliğe büründürülmesi de aslında gereksizdir. Ancak kronolojik gelişime göre din kimliğini doğudan, teknolojik kimliği de batıdan almayı amaçlayan bir jeopolitiğin yol açtığı ılımlı sonuç da; Ön Asya kültürünü ifade edebilen bir harmana denk olabilir.
Elimizden geldiğince karaladığımız şu sözler; gerçekten de karşılaştığımız ve aksadığımız konuları içeriyordu, bunların nasıl çözülebileceğine ilişkin çırakça görüşlerle donatılıyordu. Aslında kim bilir hangi zaman diliminde sözü edilegelmiş olan bir çok görüşün, bugün daha bir birikimli çerçevede derlenmesi gerekiyordu; sizlerin de buna katılmanız veya daha başka bir başlık açarak sonuca bağlamanız.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.