- 787 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Fransız Zarafeti
Sığışamıyorum bir türlü. Bedenim birden ufalıverdi sanki… Ya da ruhum büyüdü, hiçbir kalıba sığamayacak kadar. Bir şekilde yetemez oldum kendime. Bir şey geldi ta uzaklardan, usul usul dokunmaya başladı. Gerçi temas ettiği tenim miydi ruhum mu, o da belli değil ya.
Unuttuğum bir şeyleri hatırlattı bana. Eski arkadaşım ve komşum İnci’ydi bu sihirli dokunuşun sahibi. Son birkaç gündür hayatımın onunla olan safhasındaki ben daha bir sık uğrar olmuştu mutfağıma; üzümlü kek kokularına meftun bir halde yumurta, süt, ne kadar kek malzemesi varsa silip süpürmüştü.
Sanki eski bir müzik doldurmaya başlamıştı evimi birden. Hani ilk gençlikte hayatımı ifade ettiğine karar verdiğim bir şarkı… Fransız erkek şarkıcının sesindeki melankolide yumuşayan, asık çehresini toparlayıp gülümsemeye çalışan bir dünya… Evet, o günlerden bir yüz belirmişti birden, ‘şimdi’ denen çok sahici; ‘geçmiş’ gibi dünyayı flu renklerle bezeyip her şeyi bir filmin parçası haline getirmeyen, acımasız o zaman parçacığında. Ben birden o şarkıcının sesini duymaya başlamıştım onca gürültü ortasında, dünya suratını asmaktan utanır olmuştu yine.
Babam gençliğinde Paris’e gitmişti. “Orada kimse yüksek sesle konuşur mu, kaş çatar mı” diye sormuştum ona bir gün. Bir şarkıcı tek bir şarkısıyla bile gülümsetebiliyorsa her şeyi, üstelik kendinden çok uzakta diyarlarda, kim bilir yakın çevresine nasıl bir etki yapıyordu varlığıyla, sesiyle? “Senin gibi dışarıdan bakmıyorlar ki onlar!” demişti babam, yüzümde gördüğü bir şeyi kaybetmekten korkar gibi söylediklerini yumuşatmaya çalışan, son derece sevecen bir sesle. “Senin onların konuşmalarında bulduğun melodinin, onlar duyamayacak kadar içindeler… Ama söylediklerin içinde haklılık payı da yok değil… Fransızlar zarif insanlardır genelde.”
Sonraki dakikalar bu kibar insanların uzaktan bahar güneşi misali ruhu ılık ılık okşayan hoş görüntülerinin yakından savurduğu sert rüzgârları anlatmasıyla geçti. Tıpkı hayat gibiydi Fransızlar da. İçerisindekilerin, ambalajıyla büyük tezat teşkil ettiği süslü bir paketle karşı karşıya gelme hissi veriyorlardı insana. Herkes gibi üzebiliyor, bağırıp çağırabiliyorlardı onlar da. O zarafet görüntüsü içinde gerçek bir kalp taşıdıklarını gösteren olumlu olumsuz birçok duygu barındırıyorlardı.
Kızların aşırı rahatlığı; toplumun aşk, aile, sadakat gibi kavramlara genel olarak bakışı gibi bir sürü konuyu babamdan dinlerken o sevdiğim şarkıcının sesini özlediğimi fark ettim. O ses olmadan Fransızlar hakkında konuşmak onlara ilişkin anlatılacakları bir parça eksik bırakmak gibi gelmişti bana. Bir şeyi sadece şekliyle ele alıp öze dokunmamak gibi…
Konuyu daha fazla dallandırıp budaklandırmadan bir bahaneyle odama kaçtım. Hemen açtım teybi, daha ilk şarkıda babamın sözleri uçup gitti. Yine ılık bahar güneşi ve gülümseyen dünyayla özdeşleşmeye başladı Fransız olmak.
İnci o ilk gençlik günlerimin en baş yoldaşıydı. Hem komşu kızı, hem en büyük sırdaşım… Birkaç gündür bizde kalıyordu. Araya giren uzun yılların ardından orta yaşı geçkin bir kadının yüzüyle kapıda belirivermişti birden. Gözlerinde on beş yaşındakini aratmayan bir parıltıyla tek bir kelime bile söylemeden uzun uzun yüzüme baktı, “hala yıllar önceki arkadaşım mısın” der gibi… Sanırım ben de onun gibi o zamanlardan esaslıca bir parçayı içimde saklı tutmuş olacağım ki, baştaki şüpheci tavrı için özür dilercesine bir şiddetle uzun uzun sarıldı bana.
Bir kalp yangını yüzünden yıllardır uzak kalmıştı bu şehirden. Buraya arkadaşının kızının düğünü için gelmişti. Gelir gelmez ilk işi mahallemize gitmek olmuştu. Oturduğumuz apartmanın bulunduğu sokakta kalp çarpıntıları içinde yürürken “ya yerinde bulamazsam” dediği o ev belirivermişti önünde birden. Sicim gibi yaşlar boşalmıştı bir anda gözlerinden, o yağmurun arkasında ben bitivermiştim sonra.
Bir sokak ve bir evle ulaşabileceğini sandığı geçmişin bir yerinde ben de vardım çünkü. Bunu, hissettiği eksiklik duygusu söylemişti ona… “Özlem’siz bu sokaklar ne kadar geçmişine ait olabilir ki” demişti. Beni aramaya karar vermişti hemen.
“Yine o adamı dinliyor musun?” diye sordu geleli beş dakika bile olmadan. “Dinlemez olur muyum?” dedim. “İnternet sağolsun! O dönem sanatçılarının cd’lerini bulmak zor, biliyorsun.”
Aslında çok da doğru sayılmazdı bu. O şarkıcıyı en son aylar önce dinlemiştim. İnci gelmeseydi de uzun zaman dinleyeceğim yoktu. Ama şimdi o sesi duymak ölümcül bir ihtiyaç olmuştu nerdeyse. Yıllardır uyuyan bir parçam uyanmıştı sanki, kendisini var eden şeyleri de teker teker uyandırarak üstelik. Üzümlü kek gibiydi aynen o Fransız şarkıcının sesi de. O günlerin kokusunu getiriyordu bana.
Hemen lap topumu getirmek üzere fırladım koltuktan. Birkaç dakika için 15 yaşımın müziğiyle dolsun istedim dünyam.
Az sonra o kadife ses ruhlarımızı usul usul okşamaya başlamış, dünya şefkatli bir anneye dönüşmüşken, birdenbire bir şey fark ettim: Hayatımın müziğini kaybetmiştim ben… Bir noktada susmuştu o şarkı. Dünyayı kendine tebessüm etmeye zorlayan o zarafet yok olup gitmişti. Ta ki az önce onu yeniden buluncaya dek…
İnci o günlerden çıkıp gelmeseydi, belki de hiçbir zaman anlayamayacaktım bu eksiği. İlk gençlik dönemimde dinlediğim şarkılardan biri olarak kalacaktı o şarkı her zaman. Hayatımı ifade eden müziğin sustuğunu hiç bilmeyecektim.
Bir şarkıda ifade bulmayan her hayat gibi gürültüye boğulmaya devam edecekti hayatım. Ensemin bir yerinde ılık bir güneş saklı olmayacaktı daima. Ben de herkes gibi ısınmak için baharın gelmesini bekleyecektim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.