- 547 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. MUHAMMED'İN (SA) ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (12)
ÜÇ KITAYA HAKİM OLAN DİN ANLAYIŞI, AYETLERİ ANLAMADA ENGEL MİDİR?
Bundan yüzyıl önce Müslümanlar birbirine girmişti. Müslümanların son devleti Osmanlı, batıdan sıkıştırılmış, Osmanlı kendi içinde iç savaşlarını yaşıyordu. Uzun süren Balkan savaşları, Osmanlı’ya isyan eden Arabistan, Yemenliler nedeniyle, Hicaz ve Yemen savaşları, Müslümanların arasında karabasandı. Yavuz Sultan Selim’in Mısır’a doğru uzun yürüyüşünün ardından yüzyıllar geçmiş. Osmanlının hilafeti Mısır seferinin kanlı savaşlarıyla hâkimiyetine başlamıştı. Yavuz, Osmanlı padişahı babası II. Beyazıt’a karşı Trabzon’dan yürümüştü. Anadolu’da iktidarı sağlamlaştırdıktan sonra, bağlı bulunduğu hilafete isyan başlatmıştı. Yavuz’un bu yürüyüşleri, üzerinde hiçbir hükümran tanımadığının göstergesiydi. O babası II. Beyazıt’ın iktidarını kabul etmemişti. O Mısır hilafetinin iktidarını kabul etmemişti. Üzerinde egemenlik tanımayan Yavuz, bütün gücüyle, dünyadaki egemenliklerine karşı çıkacak olanların üzerine yürüdü. 8 yıl padişahlık yapmış. Osmanlı topraklarını 2,5 kat büyütmüş. Dünya imparatorluğu unvanlarını altüst etmişti. Ölümünden sonra yerine geçen oğlu Kanuni Sultan Süleyman devri, artık Osmanlı’nın doruk noktasıydı. Üç kıta… Anadolu, Mezopotamya, Arabistan, Mısır, Kuzey Afrika, doğu Avrupa Osmanlı toprakları olarak dünya haritasında yer almıştı. Yavuz babasından aldığı, 1.702.000 km2 Osmanlı topraklarını, 6.557.000 km2’ye ulaştırdı. Oğlu Kanuni Sultan Süleyman Osmanlı topraklarını 14.893.000 km2’ye ulaştırdı.
Her şeyin doğal bir yüksekliğe ulaşıp, sonra o yükseklikten aşağıya düştüğü gibi, Osmanlı’da zaman içinde, yükseldiği gibi, duraklamaya, geriye düşmeye başladı. Yaklaşık 300 yıl süren bir süreç içinde 1900’lü yılların başında Osmanlı yıkıldı. Osmanlı’nın yıkılmasına neden olan ana konuları şöyle özetleyebilirim.
Din anlayışını bütün Müslüman ülkelere dayatması. Osmanlının din anlayışı, toplumundan kopuktu. Anadolu’yu merkez alırsak, Hanefi, Şafi ağırlıklı din anlayışı, devlete ve topluma hâkimdi. Osmanlı’nın Türk kökenli toplumları, Bektaşi, Alevi din anlayışıyla hayatlarını sürdürüyorlar. Sünni kökenlilerle yakınlık kurmuyorlardı. Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasında çıkan savaşta, Sünni kökenliler Yavuz Sultan Selim’i desteklemişler. Aleviler ise Şah İsmail’i desteklemişlerdi. İki toplum arasında o gün temeli atılan ayrılık, sürtüşme, kinleşme bugünlere kadar geldi. Osmanlı’nın oluşturduğu Yeniçeri ocaklarının din anlayışı Bektaşilikti. Bektaşilik Alevilikten ayrı olarak, namaz, oruç gibi konularda Sünnilerden çok farklı olmamasına rağmen, Sünniler gibi ibadetlere önem vermezlerdi. İçki içerler, bugünün deyimiyle akılcı, bohem yaşayışlarıyla Sünnilerden ayrılırlardı. Osmanlı iktidar çekişmelerinde, kimi zaman aldığı galibiyetler, kimi zaman barış kurma amaçlı olarak, batı, doğu, kuzey toplumlarının krallıklarıyla akrabalıklar kurdu. Belli bir dönem sonra Osmanlı padişahlığına aday şehzadelerin soyları karışarak, farklı seyir çizmeye başladı. Elbette Annesi, Alman, İngiliz, Fransız, Avusturyalı, Rus, Macar, Polonya olan şehzadeler, dayıları, teyzeleri, dedeleri, neneleri ile vakit geçirmek için, Alman, İngiliz, Fransız, Avusturya, Rus, Macar, Polonya saraylarında da vakit geçiriyorlar. Yaşam biçimi olarak farklı kültürleri görüyorlar. Yönettikleri Sünni, Alevi, Bektaşi, Şia kökenli Müslümanlara göre farklı hayat algılarına sahip oluyorlardı. Osmanlının temel din anlayışı İKTİDAR odaklıydı. İktidarını destekleyen veya Müslümanların ürettiği fıkıh kaidesine göre BİATINI veren, her toplum, her din müntesibi, her mezhep, Osmanlı nezdinde geçerliydi. Ayetler açısından olumsuz olsa bile, Osmanlıya biat edenler, haktan olarak kabul ediliyorlardı. BİATİNİ vermeyen veya verip de gereğini yerine getirmeyenler, SAPIK, KÂFİR, HAİN, MÜNAFIK olarak kabul ediliyor. Haklarında hüküm veriliyor. Üzerlerine savaş açılıyordu. Osmanlı topraklarında görevlendirilen Osmanlı paşalarının, gittikleri ülkelerde farklı İslam anlayışlarıyla hareket etmeleri, yerel halkı tedirgin ediyordu. Osmanlının iktidarını kabul edenlere karşı hoşgörülü tutumu, karşı çıkanlara karşı acımasız tutumu, yönettiği toplumlar arasında ciddi ayrışmalara neden oldu. Özellikle Arap kökenli toplumlar, Arap geleneklerini din sayma anlayışıyla hareket ederek, Osmanlı’nın Anadolu, Türk kökenli gelenekleriyle yaşanan dine karşı çıkmaları, temel ayrışmaların nedeniydi. Yatırlar, türbeler gibi, Arap geleneklerine aykırı mezar anıtlar, Arap toplumlarının tepkisiyle karşılaştı. Osmanlı ise, Türklerin eski Şamanizm dininden gelen, yatırları, türbeleri, çaput bağlamaları, mum yakmaları Osmanlı topraklarına İslam değerleri olarak yayıyordu. Bu anlayış bugün bile, yatırlarıyla, türbeleriyle, mumlarıyla, çaputlarıyla devam ediyor. Böylece, ilk İslam’ın yaşanmaya başlandığı Arabistan Müslüman yaşam geleneği ile Anadolu Müslüman yaşam geleneği çatıştı. Çatışmalar iktidar boyutlarına taşındı. Zaten İran yani Fars Müslüman yaşam geleneği başından beri Arap Müslüman geleneğiyle çatışma içindeydi. Osmanlı döneminde ne Farslar, ne de Osmanlılar ciddi çatışmalara girmediler. Aralarındaki tek savaş olan Çaldıran savaşı, İran’ı fetheden Türk kökenli Şah İsmail’in, Yavuz Sultan Selim ile dünya imparatorluğu kavgasından ibaretti. Benzeri bir kavgayı Beyazıt ile Timur arasında da görüyoruz. Osmanlı yönetimi; Müslüman dünyasıyla meydana gelen din, mezhep çatışmalarında çareyi bularak, iktidarını onaylayan mezhepleri EHLİ SÜNNET tabiriyle yaygınlaştırmaya başladı. Her ne kadar EHLİ SÜNNET tabiri, ehli sünnet mezhepleri sayılan Hanefilik, Şafilik, Malikilik, Hanbelîlik mezheplerinin toplumlara hâkim kılındığı ABBASİ dönemi olarak algılansa da, bugüne uzantısı OSMANLI dönemine aittir. Kaldı ki, tarihi rivayetlerde, Emevi hanedanına karşılık, Abbasilere yardım eden doğudan gelen Müslüman Türk boylarıdır. Ve onlar Abbasi halifelerinin desteğiyle Anadolu’ya gelip Selçuklu devletini kurmuşlardır. Bağdat merkezli Abbasi devletini yıkıp, 1261 yılında Mısır Abbasi hükümdarlığını veya memluklu sultanlığını kuranlar da zaten Türk kökenli Müslümanlardı. Böylece Abbasilere yardımla başlayan Müslüman Türkler, Emevi devletinin yıkılmasına yardım etmişler. Daha sonra da Mısır merkezli hilafeti oluşturmuşlar. 1517 yılında da Osmanlı sultanlığıyla hilafeti devralmışlardı. Tarih boyunca oluşan bu gelişmeler, Müslümanların din anlayışında, Arap kökenli din anlayışından, Türk – Mezopotamya (Irak) kökenli din anlayışına, sonra, Mısır – Türk kökenli din anlayışına, daha sonra da, Osmanlı ile Anadolu – Türk kökenli din anlayışına uzanmıştır. Elbette Emevilerin başını çektiği Arap kökenli din anlayışı ile Farsların, Mezopotamyalıların, Mısırlıların, Anadoluların, Türklerin oluşturacağı din anlayışları farklı olacaktı. Bütün bu gelişmelerde, ayetlere bağlı din anlayışı yerine, geleneklere bağlı din anlayışlarının Müslüman toplumlara egemen olduğunu görüyoruz. Günümüze yansıyan, EHLİ SÜNNET – ŞİA – BEKTAŞİ – ALEVİ- CAFERİ – VAHHABİ gibi din anlayışlarının temelinde ayetler yoktur. Bütün bu anlayışların temelinde Müslümanların ırk kökenlerinden gelen geleneklerin hâkimiyeti vardır. İKTİDAR odaklı yönetimler, gelenek kökenli din anlayışlarıyla birbirine karşı yürümüşler. Müslümanlar arasındaki her iktidar değişimi, kanlı savaşlara neden olmuş. Taraflar birbirlerinin küfrüne hükmetmişlerdir.
Petrolün bulunması Osmanlının yıkılmasına yönelik girişimlerin en büyük nedenlerindendir. Avrupa’da sanayi devriminin oluşu, sanayinin hızlı gelişimi… Sanayide kullanılan en büyük enerji kaynağının kömürden sonra petrole doğru kayması… Otomotiv, uçak, gemi sanayinin enerji kaynağının petrol olması… Eskiden rüzgâr, su, elektrik, kömür gibi enerji kaynaklarının yerini petrole devretmeye başlaması… Avrupa’nın petrol bölgelerine önem vermesini sağladı. “Bir damla kan, bir damla petrol” sloganı ile petrol bölgelerine yürüyen İngiliz devlet adamı winston churcill, özellikle Araplar üzerine güçlü politikalar üretti. Raif Karadağ’ın petrol fırtınası ve muhteşem imparatorluğun ipini çekenler kitapları bu konularda geniş bilgiler vermektedir.
Petrol konusunda, Ortadoğu, Arabistan petrol bölgesi olarak öne çıktı. Petrolü olmayan Avrupa devletleri, Osmanlı’ya karşı yüzyıllardır mücadele verirlerken, petrolün ortaya çıkmasıyla daha da önem kazandı. Petrol öncesi, haçlı seferlerine neden olan KUDUS’ÜN Müslümanların elinde oluşu Avrupa’nın Müslümanlarla savaş nedeniydi. Petrol bu nedenin üzerine daha büyük bir neden olarak geldi.
Osmanlı toplumu gelişirken, batıdaki burjuva, toprak sahipleri, dünya ticaretini elinde tutanlar Asya Avrupa yol güzergâhında Osmanlı’ya bağlılıklarını sürdürdükçe, Osmanlının hoşgörüsüyle işlerini yüzdürüyorlardı. İKTİDAR odaklı Osmanlı yönetim anlayışı, iktidarını kabul eden, ne Avrupalı ne de ülke içindeki toprak sahiplerine, yani burjuvaya, toprak ağalarına, kast sistemlerine, aşiretlere bir şey demiyordu. Ancak petrolün bulunmasıyla, batılılar hilafetin malı olan, yani BEYTÜL MAL olan topraklardaki petrol bölgelerine göz diktiler. Böylece Osmanlının hoşgörüsüyle karşılanmadılar. Osmanlı batılı ülkelerinin topraklarını yönetmeyi düşünürken, batılılar toprakların yönetilmesinden çok topraklardaki PETROL HAKLARI üzerinde duruyorlardı. Yönetim Osmanlı’da da olabilirdi, başkasında da olabilirdi. Bu mantıkla hareket eden batılılar, Osmanlı topraklarındaki Osmanlıya karşı olan her düşünceyi, her hareketi değerlendirmeye başladılar. Osmanlı karşıtlarına müstakil devletler vaat ettiler. Kendilerini kâfir, sapık ilan eden ve üzerlerine savaş açan Osmanlı’ya karşı Müslüman toplulukları desteklediler. Ne yazık ki, bu gelişmelerde Osmanlı’nın son yöneticileri gerekli basireti, politikayı, icraatı gösteremediler. Avrupa ülkeleri BALKAN SAVAŞLARI boyunca Osmanlıya karşı özgürlük savaşı verenleri desteklerken, Osmanlıya karşı din, yerel yönetim özgürlüğü isteyen toplulukları da desteklediler. BALKAN SAVAŞLARI, HİCAZ SAVAŞLARI, YEMEN SAVAŞLARI Osmanlının gücünü sarsan savaşlardı. Osmanlının BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NA, bazı madalya düşkünü paşaların basiretsiz tutumları yüzünden katılması, kendi ipini çekerek, yıkılışını hazırlamasıyla sonlandı.
Osmanlının yıkılışıyla Müslümanlar bir gerçeği gördüler. Üç kıtaya hâkim olan Müslümanların hilafeti yıkılmış… Müslümanların yaşadığı topraklarda birçok devlet kurulmuş. Hâkimiyetler ya aşiretlerin, ya İslam anlayışından uzak, batılı anlayışlara sahip olanların eline geçmişti. Önceki yıllarda Müslümanlar arasındaki savaş, geleneklerden gelen din savaşı ve hilafet kimde olacak savaşı iken, Müslümanlar tepelerindeki iktidarların İslam dışı, batı güdümlü yönetimleriyle savaşına dönüştü.
Birinci dünya savaşından sonra, Müslümanların yaşadıkları yerlerdeki petrol bölgeleri, petrol hakları batılıların eline geçmiş… Batılılara bu imkânları veren yönetimler batının kuklası yönetimler kabul edilmişti. Müslüman toplumlar, başlarında batılı yöneticiler görmüyordu. Ama birinci dünya savaşından Müslümanlar yaşadığı yerlerde kurulan devletler, devlet yönetimleri İslam dışında oluşuyordu. Aşiretlere bağlı krallıklar, sol, kapitalist, laik anlayıştaki devletler artık Müslümanların iktidarlarıydı. Batılılar ülkelerini işgal etmemişlerdi. İşgal etseler de bırakıp gitmişlerdi. Ama batılılar giderken kurulmasına ve yönetilmesine onay verdikleri devletler, batılı komutanlardan, batılı valilerden daha iyi batının çıkarlarını koruyan yöneticiler tarafından yönetilmeye başlandı.
Bütün bu gelişimler, Müslüman ülkelerde Müslümanların kurtuluş hareketlerinin başlamasına neden oldu. Müslümanların yaşadığı ülkelerde ilk zamanlar geleneksel değerlerle anladıkları din anlayışıyla harekete geçen Müslümanlar zaman içinde Kur’an-a yöneldiler. Müslümanların klasik fıkhına göre; DARÜL-MESLUBE, yani GASBEDİLMİŞ topraklar veya İŞGAL ALTINDAKİ topraklar üzerine üretilmiş hukuk kaidesine göre, Müslümanlar, işgal edilen toprakları kurtuluncaya kadar cihattan, yani mücadeleden vazgeçemezler. Topraklarını işgal edenlerle asla barış görüşmeleri yapmazlar. Kaidesi doğrultusunda, Müslüman ülkelerde batılı devletlerin güdümünde oluşan yönetimlere karşı ciddi isyanlar başlattılar. Ancak bu isyanlar batı destekli yönetimler tarafından acımasızca bastırıldı. Halifeliğin 1924 yılındaki ilgasından bu yana 90 yıl geçti. 90 yıl içinde Müslüman ülkelerde nesiller değişti. Yeni nesiller ülkelerini milli değerleriyle kabul etmeye başladılar. Dedelerinin, babalarının tepki verdiği şeylere karşı tepki vermez oldular.
Milli değerlerle kurulan devletler kabul edildi. Milli değerlerle kurulan devletler birbiriyle savaştılar. Türk Türkiye Cumhuriyeti, Iraklı Irak devleti, Suriyeli Suriye devleti, Ürdünlü Ürdün devleti, Kuveytli Kuveyt devleti, Mısırlı Mısır devleti, İranlı İran devleti için savaşabilir, anlayışı bu savaşlarda iyice öne çıktı. Bu örneklere Müslümanların yaşadığı bütün devletleri ekleyebiliriz. Müslümanların devletleri birbiriyle savaşırken, savaşan insanlar artık “savaştığımız insanlar Müslüman, niçin savaşıyoruz” demediler. Ne yazık ki, toplumların çok az kısmı bu anlayışlardan uzak. Müslümanlar Müslümanlarla savaşmaz anlayışına sahip. Ancak onlarda iki Müslüman topluluk arasında savaş çıkınca, ya ülkesinden yana olmaz zorunda, ya da vatan hainliğinden ceza almak zorunda. Hatta öyle ki, barış döneminde, sınır komşusu köylerde akraba olanlar bile bu yargılardan uzak kalmamaktadır.
Müslüman toplumların az bir kesimi, Müslümanlar kardeştir prensibinden giderek, birbirleriyle savaşmayı istemezken, devletlerarasındaki herhangi bir çatışmada ulusallaşırlar. ÜMMET anlayışı Kur’an üzerine yürüyen Müslümanların anlayışında varlığını korurken, bu varlık sadece düşüncede geçerliliğini korur. Değilse, ne klasik fıkha göre düşünüp ÜMMET fikrine ulaşanlar, ne de Kur’an Müslümanlığı üzerine yürüdüğünü iddia edenler ulusalcılık sendromundan kurtulamamışlardır. Türk kökenli Müslümanlar Osmanlı din anlayışını, üç kıtadaki Osmanlı iktidarının özlemiyle ÜMMET fikrine ulaşırken, ayetlerdeki Müslümanlar kardeştir ayetini kendi çıkarlarına göre değerlendirmektedirler. Müslümanlar kardeştir evet ama Müslümanların İKTİDARI yine Türklerde olmalıdır. Bu tür anlayış diğer Müslüman ülkelerde de kendi ırkları için geçerlidir.
Müslüman ülkelerde Müslümanların ayetlere yaklaşım biçimi, onların ayetlerden neler anlayacağının da işaretidir.
Müslümanların ayetlere yaklaşımı, Müslüman ülkelerdeki iktidar anlayışları, tarihlerinden gelen veya mevcut durumdaki iktidar anlayışlarından kaynaklanmaktadır. 2. Dünya savaşından sonra nüfuz alanlarını bölüşen, Amerika ve Rusya’nın uyguladığı KAPİTALİZM ve SOSYALİZM anlayışlarının, Müslümanların fikir gelişiminde önemli olduğunu görmek zorundayız. Sosyalizmin uygulandığı Müslüman ülkelerde Müslümanlar daha çok devletçi, toplumcu anlayışlara sahipken, Kapitalizmin uygulandığı ülkelerde Müslümanlar daha çok liberal, mülkiyetçi düşüncelere sahiptirler.
Bütün bunlara rağmen, hangi ülkede olursa olsun, Müslümanların batı egemenliğinden kurtulma düşüncesi, içlerindeki batılı egemen güçlerin kovulması, Ortadoğu’daki İsrail devletinin batının Müslümanlar arasına soktuğu ajan devlet algısı, ileride Müslümanların yine dünya imparatorluğuna yönelecek bir devletlerinin olması, düşüncelerinin, hayallerinin ana dinamiğini oluşturmaktadır.
Müslümanlar bu gerçeklerle ayetleri okuduğunda, Allah’ın ayetlerinde eğitip yetiştirmek istediği Müslüman’ın anlaşılması zorlaşıyor. Müslümanlar bir taraftan geleneklerinden, tarihinden gelen kültürel İslam anlayışıyla, diğer taraftan özgürlüklerine kavuşup dünya imparatorluğuna yönelecek din anlayışıyla ayetleri okuduğunda, ayetler okuyanlara hitap etmemektedir. Çünkü bütün bu oluşumlar, ayetlerden kaynaklanan oluşumlar değildir. Allah iktidar olmayı, Müslümanların dünya üzerinde imparatorluklar kurmasını bir nimet olarak sunmaktadır. Önemli olan iktidar nimeti nasip edilen Müslümanların neler yapacaklar, ayetlerde söz edilen adaleti nasıl sağlayacaklardır. Ayetlerde belirtilen adalet, insanın bireyinde, ailesinde, toplumunda, iktidar olduğu devletlerde sağlanacaktır. Böyle bir adalet anlayışının birbirinden farkı yoktur. Adaletin temeli, insanın Allah’a teslim olarak, aklını, muhakemesini, iradesini, nefsini ayetler doğrultusunda eğitmesi, geliştirmesiyle sağlanacaktır. Ancak Müslümanların bugünkü görünümü böyle değildir. Müslümanlar sanki kendilerini üç kıtaya hâkim olan bir imparatorluğun mirasçıları görüp, bir an önce aynı güce ulaşma idealiyle, ayetlere yönelmekte, ayetlerden bu yönde kendilerini güçlendirecek bilgiler elde etmeyi amaçlamaktadırlar. Bu durum Müslümanların Kur’an-ı İKTİDAR odaklı okumalarını gündeme getiriyor. Allah’ın ayetleri iktidar odaklı okunduğunda, iktidar olmaya şartlanmış insanların ayetleri, iktidar aracı olarak görmelerine neden olacaktır. Hâlbuki Allah ayetlerini Müslümanların iktidar olacakları, olmaları gerektiği noktasında göndermemiş, aksine iktidar olmayı kendisinin imtihan aracı olarak Müslümanlara verdiğini belirtmiştir. Hangi konumda olursa olsun adil olmak zorunda olan Müslümanlar öncelikle Müslüman, yani Allah’a teslim olan insan olmayı, sonra adaleti, aklına, muhakemesine, iradesine, yaşamına yerleştirmeyi başarmalıdır. Allah ayetleriyle böyle bir Müslüman yetiştirmeyi amaçlamaktadır. Ayetleri iktidar odaklı okuyan Müslümanlar, ayetlerdeki bu amacın dışına çıkmakta, iktidarlar için her türlü girişimi yapabilmektedirler.
Kur’an-ı iktidar odaklı okuyan Müslümanların görüntüleri nelerdir?
İktidar için içlerinde yaşadıkları İslam dışı düzenlerle uzlaşmaya, düzenleri ele geçirmeye odaklanmışlardır.
Veya henüz İslam’a, yani barışa, huzura, esenliğe sahip olmayan din anlayışıyla, tarihsel, kinleri, nefretleri gündeme getirerek toplumla savaşa başlamışlardır.
Üç kıtaya hâkim olan devletin, iktidar olma mantığı, kuralları, Müslümanların devlet olma mantığına ulaşmaktadır. Üç kıtaya hâkim olan devletin savaş mantığı, kuralları, Müslümanların savaş mantığı, kuralları haline gelmektedir. Aynı şekilde üç kıtaya hâkim olan devletin din anlayışı, sanki iktidara birden bire gelecek Müslümanların da din anlayışı haline gelmiştir. Allah’ın ayetleriyle tanımladığı Müslüman yerine, Osmanlı Müslüman’ı olmak öne çıkmaktadır. Osmanlı Müslüman’ı üç kıtaya hâkim Müslüman anlayışıdır. Üç kıtaya hâkim devletin, hak saydığı mezhepler hak, batıl saydığı mezhepler batıl olarak kabul edilmektedir. Üç kıtaya hâkim devletin uyguladığı, uygulattırdığı fıkıh kuralları, devlet ahkâmı, İslam hukuku olarak kabul edilerek, ayetlerden uzaklaşılmaktadır. Üç kıtaya hâkim devlet, zamanın çıkarlarına göre, devlet ve toplum ahkâmını oluşturtmuştur. Bugüne hitap etmesi zorken, Müslümanlar bu özden uzaktırlar. Hâlbuki üç kıtaya hâkim İKTİDARIN onaylamadığı hukuki görüşler ret edilmiş. Hükümleri verenler, sapık, zındık, mezhepsiz, kafir olarak tanımlanmıştır.
Üç kıtaya hâkim olma anlayışıyla ayetleri okuyanlar, Ayetlere göre Müslüman olma yerine, yine üç kıtaya hâkim olacak ideallere asker yetişmek üzere kendilerini şartlandırmaya başlarlar. Onlara göre ayetlerin kendilerini bilinçlendirmesi bu yönde olmalıdır.
Niye günümüz Müslümanları zayıf durumda?
Niye Müslümanlar bugün birbiriye çatışır durumda?
Sorularının özetinde Müslümanların bugünkü duruma gelmesi, İKTİDAR ODAKLI din anlayışından uzaklaşmalarıdır. Bu nedenle, Müslümanları bir araya getirecek, lider, cemaat arayışları Müslümanların birinci hedefidir. HALİFE, HALİFELİK konuları birinci sıraya yerleşmektedir. Böylece Müslümanların aklına, muhakemesine, iradesine, yaşamına Allah ilah (yönetici, hükümran) olarak hâkim olacak iken, kişisel liderler hâkim olur.
Allah’ın ayetlerinde bize örnek kıldığı birçok resul vardır. Hemen her resulün hayat hikâyesi farklı özellik taşır. Devasa iktidarını kaybeden Süleyman… Kuyuya atılıp, köle olarak satılan, Allah’ın takdiriyle Mısır’ın yönetimine ulaşan Yusuf… Öldürülecek korkusuyla Nil’e bırakılan, Firavunun kardeşi tarafından sudan çıkarılıp Firavun adayı olarak yetiştirilen, Mısır’dan kovulan, resul olarak Mısır’a geri dönen, Firavun’u altüst eden Musa… Mezopotamya krallığından uzaklaşan, yeni topluluklar, yeni medeniyetlerin oluşmasının temelini atan İbrahim… Hangi resulün hayatını okursak okuyalım. Hangi resulle ilgili hayatın özüne bakarsak bakalım. Onların din anlayışında İKTİDAR ODAKLI din anlayışı yoktur. Aksine Allah’ın istediği Müslüman olma bilgisi, bilinci vardır.
Hz. Muhammed’in resul olarak Mekke’de ortaya koyduğu din anlayışı iktidar odaklı değildir. Bunu Mekke’de 12 yıl çalışmalarımızda yeterince açıkladık. Ama buna rağmen Hz. Muhammed Medine’de devlet kurmuştur. Hem de, devlet kurduğu toplumun %15’ni Müslümanlar oluşturup, toplumun %45’ini putperest Araplar, %40’ını Yahudiler oluştururken. Toplumun %85’ini oluşturan putperest Arapların, Yahudilerin peygamberde gördükleri şey adaletti. Peygamberdeki adalet anlayışı onların resulü başlarına lider seçmelerine neden olur. Devleti birlikte kurarlarken aralarında yaptıkları sözleşme, adalet üzerineydi. Aksi olsaydı, ne resulü Medine’ye sokarlardı, ne de devlet kurarlardı. Bütün Arabistan resule karşıyken, Medineli putperest Arapların ve Yahudilerin yaptığı büyük bir cesaretti. Tersini de yapabilirlerdi. Mekke ile anlaşabilir. Arabistan’ı karşılarına almayabilirlerdi. Ama onlar, ADALETİ tercih ettiler. Ancak Hz. Muhammed’de ADALET bulacaklarına inandılar. İslam’a iman konusu ise, Allah ile kendileri arasında bir şeydi. Peygamber HİDAYET edemezdi ama onlara ADALET vaat edebilirdi. Resul de bunu yaptı.
ADALET, insan aklına, muhakemesine, iradesine ve yaşamına, Allah’ın ayetleriyle tanımlanan, özgürlüğün, sevginin, saygının, paylaşımın yerleştirilmesinden ibaretti. Tarihten gelen kinlerden, nefretlerden uzak, savaşı değil barışı, esenliği, huzuru öne çıkaran anlayıştı. Allah’ın hesabı Allah’a bırakılarak, yeryüzünde zulmü ortadan kaldıracak, insanların hangi dinden, hangi ideolojiden, hangi mezhepten olursa olsun, barış, huzur, esenlik içinde yaşayacağı bir düzenin sağlanması ADALETTİ. İnsan aklına, muhakemesine, iradesine, yaşamına yönelmiş her türlü insani egemenliklere karşı, Müslümanlar mücadele vereceklerdi. Çünkü insani egemenlikler insani arzulardan, heveslerden oluşan, insanın insana köleliğini esas alan ve neticede zulüm doğuran sistemlerdi.
Üç kıtaya hâkim olan devlet anlayışıyla ayetlerin okunması, geçmiş, Abbasi, Memluklu, Osmanlı adalet anlayışlarını gündeme getirebilirdi. Ancak onların adalet anlayışının ayetlerde belirtilen Allah’ın adalet anlayışıyla ilgisi var mıydı? Onların adalet anlayışının, Allah’ın adalet anlayışıyla eşitlenerek ayetlerin okunması, ayetlerin anlaşılmasının önündeki en büyük engeldir. Zira üç kıtaya hükümran Müslüman ülkeler insanların yönettiği bir devletlerdir. Bu nedenle, insanlarda bulunan, ihtiras, hırs, zaaflar olabileceği gibi, olumlulukları da taşıyabilirler. Bu gerçeği görerek, her ne olursa olsun Müslümanların, kişilerin, devletlerin, toplumların adalet anlayışından uzak, Allah’ın ayetlerindeki ADALET anlayışını kazanmaları gerekiyor.
İKTİDAR ODAKLI olarak ayetlerin okunması, Ayetlerin gönderiliş amacından sapmaya neden oluyor. Müslümanları yanlış yönlere itiyor. Çünkü ayetler İKTİDAR ODAKLI değil, KULLARA KUL OLMAMA, BARIŞ, ESENLİK, HUZUR ODAKLI.
Ayrıca üç kıtaya hâkim olan devlet anlayışı MEZHEP ODAKLIDIR. Kaldı ki, üç kıtaya hâkim devlet yönetimleri, mezhep odaklılığı taşırken, mezheplerin kabulünde tek seçenek uygulamıştır. Mezhepler devletlere bağlıysa haktır, değilse batıldır. Mesela, Osmanlı’yı kabul edenler HAK, diğerleri BATILDIR. Böyle bir anlayış Allah’ın ayetlerine aykırıdır. Allah’ın ayetleriyle öğrettiği ADALET ANLAYIŞI, mezhebi anlayışlardan üstündür.
Müslümanların Allah’ın ayetlerinde öğrettiği ADALET anlayışını kavrayarak, Allah’ın istediği Müslüman olduklarında, ayetlerin yeryüzüne gönderilme amacı gerçekleşmiş olacaktır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.