- 688 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Elveda Saliha Kadın
Tarihe bakıyorum. Elime almaya çalışıyorum Kuran’ı. Abdest bozuyorum, tekrar alıyorum. Dönüyorum kanepeye. Hayır, yapamıyorum. Boğazım kurumuş. Adaçayı yapmalıyım. Demliyorum. İçine karabaş otuyla, papatya atıyorum. İçiyorum. Boğazım hala aynı. Uykum geliyor. Uykum yok. Sabahtan dolmuşum. Otobüs durağına gidiyorum. Bir kız otobüs bekliyor. Ben konuşmasam kırk yıl orada dursak tek kelime edemeyeceğiz. Laf lafı açıyor. Gitmesi lazım, gidiyor. ‘Kolay gelsin’ diyor. Kolay gelmiyor. Nefesim kesiliyor. Yürüyorum. Yeşillikler ölü bir beden gibi ayaklarımın altında, mezarlığın içindeyim sanki. Ruhuma katlanamıyorum. Akciğerlerime saplanan bir sızı var. Mutsuzum. Mutsuz olmak için çok sebebim var. Kulağımda kulaklık, başımda iki bere, tren gibi ağır ağır ilerliyorum kendi rayımda. İnsanlara bakıyorum. Sonra onlarda bana dikkatle bakıyor. O bakışları biliyorum. Yine de yüzümde bir gariplik var mı diye merak ediyorum. Siyah bir camın önünden geçerken, durmadan önünde yüzüme bakıyorum. Bir slayt geçişi bu, iki saniyede gösterim bitiyor. Cebimdeki bozukluklar aklıma geliyor. Gazete alıyorum bir tane. Eskiden nasıl okurdum gazeteyi. Şimdi o günleri dudaklarımı emip, hasretle arıyorum. Beni ben yapan, düşüncelerimi bileyen, tarafgirliğin insanın damarlarında zerk edilmiş en beter zehir olduğunu bana öğreten günleri… Düşünceni bayağılaştıracakları için, şahsi düşüncelerini kimseye söylememeyi, insanların düşüncelerine saygılı olmayı, yeri geldi mi, iş hakarete bindi mi, karşıdaki insana tepki göstermeyi… Hepsi güzel şeyler. Yürüyorum. Bu can sıkıntısı neden? İçim içime sığmıyor. Göğüs kafesim sıkışıyor. Hüznün bile mutlulukla alakası var.
Dudaklarımın arasında bir sigara, belediyenin çay bahçesi önünde bir kuşun pislediği banka oturuyorum. Emekliler, gençler hep bu çay bahçesinde. Kahvaltısını yapıp, kapalı alandan çıkan gençlere bakıyorum. Üşüyorum. Köpekler gibiyim. Ruhuma serili battaniyeleri atıp, sokaklarda cirit atıyorum. Yalnızlık ve gariplik top oynuyor bir köşede. Sert bir şut ruhuma ve kalkmalıyım oturduğum yerden. Güzel şeyler düşünmeliyim. Hüzne kapılmamalıyım, elbette yüce Allah onu seven, onu ananlarla beraberdir. İyi şeyler düşünüyorum. Bataklığın içinde bahar şarkıları söylüyorum. Yürüyorum. Kırılgan bir ot parçası gibi bedenim. Savruluyorum. Rüzgâr içimdeki ateşe emanet, insanların her biri yalnız... Aksakallı bir adam öğle namazına yetişmek için arabasının bagaj kısmını telaşla açıp, içinden çıkardığı su borusunu evine götürüyor. Namaza yetişmeli. Eve dönmeliyim. Dönmeden alışveriş yapmalıyım. Kahvaltılık bir şeyler almalıyım. Yirmi lira yeter, artar bile ancak nakit yok. Kredi kartı bu işinde çözümü. Ödemeyeceğimi düşünseydim, bu lükse hiç girmezdim. Ağzım leş gibi. Ruhum kargaların aralarında didişip, kavga çıkarmaya yetecek sebepte bir karanlık salıyor. Korkuyorum. Yana yakıla arıyorum. Ancak bizi var edenin sözünden başkası hiç doğru olabilir mi? İşte dünya, işte özgürlük, gez, dolaş! Bana mühlet vermiş. Mühleti boyunca şimdiye kadar hep aradım. Nafile. Hem dünyada hem ahirette tek bir gerçek dostu var insanın. Onu paylaşmam da zor. Onu kıskanıyorum. Diyemiyorum da el açıp kendisine;’ Eğer günahkârsam ki öyleyim, yine de seni kıskanmamı hor görmezsin değil mi?’ Nereye gidersem gideyim, hiçbir vasıta olmadan benimlesin. Ama şu adam, şu bankta oturan güzel kız, şu kanalizasyon işiyle uğraşan insanlar… Hepsiyle, hepimizle beraber değil misin? Affet, ne bileyim, dayanamadığım için böyle söyleniyorum. Ben sana ne zaman dua etsem, geri çevirmedin. Bana yardımcı oldun. Sırf rahatlığa kavuşurum da, her şey daha kötü olur diye bazı zaman kendi sıkıntılarım içinde sana yalvarmaktan vazgeçtim. Beni hep korudun. Bu dünyada senden başka güvendiğim kimse yok. Şüphesiz senin dostluğun o kadar gerçek, içten ve damarlarıma kadar işlemiş ki, seni kıskansam dahi, yine de senden vazgeçemem.
Bu yürüyüşünde bir sonu olmalı. Eve dönüp, kanepeye paltomla beraber uzanıyorum. Pencereyi kapattığını sanıyorum. On dakika sonra iliklerime kadar hissettiğim bir üşüme. Çay suyu koyarsam, ısınırım. Hay aksi, pencereyi kapattığımı zannediyordum ama kapanmamış. Hava girmesin diye arasına yapıştırdığım poşetten olsa gerek. Üşüyorum, dişlerimi birbirine sürüp mutfağa geçiyorum. Yine karanlık, yalnızlık ve yakıcı bir mesafe. Allah’ım… Ben neredeyim? Sen neredesin? Şu ağırlık üzerimden akıp gitse iyi olacak. Kalabalık şu şehrin içinde nasıl da yapayalnızım. En yakınlarım, gülenlerim, ağlayanlarım, dost bildiklerim nerede? Bu keşmekeş, zayıflık… Göğsüm sıkışıyor. Birlikte sıkıntılara maruz kaldığım dostlarım nerede? Hepsi hor görmüş beni, ben yalnız, tutunduğum demirin soğukluğuyla yüreğimi soğuturken, dert, sıkıntı paylaşmak da neymiş! Kalbim, ezelin ve ebedin sahibinde saklı bir kap, büyük hayaller, büyük ihtiyaçlar hepsi cehennem narı gibi. Sen dostun, sen ahbabların en zengini, fiyakalısı, en güçlü torpilsin.
…
Tarihe bakıyorum. Allah’ım ben neden böyle bir insanım? Saçmalık bu yaptığım. Hayır, hiçbir tevafuk bulamıyorum. Abdest alıp, kanepeye oturmuşum, Kuran elimde üşüyor. Telefon çalıyor. İlk seferinde açmıyorum. Telefon bir daha çalıyor. Açmamla beraber duyduğum ilk söz, koşup, tüm gün içimde var olan sıkıntıya sarılıyor. Boğazım kuru, belâ üzerineyim. Bu korku, bu bekleyiş, bu siniş…
-‘Kaybettik anneanneni.’
Ne konuşabilir ki insan, ne diyebilir, ne anlatabilir. Borç paraya ihtiyacım vardı, o ölüm haberini vermeden dünya ihtiyaçlarımı sunsaydım mesela. Ölüm acısını dindirmek için, hüznünü azaltmak için mi bunları düşünüyorum? Lezzetleri acılaştıran, insanlara her şeyin boş olduğunu, dünya kavgasının kuru bir dal parçası gibi beyhude olduğun gösteren, öğreten makber, tırnaklarıyla kalbimdeki katılığı soyuyor. Ama ayet de sabit, acaba telefonu kapatmadan o ayeti mi okusaydım? ‘O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman: Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz, derler.’ Elbet bir gün döneceğiz değil mi sana Rabbim? Şokun etkisindeyim sanırım. Hani insan birini kaybeder ya, sonra bir süre hiçbir şey yapamaz ve sonra ağlamaya başlar. Gözyaşlarından sonra içinde hâlâ acı bir birikinti vardır ve o kalıntıdan kurtulamaz. Hasta yatağından ambulans sedyesine taşımadan önce, gözlerine bakıp, kulağına fısıldadığım, işte o gün ellerinden son kez öptüğüm saliha kadını iki metre kefen bezi arasında görmeye nasıl dayanacağım? Dayanır mıyım? Dostum, ‘dayanırsın’ diyor. Var eden de, varı dünyadan çeken de benim diyor. Allah’ım üşüyorum.
Bazıları vefatından sonra bu dünyada geriye pek şey bırakmaz. Ama öksüzler… Geride kalan öksüzler… İşte dünyanın en acı sahnelerinden biri. Geride kalanlar, kimse, nasılsa, nasıl yaşıyorsa, yine kaderiyle yaşarlar. Altı yaşında annesiz, babasız kalan Habibinin dedesi, amcası gibi hep sahip çıkacak, kollayacak biri olur. Değil mi Allah’ım? Yoksa yanılıyor muyum?
…
Ama sen, ama sen niye öldün be kadın! Niye bu dünyadan bu kadar çabuk göçtün? Dostum, biliyorum tasarrufun bu ama gel de şu yüreğe anlat, su serp! Ölünce, insan kurtulduğunu sanıyor. Hayır, kimse kurtulmuyor. Belki sen, belki sen saliha kadın, doğduğundan beri hep sıkıntı çektin. Günyüzü gördüğün anda bile, kalbini kıracak birileri hep çıktı. Seni üzecek, seni anlamayacak, senin o pırıl pırıl, daima tertemiz koktuğunu düşündüğüm kalbini kıran insanlar oldu. Şimdi onlar memnun mu yaşamaktan? Şimdi onlar yaşıyorlar mı? Bu hınç, acıyla karışık biraz da, acıyla ve hüzün tavan yaparken, lezzet acılaşırken, sözler manasını yitirirken, dualar bile yorgun vücutta zar zor edilirken, hayır, bu acı, o kapıdan içeri girip, ölüm sessizliğine ortak olmak…
Diyorsun ki, bir sana, bir ona değil, herkese bu acıyı tattırıyorum ki, dünyaya bağlanıp kalmasınlar. Allah’ım üşüyorum. Kime anlatayım, kime söyleyeyim, ben de şaşırmışım. Yine bir sen, sana açıyorum içimi. Her ölüm acı, ayrılık, yalnızlık… Ama bazı ölümler o kadar diretiyor ki acısını baki eylemek için, işte o anda sabır, sabretmek gerekiyor.
Elinde Furkan, nurların kaynağı, Kelâmullah… Ben deki dinmeyen hüznün devamı ama şu iki kadın, onun iki kızı nasıl da ağlıyorlar! Dayanmak mümkün, sabretmek lazım, geride kalanlar için en zoru, şu iki kadının yürek kabında. Biri annesi için yanıp tutuşan, büyük kızı. Her gün annesinin sesini duymadan uyuyamayan bu kadın, sanki on yıl birden yaşlanmış. Şu küçük kızı, ya ona ne demeli. Küçük bir kız gibi masmavi gözlerinden akan yaşlar… İnliyor gibi ağlıyor. Sesini Fatıma annemizin sesine benzetiyorum. Hiç duymadığım mübarek bir sese… Ve sizler. Mutlu olmalısınız. Kıskandığınız, kızlarından bile kıskandığınız artık ölü. Toprağa gömüp, geri geldiğimiz şu yer… Bırakın dualarınızı, okumayın şu Yasinleri… Ağzınıza yakışmıyor.
Dostum, sevgilim, varlığım; kırıcı olmamalıyım. Biliyorsun zor bir süreç. Sabır sadece, sadece sabır diliyorum senden. Ama şu kadının gözyaşları… Onu gasilhanede yıkamadılar, şu kadının gözyaşları onu yıkadı. Zaten tertemizdi. Ölürken de, yaşarken de, giderken de, hep temiz oldu. Geride sevginin, sevilmenin hasretini bıraktı. Yüzüne bakınca, insanın içini titreten, mana dolu o yüzünü toprağa emanet ederken, kuşlara diyorum ki, ne olursunuz böceklere, yılanlara söyleyin de, onu rahatsız etmesinler. O elbisesine, abdestine, namazına hep dikkat etti. Ne olursunuz, ne olursunuz…
Kuran sayfaları ıpıslak...
‘Yâsîn
Vel Kur’ân-il hakîm
İnneke leminel mürselîn
Alâ sırâtın müstakîm
Tenzîlel azîzirrahîm
Litünzira kavmen mâ ünzire âbâühüm fehüm gâfilûn
Lekad hakkalkavlü alâ ekserihim fehüm lâ yü’minûn
…’