- 879 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SULTAN BABA VE ÇİÇEKLER DİYARI
SULTAN BABA VE ÇİÇEKLER DİYARI
Ağaç kovuğunda bir dede çıktı karşıma, boyu başparmak, tipi kaba saba, sakalı ak kara, gözleri al al, çakmak çakmak bakışları da, dudağında taşıyordu yepyeni bir ızgara, ızgarayı ödünç istedim bir dakika, pişirdiğimden getiririm dedim bir tabak sana da, karar veremedim, kömür mü üstte olur çıra mı altta? Kara elması, yaktım çakmaklı bakışlarıyla. Tutuştu birden mangalla ızgara, pişti yandı kül oldu, göz açıp kapatıncaya. Anlamadım nazar mı değdi, kısmet mi değildi? Ne şiş kaldı ne Adana ne Belen tava, ne tuzda tavuk kaldı ne et pirzola. Dumanı gitmedi kaldı başımda, Süpürgeyle dumanını yelledim sağa sola, kırıldı ayrıldı oldu iki parça, sağımda fırça, solumda sopa, başımda kara duman duruyor daha. Yaşardı gözüm başladım zırlayamaya. Babam geldi:“Ne oldu kızım sana, nerde bizim sofra?”Dedim ki: “Kara duman kaptı kaçtı bir anda, yedi yuttu hepsini bir lokmada.” Babam kızdı tavlayı bıraktı kenara, külleri topladı bir bir avucuna. Külü atayım derken uzağa, elindeki zarları attı yanlışlıkla. Divane gibi döndüler rüzgarla, zarlar kuş oldu kanatlandı semada. Deldi geçti bulutları, uçtu uçtukça, Atmosfer’den geçti Egzosfer’den çıktı bir anda. Boş boş gezdi dolaştı Uzay’da boşlukta. Sonra vardı yetişti Kızıl Mars’a.“ Severler güzeli genç ise” pencü se geldi evvela, sonra “ dur, bağırma” du bara. Zarları tutana aşk olsun valla. Babam zar mı tuttu acaba? Yuvarlandı yuvarlandıkça. Düşeş oldu durdu sonra, Mars’tan düştü başımdan taaa ayağıma. İki ters bir düz göründü her şey bana, bir karışken kapı kapı han oldu dünya. Vardım Zeki Müren’in kapalı kapısına, baktım yukardan aşağıya, ne kilit ne anahtar var orda. Zarların üzerinde yattım kuluçkaya, bekledim gün gün hafta hafta, saydım 21 gün tam tamına. Zarlar çatladı oldu param parça, birinden kör bir baba çıktı diğerinden sağır bir ana.“ Kimsin, nesin, nerdesin?” diye sordular bana.“ Ben bilmem” dedim,“ Ben’i bilmem, bilmeyi bilmem, bildiğimi de bilmem, bilmediğimi de bilmem, bilmememi de bilmem.” Dümbüllü düdük dümbelekçi dübekçinin debdebe delisi dayısının dedikoducu dudu dadısı, durup dinlenmeden dudaklarını durdurmadan dada didi dede dudu dodo düdü dıdı dır dır dır dır dır dır derdi. Üzerine laf düşmedikçe uyumak gerek, Mangalı da külü de yerine bırakmak gerek. Aldım tavlayı koltuğumun altına, bildim ki sayar çırak, oynar usta. Zarlara sapanımın lastiğini bağladım, onu da iki kulağıma küpe yaptım. Şimdi eğri oturalım düz konuşalım, hikayemizi anlatmaya başlayalım…
Bir zamanlar bir ülkede halkı tarafından çok sevilen, adaletine güvenilen, vezirleri ve halkıyla görüş alışverişi eden, hükmü beğenilen, fermanına uyulan, askerleriyle diyardan diyara giden, her diyardan zaferle dönen, halkını refah ve ferahla yaşatan, fakirden vergi almayan, zenginden de 40’ ta 1 devlet için vergisini alan, bunun karşılığında halkı için yollar, hanlar, hamamlar ve kervanlarla şehirlerini imar eden, devletin parasını kendi şahsında kullanmayan, mermerden sarayları devlet işleri için kullanan, ailesiyle yaşamını ise ahşaptan ata yadigarı, bahçeli bir köşkte geçiren, geçimini el emeği göz nuru savaşlardan payına düşen ganimetlerle sağlayan, elinin bileğinin hakkıyla, ilmi ve zekasıyla sultan olan yaşlı bir padişah yaşarmış. Adil, yardımsever, mütevazi, sabırlı ve inaçlı bir insanmış. Halkı ona Sultan Baba der, onun bir dediğini iki etmezlermiş.
Halkın arasında dolaşır, onlarla hasbi hal eder, derdi olanı dermansız bırakmazmış. Ama kendi derdini kimseye anlatamazmış. Güzeller güzeli sevgili eşi öldükten sonra, derdi daha da katlanmış. Derdi alın teriyle kurduğu, canla başla çalıştığı, uğruna hayatını ortaya koyup savaştığı ve mücadele ettiği bu ülkeyi, kime emanet edeceğini bilmemesidir.
Genç bir oğlu olmasına rağmen ona hiç güvenmiyormuş. Çünkü annesi öldükten sonra çıldırmış. Asabi, aceleci, sinirli ve vurdumduymaz olmuş. Uzun boylu, zayıf, deniz mavisi boncuk gözleri, simsiyah uzun saçları, beyaz teni ve yumurta gibi yüzü ile çok yakışıklı biriymiş ama her türlü kötü huylar edinmeye başlamış. Rahmetli annesi tek ve güzel bir çocuk diye onun üzerine çok düşmüş, onu şımartmış. Ona nazar değmesin diye pek insanlarla görüştürmezmiş. Onu dizinin dibinden hiç ayırmamış. Ne okula göndermiş ilim öğrenmiş, nede kılıç kullanmayı savaşmayı öğrenmiş.
Zamanını annesiyle birlikte bahçede dolaşarak, ağaçları ve çiçekleri yetiştirerek geçirmişti. Tek bildiği annesinden öğrendiği, çiçek ilmiymiş. Çiçek yetiştirmeyi, onlara nasıl bakılması gerektiğini, hangi zamanda, hangi çiçeğin kokusu güzel olur, hangisi neye faydalı, neye zararlı, çiçeklerin manaları ne, hepsini bilirmiş. Çiçekler onun arkadaşları, onlarla konuşur sohbet eder, onlara şiir okurmuş.
Naif, sessiz, ince ruhlu ve duyarlı biri iken, annesinden sonra içine kapanmış, annesini kaybedip yalnız kaldığı için öfkelenmiş ve hiçbir şeyi takmaz olmuş. Daha önce hiç yapmadığı şeyler yapmaya başlamış. Daha önce nasıl yaşıyorsa tersini yapmaya başlamış. Sağ eliyle yerken sol eliyle yemeye, ileri yürürken geri geri yürümeye, çiçekleri ekerken onları ezmeye, konuşurken bile tersten kelimeleri söylemeye, gece uyurken artık gündüzleri uyumaya başlamış. Geceleri müzikli danslı eğlenceler düzenleyerek derdini unutmak için içer içer sızarmış. Şaraba ve kadınlara düşkünlüğü böyle başlamış. Her gece yeni bir tür şarap şişesi açar, yeni dudaklarla yudumlayarak içmeden uyumazmış. Tek kaygısı aynı şarabın ve kadınların tekrar etmesiymiş. Zamanla kumara da alışarak kötü dostlar edinmeye başlamış. Zarları elinden hiç düşürmez olmuş.
Sultan Baba, ülkenin dört bir yanından hekimleri hocaları getirtmiş ama bir değişiklik olmamış. Belki aklı başına gelir diye, onu en güzel sultan kızlarıyla evlendirmeye de çalışmış, ama nafile. “ neb rib rümö ınya üzey im mığacakab, ınya ises im mığacayud. Ne lezüg keçiç ed aslo, ne lezüg usukok ad aslo kacubaç mırakıb ( Ben bir ömür aynı yüze mi bakacağım, aynı sesi mi duyacağım. En güzel çiçek de olsa en güzel kokusu da olsa çabucak bıkarım).” der razı olmazmış.
Bu durum artık Sultan Baba’nın canına tak etmiş. Bir gün vezirleriyle fikir alış verişi ederken onlara: “ Benim merak ettiğim bir soru var. Aklımdan bir türlü çıkmıyor. Bu soruya en güzel cevabı veren bilgeye, oğlumla birlikte ülkenin idaresini ve hazinelerini emanet edeceğim. Hemen söz uçurun, bunu her tarafa duyurun” demiş. Davullar çalınmış, tellallar bağırmış, padişahın buyruğu her tarafa ulaşmış. Çok geçmeden saraya bilgeler gelmeye başlamış. Sarayda toplanan bilgelere padişah bir ziyafet düzenlemiş. Bu gece için, oğlundan yanında olmasını istemiş, oğlu kabul etmeyince babalık hakkı için bir kereye mahsus gelmesi için ısrar etmiş, “ ilk ve son isteğim senden” demiş ve zorla kabul ettirmiş.
Her çeşit etten, balığı tavuğu ayrı kuzusu danası ayrı. Her çeşit bitkiden, yaprağı sarması ayrı lahanası marulu ayrı. Her çeşit içecekten, kuş sütü kımızı ayrı, şırası bozası ayrı. Her çeşit meyveden, ayvası narı ayrı, üzümü hurması ayrı. Sıcağı soğuğu ayrı, tatlısı acısı ayrı yemekler sofraya dizilirken, baba oğul birlikte masanın başına geçmişler. Sultan baba sandalyeye oturmuş. Oğul masanın üzerinde, babasının önünde bağdaş kurup oturmuş. Bu duruma üzülen padişah içinden “ la havle” çekmiş, “ Allah’ım ben kime kötülük ettim de beni evladımla böyle sınıyorsun. La havle vela kuvvete illa billah. Bu işinde de bir hikmet vardır inşallah.” demiş.
Sonra bir şey olmamış gibi gelen misafirlere katılımlarından dolayı teşekkür etmiş:“ Bismillah, buyurun fakir soframıza” diyerek yemeğe başlamışlar. Herkese tek tek hal hatır sormuş, nerden geldiklerini, kimleri eğittiklerini, kimleri yetiştirdiklerini sormuş.
Ardından merak ettiği cevabın sorusunu sormuş: “ Söyleyin bakalım, aydın insanlar, soracağım sorunun cevabı ne ola? İçene hem zehir hem şifa, içmeyene hem dert hem deva. İçsen olmaz içmesen olmaz, ne onunla olur ne de onsuz. Hem iyi hem kötü hem güzel hem çirkin. Hem yiyen hem yediren, hem alan hem veren. Hem gören hem gösteren, hem ağlatan hem güldüren. İçi 7 su, dışı 1 toprak, kimi içinde gezer kimi dışına çıkar., hem su hem toprak, hem ateş hem hava. Hem hem olan bu şey nedir?”
Bilgeler tek tek konuşmaya başlamışlar. Kimi aş dedi kimi yemek, kimi bal dedi kimi pekmez, kimi yol dedi kimi yolculuk, kimi mal dedi kimi mülk, kimi şan dedi kimi şöhret, kimi sevgi dedi kimi nefret, kimi aşk dedi kimi maşuk. Bu cevapların hepsinin mantıklı açıklamalarını da yapmalarına rağmen Padişahı ikna edememişlerdi.
En son kalan Karaçay’dan gelen Bilge: “ İnsanoğludur, İnsanın oğludur, evlattır” demiş:“ İçindeki 7 su; süt, kan, gözyaşı, tükürük, sümük, sidik, sperm. Dışında da bir beden elbise. Ruhu su, nefsi ateş, aklı hava, cismi toprak. Evlat hem yiyendir hem yediren, senin rızkından yese de rızkını Allah sana ayrıca vermiştir, sen de onun rızkından yersin. Evlat hem iyidir hem kötü. Eğer iyi, salih, sadık bir evlat olursa bundan gurur duyar, iyi hissedersin, eğer tersi olursa kötü hissedersin. Evlat hem zehirdir hem şifa. Eğer evlat iyi yetişmişse sana bana herkese faydalı, şifa olur, eğer kötü yetişmişse seni beladan belaya sokar, aldığın nefesi sana zehir eder.” Ve açıklamaya devam etmiş.
Sultan Baba, Karaçay Bilgesi’nin verdiği cevabı çok beğenmiş, ona, teşekkür etmiş. İlmini ve zekasını kutlamış. Ondan bir rica daha istemiş:“ Ülkemin idaresi ve hazineleri, artık sana ve oğluma emanet. Ayrıca oğlum da sana emanet. Oğlumu salih ve sadık bir insan, kararlı ve ileri görüşlü bir devlet adamı, güçlü ve cesur bir savaşçı, adil ve doğru hüküm verici bir yönetici olarak yetiştir. Eti senin kemiği benim, suyu senin tası benim. Ben artık devlet işlerinden el çekeceğim. Emanetçi emanetini alana kadar, kalan ömrümü huzur içinde tamamlamak istiyorum.” demiş.
Zümrüt, yakut, lal ve incili sorguçlu kavuğu önündeki oğlunun başına geçirmiş. Kalkmış sandalyeden Karaçay Bilge’sinin yanına, hükümdarlık asasını vermiş avucuna. İşaret parmağını yalayıp Karaçay Bilgesi’nin boynuna sürmüş: “ Aha vebalı da boynuna!” demiş. Karaçay Bilgesi, çömelmiş, eliyle önce yere vurduktan sonra göğsüne, sonra elini dudaklarına ve alnına vurarak, başına koymuş: “ Ricanız emirdir. Başım gözüm üstüne. Yarın sabah, horozlar öter ötmez, talime başlarız inşaallah” demiş.
Sultan baba, Karaçay bilgesine rahat etsin diye, sarayın kulelerinden birini tahsis etmelerini emretmiş. Gelen tüm konuklara teşekkür ederek hediyelerle göndermiş.
Oğul, Karaçay bilgesinin anlattıklarından çok etkilenmiş. Babasının da padişahlığı kendisine bırakmasına çok şaşırmış. Ama kimseye çaktırmamış. Herkes dağılıp gidince o masanın üzerinde kalmış, uzanmış yatmış. Ekmeği yastık, yeşilliği yorgan yapmış, uykuya dalmış.
Rüyasında, bir mezarın içinde nurlar içinde yatan annesini görmüş, elinde 7 çeşit çiçeği tutuyormuş. Bu çiçekler, gül, lale, erguvan, zeytin, defne, limon ve karanfil.“Yanıma gel, al bunları, benim için al, senin için bunlar” diye sesleniyormuş. Annesine doğru hızlı adımlarla koşuyor, ama her adım onu annesinden uzaklaştırıyormuş. Bütün gücüyle çiçekleri kapmak için fırlamış. Fırlamış fırlamasına, uçmasıyla masadan düşmesi bir olmuş, zarlar elinden yuvarlanmış.
Rüyadan uyanmış, sağa sola yukarı aşağıya bakmış, karıncalardan başka kimsecikler yokmuş. Karıncalar: “ Tembel tembel ne yatarsın be miskin! Yetmedi mi hep hazır yediğin? Kalk çalış, nasibini ara, rızkını kazan, lokmanı hak et.” Demişler. O gürültüyle horozlar uyanmış, başlamışlar ötmeye, üç defa tekrar etmişler: “ Ü ü rü üü üüüüüü, uyuyan kalmasııın. Ü ü rü ü üüüüüüüüü, gözler açılsııın. Ü ü rü üü üüüüüü, uyanmak yatmaktan hayırlıııı.”demişler.
Almış zarları yerden öpmüş önce, içinden söylenmiş kendi kendine:“ Hep yek gelirse sultan olacağım, babamın sözünü tutacağım; Düşeş gelirse buradan kaçacağım, anneme varacağım” demiş. Zarları sallamış sallanmış, sallamış sallanmış, taa başı dönene kadar, atmış zarları. Zarlar yuvarlanmış, döndükçe dönmüş, döndükçe dönmüş. Sanki semazen olup sema ediyorlarmış. Zarlar dönmüş dönmüş, üstünden kara noktaları atmış. Bir tek kırmızı noktalar kalmış, bir kırmızı nokta birinde, diğeri diğerinde. Zarlar temizlenmiş kara lekelerden, kıpkırmızı yürekleri kalmış, birden durmuş. Sözünü tutmak gerek, “ hep yek” gelmiş. Gözlerini ovuşturmuş, yanağından mıncıklamış, poposunu çimdiklemiş, daha rüyada mıyım diye.
Bırakmış zarları koşmuş Karaçay bilgesinin yanına, bakmış hoca Ettehiyyatuda daha, “ Es selamu aleykum ve rahmatullah” demiş, kendi başını sağa sola çevirmiş. Karaçay bilgesi namazını tamamlayınca: “ Hayırdır! Daha kargalar kahvaltı yapmadı. Nedir bu telaşın? Çalmadın ne kapıyı ne tokmağı ?”Oğul yerinde duramadan heyecanlı heyecanlı:“ Hayır mı şer mi bilmem ama, sen demedin mi horozlar ötünce talim var. Ben de taleben olarak geldim.” demiş. Karaçay bilgesi: “ Hele bir dur, yeter fokurdadığın. Azıcık otur, demlen biraz. Sana bir çay yapayım” Demiş.
Oğul oturmuş, derin bir nefes almış, ciğerlerini doldurmuş, yavaş yavaş üflemiş:“ Ben bir rüya gördüm, ne rüyamı yorabildim, ne aklımı çalıştırabildim. Anamı kabrinde nur üstünde nur, nurlar içinde nur halinde gördüm. Elinde 7 renk 7 çeşit çiçek. Bunlar, siyah zeytin, kırmızı gül, pembe lale, mor-lila erguvan, yeşil defne, sarı limon ve beyaz karanfil. Bana seslenip - yanıma gel, al bunları, benim için al, senin için bunlar- deyip duruyordu. Kokular renkler birbirine denk. Kokladım baktım, aklım başımda duman oldu, fokur fokur heyecanlandım.
Nargile miyim nefes mi? Pirinçten mangal mıyım tabla-maşa mı? Köz müyüm duman mı? Elmalı mıyım Bahreyn elması mı? Tömbeki miyim muassel mi? Ser borusu muyum hortum mu? Gümüş Marpucu muyum kiremitten lüle mi? Deriden marpuş muyum tahta ağızlık sipsi mi? Su muyum hava mı, ateş miyim toprak mı? Ben neyim, kimim söyle? Bana bunu yorumla, ne istersen yaparım sonra.” Demiş.
“ Ne, kim olduğuna kendin karar ver.”demiş ve eklemiş Karaçay bilgesi: “ İlki zeytin, barış demek. Hz. Nuh’a karayı müjdeleyen güvercin gagasındaki dal. Önce kendinle barışmalısın sonra her şeyle. Yeni bir sayfa açmalısın. İkincisi kırmızı gül, sevmek demek. Keskin dikeni de olsa kokusu mest eder koklayanı. Kendini de sevmelisin kusurların olsa bile, sonra herkesi, kusurları olsa bile. Üçüncüsü pembe lale, anlayış demek, tevhid demek. Tek soğanda tek dal tek çiçek, iman et, inan, güven ve sığın rabbine. Dördüncüsü erguvan, zaman demek, mayısta açar, mor lila olur ama bir iki haftaya kalmaz dökülür, zamanın ve gençliğinin kıymetini bil her saniye. Beşincisi defne, makam terfi demek, defnenin yağı, yaprağı, sabunu ve kokusu insana çok faydalı. İnsanlara faydalı hizmette bulunursan seni her zaman herkes baş tacı eder. Altıncısı sarı limon çiçeği, hatırlamak demek. Baharda açar onu müjdeler, unutulmaz bir kokusu olmasına rağmen görüntüsü sadedir. Eğer kabul görmek ve hatırlanmak istersen kibirlenme ve gösteriş yapma. Yedincisi beyaz karanfil, temizlik ve saflık demek. Dostlarını ve arkadaşlarını doğru seç, davranışlarında menfaat beklentisi olmasın. İçten ve samimi davran. Anneni eğer gerçekten seviyorsan, bu çiçekleri kabul et ondan.” Demiş.
Ona bu çiçeklerden bir çay demlemiş, buharı hep tütermiş. Fincana doldurmuş, sımsıcak içirmiş. “ Hele bunu bir iç, unuttuğun her şeyi hatırlarsın, gördüğün duyduğun dokunduğun hiçbir şey, kafan uçmadıkça aklından çıkmaz. Köpeğin bulduğu kemiği toprağa gömmesi gibi, öğrendiklerin hafızanda gömülü” Demiş.
Oğul oturmuş, iki eliyle avucunda tuttuğu fincanı başlamış yudumlamaya. Gözleri pencereden dışarı bakarak dalmış. Daha annesinin karnından doğmadan şimdiye kadar yaşadığı her şeyi bir bir hatırlamış. İlk defa güneşin doğuşunu izleyip hayran olmuş. Kuşların ötmesiyle çıkmış dışarı, başlamış yürümeye.
Aklı başına gelmiş, babasının kapısına varmış. Kapıyı dövmüş, babası açmış. Ağlayarak babasına sarılmış: “ Affet babacım, yaptıklarımdan çok pişmanım” diyerek omzunda ağlamış: “ Sana söz veriyorum babacım, bundan böyle gurur duyacağın bir evlat olacağım.” Demiş. Sultan Baba hem ağlıyor, hem seviniyormuş:“ Elhamdulillahi Rabbil Alemin. Bana hem dert hem derman veren Rahman Rahim’e hamdolsun.” Demiş. Yılların verdiği özlemle hıçkırarak ağlamışlar birlikte sevinerek.
Oğul başına gelenleri bir bir anlatmış. Bu olay Sultan Baba’nın, çiçeklere olan sevgisini daha arttırmış. Padişahlığı oğluna ve oğlunun veziri Karaçay bilgesine emanet ettiğine çok sevinmiş. Oğul çok iyi bir talebe olmuş, hocaları ve veziri ne derse yapmış. Gece gündüz çalışmış, cahille sohbeti kesmiş, bilginlerle oturup kalkmış. Ustaların yanında kardelen gibi başını bükmüş, çırak olmuş. Düşmanlarının karşısında şahlanarak savaşmış, hükümdar olmuş.
Hemen huyu huyuna suyu suyuna bir gelin bulmuşlar. Evlenip mutlu ve mesut yaşamışlar. Çocukların her birine bir çiçek ismi vermişler. Sultan baba, çiçek torunlarıyla birlikte güle oynaya, ülkenin dört bir yanını, renga renk demet demet çiçeklerle donatmış, geri kalan ömrünü böyle sürdürmüş. Sultan Baba, kısa bir zaman sonra gözü arkada kalmadan gözlerini kapatmış. Çünkü oğlu düşündüğünden de öte iyi, doğru, ahlaklı, inançlı ve güçlü bir imparator olmuş. Her bir torununa bir ülke düşmüş, ülkelerin adı “ çiçekler diyarı” olmuş.
Emanet ata binen tez iner, yolu kalır yarım, emmim dayım hepsinden aldım payım. Sakın emanet alma değilse çok lazım, alsan da emaneti, emin ellerle vermek lazım. İş bilenin kılıç kuşananın, bunu unutma, bil, bilmediğin işe de karışmamayı da bil. Kuzuya et, kurda ot verme, hele kuzuyu kurda hiç verme. Dişi olana fındık ver, atı olana meydan ver, fikri olana söz ver. Haklıya hakkını vermek gerek, Haddi aşanın haddini bildirmek gerek.
Tute tute , bitti bizim hikaye.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.