DİL JEOPOLİTİĞİNDE ARILAŞTIRMA SORUNU
Yabancı sözcüklerden kaçınmak, gerçekten de dilimizin arı kalmasını amaçlayan mâsum bir yaklaşımdı. Özünden uzaklaştıkça, konuşanlarının birbirini anlamadığı dilde peki, sanat icrâ edebilir miydiniz? Özellikle ’tekno şiir’ türü ile yeni gelişmelerin adlarını katarak ve dilimize çevrilemeyen öğelerini aynen alarak, bunları uzay çağının imgeleri olarak topluma sunmamız ne kadar mümkündü? Karma dil meselesinin kökenine inmek; arılaşmanın niçin gerekli olduğunu, nereden başlamak gerektiğini de bize oldukça berrak şekilde açıklardı. Makale sayfalarında tartışmaya açmış olduğum onca yazı içinde, geçmişin üçlü dil harmanındaki karmaşayı, bir dil içine diğer dillerin sözcüklerinin yanısıra, kurallarının da sokulmasından dem vuruyordum.
Esasen başlangıç olarak bir ’anlaşma aracı olarak dil’ ile bir ’edebiyat aracı olarak dil’ arasındaki farklara da değinmemiz gerekirdi. ’Anlaşma aracı olarak dil’; devletler arası savaşların etkisiyle biçimlenen politik öncelikli bir öğedir. "Türkler, Hindistan ve İran gibi kendi dilleriyle konuşanların azınlıkta olduğu ülkelerde devlet kurduklarında Farsça’yı edebiyat ve devlet dili olarak kullanmışlardı." Bu bilgi; dilin örselenmesinden kaygılanan yaklaşıma karşıt olarak; soy birliğinin korunmasını dikkate almamaktadır. Yani dilin doğu jeopolitiğinde, bir ’anlaşma’ aracı olarak dilin öne çıkarılmasına karşıt bir politika izlenmiştir. Aslen bu politika, hem anlaşma dili ortaklığını bozmaktadır, hem de saray şairlerinin bu dili kullanmasını ön şart olarak getirmektedir. Yani bir ‘edebiyat aracı olarak dil’in; zaten öncelikli bir politika olmayacağını beklemek gerekirdi. Siyasetin ikincil sonuçlarından olan sanatın dilindeki bu katışıklık; dilimizin yapısına uymasa da, onca kuralın içselleştirilmesine yol açmamalıydı. Özellikle Farsça’nın, Arapça’nın sözcüklerini de alarak, aruzun o dillere özgü ahenklerini taşıyabilmesi; dilimizde de aynısının yapılabileceği, üstelik yapılması gerektiği sonucuna götürmemeliydi şairlerimizi. Hem soy dilinin korunması, hem de sanatın arı dilde anlaşılır kalabilmesi için kaçınılamaz bir politika olmalıydı edebiyatımızda kök niteliğin esirgenmesi için.
Esasen çoklu dilin, çoklu kültür olarak değerlendirilmesi veya tam tersinin önerilmesi mümkün değildir. Bir kavmin edebiyâtı, içerik olarak üçlü veya zaman içinde sıralı olarak çoklu birikime dayalı olabilir. Kültürler arası etkileşimin, içeriği zenginleştirme etkisinden de söz edilebilir. Ancak diğer yandan, yapı olarak yabancı dil etkisinin varlığını da kabul etmek zorundayız. Hiç kimse, bir dil yerine üç dilin birden işlediği bir edebiyattan söz edemezdi. Üç dilin anca yettiği bir edebiyat, üç kültürden ziyâde, bu üç dilin sözcük yapıları gereği, kendine özgü kuralları ile yazılabilen karma bir dilbilim veya fonetik çerçevesini gerektirirdi.
Belirtilen çağlardaki devletler harmanı, kültürleri ortaklaşa kullanmayı sağlasaydı ve sonuçta her üç dilin katkılarını da alarak ilerleseydi; Türkçe’nin baskın olması gerektiğini göz ardı etsek bile, bu karma yapının sonuçlarından biri olarak; asla imparatorluğu yıkılmayan ve birbirini anlayan bir halklar ile sanat icra eden takımını görmemiz beklenirdi. Oysa hiç de beklendiği gibi olmadı; Persler, bizden daha baskın çıktı ve devlet merkezi batıya çekildikçe öne çıktılar, şu sıralarda en milliyetçi akım oradadır. Öte yanda Arap Yarımadası’ndan uzaklaşıldıkça, Arap kültürü baskınlığını korudu ve Türk etkisi duyulmadı bile. Şu ortak kültürün edebiyat izlerinden, Perslerde ve Araplarda ne kaldı? Dilin ortaklığı bozulduğunda, hangilerinde Türkçe dil kuralları hâkim oldu?
Peki, daha da ilerisi nedir bu yandaşlığımızın? Orta Asya kültürümüz, ne denli bugüne yansımış, diğer kültürlerin baskısı altında kalmış mıdır? Diğer kültürlerin öğelerinden kaçını bugün benimsemekteyiz? Hangileri bize uygun geliyor, hangileri tuhaf? Ümmet olarak baksak bile, mezhep olarak çoktan ayrılmışlığın izlerini görebiliyoruz açıkça; zaman içinde gelenekler de buna göre şekillenmiş bile. Aslında işin özeti; kendimiz olarak kalmanın tarafgirliği değil midir; kendi kavim kimliğimizi yitirirsek, hangi kavmin asimilasyonuna hazır olacağız?
Dili koruma yaklaşımlarına karşı bazı okurlar; arılaşmayı, eskinin çöpe atılması olarak yorumlayıp, kültürün ortaklaşa birikimleri olarak benimsenmesi ve korunması gerektiğini belirttiler. Elbette ki yapıtlar, miras olarak korunacaktı. Ancak ulus devletle birlikte dildeki tekliğin gereği olarak; diğer dillerden gelen katkıların, toplumun anlamadıklarından başlayıp, ayıklanması gerekmez miydi? Yerleşen sözcüklerin kalkması beklenmeksizin, arı dile eğilim yerine, niçin güney ve doğu dillerine zamanımızda ödün veriliyordu? Aslında çoğu kere sözcüklerin ayıklanması konusu, çok taraftarı olmayan bir tartışma konusudur; ancak yabancı dil kurallarının içe aktarılması ise, dilin yapısını bozan, yeni harfler gerektiren yapılar da öngörmekte, dilin kendi yapısının yetersiz olduğu sonucuna götürmektedir.
Sözcüklerin doğu kaynaklı olanlarının ayıklanmasından bir süreliğine vazgeçelim; peki, bugün için batı kaynaklı olanlarından niçin bu denli tiksinti duyulmaktadır? Bir kaç batılı sözcük almakla, hemen kültürümüz değişmiş mi oluyor, yahut kendi geleneklerimizden, gelişmiş teknolojinin getirileri nedeniyle uzaklaşmış mı oluyoruz? Daha açıkçası; doğu sözcüklerini alırken sadece edebiyâtını, batı sözcüklerini alırken de kültürünün tümünü mü içselleştiriyoruz?
Çoğu edebiyatçı bilir ki; bu farklılığın altında yatan gerçek neden, edebiyat dilinin, başka kimlik öğelerinin etkisinde olmasıdır. Ayrıştırılamazdı ve ayıklanamazdı; çünkü kavmin kimliklerine katılan alt kimliklerin ayrılması, sadece dil stratejileri ile çözülemezdi. Özellikle ‘din’sel kimlikle bütünleştirilen bir kültür alışverişinde, aynı kavramların Türkçe adlarını kullanamadıkça; kavramların veya adların çevrilmesi, bu dönüşüm yoluyla onlarınkinden başka bir dil (Türkçe) ile sanat yapılması da mümkün olamazdı. Her Türkçe konuşan birey bilir ki; ‘tanrı’ kavramının içeriği, her iki dilde henüz karşılanamamış; karşılık olarak da tartışma götürür bir noktada kalmıştır.
Bu durumda, doğu dillerinin ayrışamaz konumunu başka öğelere bağladıkça, aynı kulvardan hareketle, batı dillerinin de benzer bir kimliği önermesinden korkulur. Neredeyse batı sözcüğü almak, bu alt kimlik açısından ‘kâfir’ olmakla eşdeğer tutulabilir. Belki de hâlen şu ‘tren’, gâvur icâdıdır! Bu cümlenin içinde bile doğu-batı bakış açıları (sözcükleri) bulunmakta olup, birbirlerine savaş açmış gözükmektedirler.
Dil konusuna uzun soluklu yaklaşmak; çözümün tüm kültürler arası etkileşim, sanat tarihi ve dil kimliğinin korunması açısından irdelemekle mümkün olabilirdi ancak. Yani arûz konusundaki sözler ve şu paragrafa dek belirttiğimiz görüşler; üçlü ve güçlü bir edebiyat birikimine karşı değil, sadece kendini koruyamayan ve kendi kültürünü yansıtmaktan uzaklaşan bir ‘dil politikası’nı irdelemekte ve çözüm aramaktadır. Dahası kendi kültürünü, yabancı dillerin yapısıyla sunmaya çalışan yaklaşımı da… Edebiyat tarihindeki bilgileri, ancak bilimsel yollarla araştırabilir ve sonuçlar çıkarabiliriz. Siyasî ve dinî etkileşimlerin yol açtığı geçiş süreçlerinin doğru incelenmesi, karma edebiyatın bugünkü konumunu da berrak kılabilirdi.
YORUMLAR
Dil üzerinde etkili olan jeopolitik, zamanın önder kimliği olan din ile çok ilişkiliydi gerçekten de.
Daha ilk çıkışında tercüme edilmesine karşın, sonradan daha doğru olacağı düşünülmüş olmalı ki; kutsal kitabın dilinde yaşamayı seçmelerinin, o dilde yayılmayı benimsemiş olmalarının etkisini gözardı etmek mümkün değildir.
Öte yandan, o zamanın önderlerinin görme yetileri, kültürleri buna yeterli miydi, bugünkü sonuçları öngörmelerini beklemek, ne kadar doğru olurdu, bilinmez. Yani, zamana veya mekana bağlı eğilimlerin şekillendirdiği birçok stratejiler, kılıç altında zorunlu yaşamlar, sonuçlarına katlanmalar gibi onca karmaşık tarih sürecinin, dil gibi bir ayrıntıyı doğru düşünecek zamanı sunmaması da olasıydı.
Bu durumda, geçmişi suçlamanın, daha doğru yapsaydılar demenin, onları neredeyse bizlerden akıllı, bugünün kültür birikimlerine denk derinlikte davranmalarını beklemenin, acımasızlığına da değinmeliyiz belki. Onca tarihsel etkenin mükemmel gelişmesini beklemek; insanların hiç hata yapmayacağını iddia etmekle eşdeğer olurdu. O hâlde geçmişi, hatalarıyla sevaplarıyla bir kenara bırakalım ve bugüne dönelim demeliyiz sanki.
Merhaba efendim,
Belirttiğiniz görüşe iki farklı yönden yaklaşmalıyız:
1-Gerçekten de şu dilimizi, özellikle anadilinden başka bir yöne saptırmaya çalışmakla, öğrendiklerimizin geçerliliğinin kalmaması tehlikesi (giderek koparılan bağlarla, iletişimin köküne kibrit suyu ekilmesi gibidir).
2-Gerek Kafkaslardaki (Rusça dâhil olmak üzere) karma kültürlerin etkisinden olsun, gerekse zamanla Acem dili (Farsça) ve daha güney dillerinden diğer kimlikler yoluyla etkilenmişliğe dayalı olsun; Türklerin bulunduğu jeopolitik, devletin resmî dil seçimi ile birlikte dilimizin kendi köklerinde bozunmalar yaratmış, farklı boylara ayrılan Türklerin bile birbirleriyle anlaşmalarını önlemiştir (bu konuda, farklı alfabe seçimi için yürütülen dış çabalara dikkat çekmeliyiz).
Yani esasen temelinde başka nedenler yatarken, giderek parçalanmayı engelleyen, öte yandan güçlerin birleştirilmesine ve kültür yozlaşmasının önüne geçilmesine yarayan hareketlerin, bir topluluğun kendi kendini koruması olarak değerlendirilmelidir. Bunları da; ister TDK, yahut isterse kişisel çabalarla yürüten odakların, bilimsel yöntemlerden uzaklaşmaksızın yapması beklenirdi.
TDK, genelde mevcut olan dil dağarcığımızdan derlemeler yaparak karşılıklar bulmak yerine; dilimizi uydurukçalarla oyalamaktan sorumlu tutulur. Dilimizin zengin Asya kökenlerine inmenin, yazılı olmasa da sözel aktarımlarla bugüne dek ulaşan dağarcığın derlenebileceği Eski Türkçe'nin yeterli olabileceğinin altını çizen kişilere rastlamak oldukça güçtür.
Dil üzerinde bilinçlenmeye, nice sanat üretmeye diyelim efendim.
Herhalde güzel bir çalışma.
Benim kullandığım, öğrendiğim,yaşattığım dile oldukça uzak.
Anamdan, babamdan ne öğrenmişsem, dilim odur diyorum.
Şu anda Azerbaycan'da yaşıyorum.
Anneannemden duyduğum kelimelerle konuşuluyor burada.
Benim dilimi, birileri katletmiş.
Kim mi?
Türk Dil Kurumuna sormalı.
orhanti
Belirttiğiniz görüşe iki farklı yönden yaklaşmalıyız:
1-Gerçekten de şu dilimizi, özellikle anadilinden başka bir yöne saptırmaya çalışmakla, öğrendiklerimizin geçerliliğinin kalmaması tehlikesi (giderek koparılan bağlarla, iletişimin köküne kibrit suyu ekilmesi gibidir).
2-Gerek Kafkaslardaki (Rusça dâhil olmak üzere) karma kültürlerin etkisinden olsun, gerekse zamanla Acem dili (Farsça) ve daha güney dillerinden diğer kimlikler yoluyla etkilenmişliğe dayalı olsun; Türklerin bulunduğu jeopolitik, devletin resmî dil seçimi ile birlikte dilimizin kendi köklerinde bozunmalar yaratmış, farklı boylara ayrılan Türklerin bile birbirleriyle anlaşmalarını önlemiştir (bu konuda, farklı alfabe seçimi için yürütülen dış çabalara dikkat çekmeliyiz).
Yani esasen temelinde başka nedenler yatarken, giderek parçalanmayı engelleyen, öte yandan güçlerin birleştirilmesine ve kültür yozlaşmasının önüne geçilmesine yarayan hareketlerin, bir topluluğun kendi kendini koruması olarak değerlendirilmelidir. Bunları da; ister TDK, yahut isterse kişisel çabalarla yürüten odakların, bilimsel yöntemlerden uzaklaşmaksızın yapması beklenirdi.
TDK, genelde mevcut olan dil dağarcığımızdan derlemeler yaparak karşılıklar bulmak yerine; dilimizi uydurukçalarla oyalamaktan sorumlu tutulur. Dilimizin zengin Asya kökenlerine inmenin, yazılı olmasa da sözel aktarımlarla bugüne dek ulaşan dağarcığın derlenebileceği Eski Türkçe'nin yeterli olabileceğinin altını çizen kişilere rastlamak oldukça güçtür.
Dil üzerinde bilinçlenmeye, nice sanat üretmeye diyelim efendim.