- 416 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kim Bu Zorba
*
Topu topu on beş metre kare, küçücük bir yer. Belediye vermiş parayı, organizatör atmış havayı; takmış takıştırmış, vidalayıp yapıştırmış, bölmüş ayırmış; bir sürü stant yapmış…
Mekan, şehrin kapalı pazar yerinde bir yer. Yerler kırmızı halıyla döşeli. Halı üzerinde stant denilen baraka, derme çatma bir tezgâh, üstünde ızgara, teneke bir davlumbaz, körüklü borusu tavanda ve duman dumana…
Köşede markalı bir meşrubat dolabı, içinde ayran, su, kola… Üç masa atmışlar bunların arasına ve on iki tane de plastik tabura…
**
Adam aksakallı, kel kafalı. Masanın başında, kıçı plastik taburede; elinde ince uçlu bir kalem, önünde çizgisiz kağıtlar, bir sürü notlar; başını eğmiş, notlara bakıp bakıp bir şeyler yazmakta. Dalıp gitmiş. Dış dünyayı terk etmiş, iç dünyasıyla baş başa. Yani aklı yazdıklarında…
“Selamünaleyküm…” dedi birisi, “hayırlı işler!”
Duyduğu bu sesle irkildi. Ses kibar değil oldukça sert ve kabaydı. Kendine geldi. Başını usulca kaldırdı, masadan ayrıldı ve doğruldu. Gelenler iki kişi, ızbandut gibi, duruşları dayıvari, kaş altından bakarken;
“hoş geldiniz” dedi onlara, kibarca “buyurun, ne bakmıştınız?”
Derme çatma tezgahın alt yanında, standın üst demir borusunda renkli ve cavcaklı yazılı reklam afişi vardı. Kırmızı kangal sucuklar, firmanın adı, yani Zorba Sucukları. Üretim yeri, sahibinin adı, telefon numarası filan…
Uzun boylu, iri yapılı mafya tavırlı, sert bakışlı kaba adam:
“Kim bu Ali zorba?” diye kükredi, masa başında oturan kibar adama. “Soyadımı çalmış!”
Kibar adam şaşaladı biraz. Aslında o, gelenleri müşteri sanmıştı ama sonrasında ne istiyorlar, niyetleri nedir anlayamadı. Anlamaya çalıştı. Yüzlerine baktı, gözlerine, duruşlarına, okumaya çalıştı onları ama bir mana çıkaramadı ve tedirgin oldu sonunda…
Burası bir fuar alanıydı. Belediye bu yıl ikincisini düzenliyordu. Kapalı pazar yerinin zeminine kırmızı halılar sermiş, küçük büyük stantlar belirlemiş, Türkiye’nin ve dünyanın tek esnaf ve sanatkar fuarı diye lanse ettiği fuar dört gün sürecekti ve onlar da ziyaretçilere sucuk ekmek ikram edecek, bu vesile ile reklam yapıp sucukları tanıtacak, hem de para kazanacaklardı…
Öğlen öncesi… Yani satış için erken bir vakit. Gelen yok, giden yok, gezinen pek kimse yok; bu zorba tipli iki adam neyin peşindeydi acaba?
“Kim bu Ali Zorba?”
Allah Allah!
“Ben Ali Zorbayı tanımam…” dedi kibar adam “Bildiğim kadarıyla Kızılcık Dereli bir sucukçu. Bir patron kişi…”
“Soyadımı çalmış o!”
Allah Allah!
“Bu sucuklar onun mu?”
“Değil. Yani sayılır. Üreticisi o…”
“Sen Ali Zorba değil misin?”
“Hayır…”
“Ha… O patron. Sen çalışansın. Yani elemanı…”
“Hayır…”
“Kimsin o zaman?”
“Sana ne! Ya sen kimsin?”
“Bak keçi sakal, söyle ona benim soyadımı neden çalmış?”
“Bana ne, git kendisine söyle!”
Kibar adam çay istemişti çaycıdan. Bu sırada o geldi. Pet bardak elinde, abi çayın diyecekti, diyemedi. Esrarengiz adam çelimsiz çaycının çıkmayan sesini ağzına tıktı. “Ha işte!” dedi. Çaycıyla önceden tanışıyorlardı besbelli. “Sor bak! Şuna sor!” dedi, “ Söyle ulan ben Süleyman Zorba değil miyim?”
Çaycı, biraz tuhaf, kaşlarını çattı hafiften ama ızbanduttan zerre kadar çekinmeden, korkup ürkmeden, kendisini büyük göstermeye kalkan birinin küçüklüğünü ifade eder şekilde az burun büktü ve “osun…” dedi.
Zorba adam, çaycının da onayını alınca kibar adama gene diklendi. “Gördün mü?” dedi, “senin bu sucukçu… Senin patronun… Yani o Ali ibnesi benim soyadımı çalmış!”
Aksakallı, kel başlı kibar adam çayını çaycıdan aldı. Bu arada ayağa kalkmıştı, geçip yeniden taburesine oturdu. Bir yudum çay aldı, diğer elinde kalem vardı onu masaya bıraktı, çakmağını çıkarıp bir sigara yaktı. Sonra dumanı havaya doğru üflerken iki ızbandut adama alttan bir bakış attı. “Sizde mi sucukçusunuz?” dedi onlara.
“Evet, sucukçuyuz” dedi, Süleyman Zorba. Ama biz halka sucuk satmıyoruz, bizimkiler sap sucuk… Keser sapı.”
Aksakal kibar adam, masada duran şapkasını alıp kel başına taktı. Bozulmuştu, yüzü biraz kızardı. Yüreği ağzına yaklaştı, tık tık yapıp hızlı hızlı çarptı, biraz da ter çıkardı. Panik atak hortlamıştı. Derin derin nefeslenerek toparlanmaya, biraz rahatlamaya çalıştı. Acaba kimdi bu esrarengiz, hem de terbiyesiz adamlar; bunun cevabını aramaya başladı.
Küçük bir sokak mafyasının haraç kesen adamları olabilirler mesela. Olamaz mı? Bellerinde çakarpatlamazları var mı? Çakı, bıçak, kama… İstedikleri birkaç kuruş para mı? Bu tavırlar nedir böyle; onu tehdit mi ediyorlardı? Şifreli konuşma mı yapıyorlardı da o mu anlamıyordu. Kripto mu lazımdı?
Bana ne dedi içinden. Patron değildi ki kendisi. Bu yerin sahibi bile değildi. Neden korksun? Çekinmenin, sıkılmanın manası yok; neden paniklesin? Gülümseyerek, biraz da alaysı, esrarengiz adamlara baktı: “Pekte belli değil…” dedi, “Sizinkiler sap değil, galiba parmak sucuk!” Böyle deyince rahatladı. Yüreği kendi yerine indi, tık tıkı kesildi, panik gitti, oh be dedi içinden. Rahatlamıştı ve nefes alıp verişi düzeldi.
O, böyle deyince bu sefer ızbandut adam şaşırdı. Acayip bozuldu. Kara yüzü kırmızı oldu. Sabah sabah çıkmış, .iki, .aşağı denk, bu kibar adamla biraz dalga geçeyim de günüm neşeli başlasın manasında, belki de böyle düşünüyordu. Ama sert kayaya toslamıştı galiba, mort oldu.
Karizma çizildi mi?
Vay anasını!
Aslında kibar adam nekes biri...
Adamına göre mi?
Adamına göreydi tabii ama ne bilsin ızbandut? Kimse öğretmemiş, nasıl bilsin! Öyleymiş sanmış ve öyle biliyordu. Bir suçu yok desek olmaz, insandı o ve çalışan bir beyni vardı. Aklı vardı. Sanmakla olmaz, öğrenmeliydi ve doğrusunu bilmeliydi. Bilmediği için kükredi gene; "bağır kükre ki korksun" manasında. El etek öpsün, aman efendim desin, merhamet dilensin. Ben küçüğüm sen büyük, emret desin. Ne istiyorsun; al vereyim hepsi senin desin. Tabancan var belinde, paran çok cebinde; bende yok, köleyim ve emrindeyim desin. Öyle demesi lazım…
Öyle düşündüğü için kükredi:
“Bana bak!” dedi, sert. “Ali Zorba sen misin yoksa?”
“Değilim…” dedi, kibar adam. “Söyledim ya!”
“O zaman söyle ona bir daha buraya gelmesin. Seneye biz açacağız. Biz satacağız. Söyle, haberi olsun!”
“Bana ne! Git kendin söyle.”
“Kime?”
“Ali Zorba’ya… Soyadınız aynı. Yani amcan oğluna…”
“Nerede ki?”
“Dedim ya, Kızılcık Dere Köyünde…”
“Nerede o köy?”
“Kırklareli’nde…”
“Dalga mı geçiyorsun? Şimdi oraya mı gidelim?”
“Gitme hemşehrim! yani ister git, ister gitme! Bana ne! Bak telefon numarasını yazmış oraya; ara, söyle işte!”
“Tövbe tövbe! Çattık! Anladık, Ali Zorba değilsin. Çalışanı da değilsin. Kimsin?”
“Gazeteciyim…”
Adam gazeteciyim deyince dayı tavırlı ızbandut adamlar süt dökmüş kediye döndüler. Sus pus, kıstılar kuyrukları çekip gittiler…
***
…Patron, parasına para katacaktı. Zaten fazlasıyla şişman, biraz daha şişmanlayacaktı. Adam haklı…
Eşit paylaştırmayan asosyal bir devlet…
Paranın dini imanı yok. Tek gaye paraysa ahlak da yok. Dümeni döndürene, gemisini yürütene… Düzeni düzene… Düzen içinde çok para edinene…
Aferin(!)
Sosyal olmayan devlet düzeninde sosyal demokrat bir partinin sosyalist geçinen belediye başkanı da acımasız kapitaliste hizmet edecek, sosyallik kılıfı içinde… Fakir fukara gelecek, o da zengini reklam edecek…
Ne güzel(!)
****
Sahneyi yüksek bir yere kurmuşlar. Japon icadı elektronik aletler… Devasa hoparlörler… Yerler kırmızı halı, o biçim ışıklar…
Biri çıkacak akşama; Rumeli halkına Rumeli türküleri okuyacak. Üç beş türkü; paralar cebe… Arkasından sarı saçlı baldır bacak; şarkı okuyorum deyip durmadan tepinecek. Seyredenler de tepinecek tabii, bedava ya, onu kar bilecek…
Zaman ilerleyecek, acıkacaklar sonra… Mangal duman dumana, yanmış yağ kokuları… Patron sota bir yerde göbeğini kaşıyacak; gelsin paralar, paralar turalar…
Kayınço Tekin; karı, kızan ter duman içinde… Bir yandan çevirip pişirecek, bir yandan da bağırıp çığıracak;
“Sucuk ekmek iki buçuuukk!”
Kıçını yırtacak.
Adam işçi. Kendi bir, karısıyla iki, iki de çocuk toplam dört kişi. Sucuk ekmek iki buçukmuş, çok ucuz. Dört tanesi on lira. Birer de ayran içerlerse eder on iki lira. Yeseler, gitti garibin bir günlük yevmiyesi. Yemeseler…
Yankesiciler, yol kesiciler, beleşçiler, bekçiler… Birlik olmuşlar. Avanta, lavanta insanlığı unutmuşlar…
Sonra bitecek…
*****
Can çekişiyor, yakında ölecek ya global sömürüye eh demiş satılmış yönetici… Aklını hapsetmiş, uyuşmuş, uyutulmuş ve pis düzene eh demiş şehrin sosyal belediyesi… Ölü toprağı ile örtünmüş memleketimin tepkisiz emekçisi. Çiftçisi, memuru, işsizi, emeklisi…
Öyle yaşayın ve öyle ölün siz!
Diyemiyorum ki!
Hani bir diyebilsem…
LaTekmen. Kasım/2009/Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.