- 458 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KUTSAL GÖÇ...
KUTSAL GÖÇ…
Kurak bir coğrafyanın susuzluğu, dudağımızı çatlatmaya başladığı bir vakit, son sözümüzü çıkınımıza sarıp , kutsal saydığımız topraklardan geri adım sayarak uzaklaşırken, yaşama dair son kalan umut tohumlarımızı, her zaman olduğu gibi yüreğimizin zulasına saklamıştık.
Üstümüze sinmiş olan açlık, sefalet ve savaşın siyah i(z)slerinden kurtulabilmenin tek çaresi, uzak yağmur bulutlarının altında yıkanmak olduğunu hepimiz kabul ettiği an, yola çıkmaya kara verdik. Meşakkatli bu yolculuğun sonunu kimse bilmediği için ritüel ve kutsal bildiği her şeyi ağırlığı ne pahasına olursa olsun yanına almıştı.
Yanına ağır eşyalar alanların çoğu, daha yolculuğun ortasına bile varmadan, yanında taşıdıklarını (bir kenara) sonunda bırakacaklarının da farkındaydı aslında. Bunun içinde yaşlı akrabaları öz be öz aileleri bile vardı.
En son yağmalanan köydeki yakılan cesetlerin ateşten kalan külleri, sıcak rüzgarın etkisiyle önce göğe ardından hareket halindeki kafilenin üstüne dökülürken, hiç kimse üstüne dökülenleri silkelememişti. Ki bunlar onların omzuna en büyük yük olurken, bir o kadar da kalplerine yaşama hırsı eklemişti.
Heybesi dolu katırların teri, kızıl tüylerindeki ıslaklığın parıltısından belli oluyordu. Ölümün solgun kokusu, küllerle düşerken herkesin üzerine ; hiç kimsenin beklemek, dinlenmek ya da nefes almak gibi bir lüksü yoktu.
Yeterince uzaklaşıp da dik kayalıklarda ilk mola verilirken tüm kafile aşağı doğru bakıp, ateşböceği gibi yanıp sönen yakılan köyleri izlediler. Ben de izledim.Ama yanan ve kül olan yerlerin dumanlarını değil. Onların bakışlarındaki kimsesiz çaresizliği.
Yorgun ruhlarını dinlendirmek için Tanrıları rüyalarına davet edenler, yaşlı bedenlerini dinlendirmek için gözlerini kapayanlar, çocuklarını bu yüksek dağın serin esintisinden koruyanlar ,büzüşüp yatarken, bana uyumak düşmez diye kendi içimden geçirdim.
Öfkem beni katırın heybesinde tek taşıdığım kutsal emanete yönlendirdi. Paslı bir kılıç ve ilişiğinde duran küçük bir taş parçası. Kızıllığıyla bulutların arasında salınan ay, dünyanın yarısının kan gölündeki yansımasını sunmuştu bana sanki o an.
Oturduğum kayanın üstünden karanlığa bakarken bir düzineden fazla yıldızın, ruhuyla bir birlikte bu dünyadan göç ettiğini gözlerimle gördüm. Her kayan yıldız gerçekle bir olup düşlerimi yalayıp geçti. Bunların içinde şu an kafilenin içindeki sevdiğim birkaç yaralı kişide dahildi. Her savaşçı ölürken ruhundaki gücü diğer sevdiği savaşçıya emanet edermiş, emanetleri korusun diye…
Sırtımı sıvazlayan serin bir yel ensemden salınırken, gözüm, oturduğum yerden birkaç adım ötesindeki dumanı takip etti, ardından adımlarım bakışlarımla yürüdü…
Kuru ot artıklarından kalan közün kenarında oturan köyün büyücüsü Rita,avucunun içindeki henüz yaşını doldurmamış ölü bir çocuğun kemiklerini külün kenarına atıp, o vakte kadar hiç görmediğim bir alfabenin kabartması bulunan küçük hançeri vurduğunda işaret parmağına, kanını neden kemik parçalarına attığını tahmin bile edememiştim.
Ateş kanda sönerken, o birkaç kan damlasını kutsal kadehe, ardından da yanındaki deri üstündeki sunağa bırakırken ,yana doğru yığılıp kaldı yol gösterici.Benim ona inanmaya başladığım ilk zaman buydu. Ay kızıl gömleğini yırtıp, uzak bir gölde yakamoz yaratırken, bir gözüm onun uyanmasını bir gözüm karşımda duran Karagöle ilişmişti. Paslı kılıçtan çıkan sesler kulağımı törpülerken, yontulmuş hayatın cılız bir pınarı, nefesimize karışıp sanki karşımızdaki göle doluyordu ….
Rita kendinden geçtiği yerden uyanırken, gün yeni doğuyor ve gözlerim uykusuzluğumla çatışıyordu. O gün beni orada Rita’nın görmediğini sandığım için Tanrılara adak sözü verdim. Dudağımdan çıkanlar sabah rüzgarına, sabah rüzgarı bir serçenin kanadına, serçe uzak bir iklime uçarken… biz ikinci günün yolculuğuna ve yağmur düşen topraklara doğru yola koyulmuşken herkesin dilini ıslayan tek şey içten ettikleri dualardı. Ve Rita’nın ettiği kutsal duayı benden başka kimse duymamıştı….
Yola koyulurken daha şimdiden, çeyrek bir yalnızlığı yanımızda taşıdıklarımızı yol kenarlarına gömerken daha da anlamaya başlamıştık.. Her hafifleme kafiledeki insanların omuzlarına daha da bir yük salıyordu. Artık yalınayak yürümek kimsenin içini acıtmıyordu. Bu kapalı dudaklarının ardındaki diş gıcırtılarından belliydi…
YORUMLAR
DİLEK YILDIZI
En derin saygı ve selamlarımla...