MEDİNEYE YOLCULUK (EYVAH ABDULKADİR KAYBOLDU…) 1
m_meyra
Kış geldi hafiften hafiften; Kuzey yarıküre kışı yaşarken, bu yarıkürenin bir parçası olan Ortadoğu’ya da soğuk hava dalgaları sessiz sessiz sokuluyor. Güneydeyiz ve ekvatora yakın sayılırız... Kış kendini artık buralarda da iyice hissettiriyor. Böyle giderse klimaları kapatıp; hırkaları giyeceğiz. Gündüz hava sıcak, gece ise Türkiye’nin sonbaharını yaşıyoruz. Çöl sert esen rüzgârlarla gönderiyor bize kumunu... Kum taneleri havada raks ediyor; sokaklar şenleniyor. Hüzün ve mutluluk birbirine karışıyor. Kumların oluşturduğu fırtınalar doyumsuz bir zevkle izleniyor. İnce, narin, bej renkli taneler kümeler halinde sergiledikleri oyunlarla bize kışın geldiğini haber veriyor. Ve her haber bizi üşütüyor… Üşümek… Ah! Üşümek… Neredeyse unutmak üzereyim seni… Ne kadar da çok özlettin kendini… Burada, bulunduğumuz bu beldede hava ya çok sıcak ya sıcak… Dört zaman diliminde de yaz mevsimini yaşıyoruz yani. Hâlbuki kış öyle mi? Bir kere kış geldi mi kar yağar, etraf bembeyaz olur. Paltolar giyilir; eldivenler takılır ellere. Sonrası gezmektir “gıcırt” “gıcırt” ses çıkaran karın üzerinde… Bu tezat, bu çelişki mutlaka Cenabı-ı Hakkın lütfu, hikmeti…
Ben de bu topraklarda doğmuş büyümüş olsaydım üşümenin nasıl bir ruh hali olduğunu bilemeyecek ve özlemeyecektim. Dört mevsimi tüm güzellikleriyle doyasıya yaşadığım bir ülkeden gelince ister istemez özlüyorum baharı, son baharı, kışı. Dalıp gidiyorum, faklı mevsimlerde yaşadığım anıların içine. Heyhat geçti onlar… Zaman ve mekân değişti. Miş’li geçmiş zamanlara sünger çekmek, şimdiki zamanı ve ecak, acak’ları yaşamak lazım. Daha fazla ruhen ve aklen yorulmamak için.
Titriyorum, durduramıyorum kendimi, ellerim, ayaklarım bedenim… Sanki beni bir sıtma tuttu, evet evet sıtma, başka şekilde tarif edemem. Hücrelerim can çekişiyor, ölüyorlar bir bir; ben ısınamıyorum. Titremekten konuşamıyor aklımı bir hizaya sokamıyor, düşünemiyor, fikirlerimi söze dökemiyorum. Her şey karıştı; durmam lazım, durdurmam lazım bu titremeyi ama nasıl. Tak diye kesildi dünya ile bağlantı, koptu ipler, halatlar tutamıyorum. Kendimi, kendime getirmeye çalışıp bir an önce ulaşmalıyım hedefe ki bitsin bu vücut yorgunluğu; çünkü çok yoruldum. Beş on dakika süren titreme nöbeti içimdeki heyecanın hafiflemesiyle duruluyor. Bir şeyler hazırlamam lazım, yola çıkacağız. Mücadele ediyorum bedenimle, elime ayağıma prangalar vuruldu sanki hareket edemiyorum. Titremekten kemiklerim, hatta iliklerim bile ağrıyor. Çenelerimin takırdaması da cabası… Vakit geçince biraz sakinleşiyor ve kendime geliyorum.
Bir ay kadar oldu sana gelmeyeli. Şimdi sana geleceğim ya, özledim ya seni, düşümde görmek, yanında olmak, seni doyasıya izlemek, sesini duymak, şiir gibi sözlerinin arasında kendimden geçmek ve şu yorulan dimağımı, sadır köşemi dinlendirmek istiyorum ya... İşte ondandı bu titreme nöbeti. Bazen yanı başında olmak yaşamımı tümcelere dökmek, sana anlatmak, şikâyet etmek, gülmek, kızmak, en önemlisi de sevmek, bunlardan bahsetmek istiyorum.
Hasret yanan bir kor imiş, söndü dediğin yerde yeniden parlar imiş. Nasıl yanmasın ki seni özlerken, vuslatın ne vakit gerçekleşeceği belli değilken. Sen nerede, ben nerede; koşsam gelemem ki, uzatsam elimi dokunamam ki, gelsem yanına beni de sever miydin, küçük bir tebessüm gösterir miydin? Huzurunda nasıl oturur, nasıl konuşurdum acaba, sana gelirken ne getirir, ne ikram etmek isterdim. Hangi elbisemi giyerdim? Kimlere haber verirdim? Kimler sana selam gönderirdi.
Sana geliyorum. Gecenin bir yarısında karanlık basmış her yeri. Tüm evren uykudayken ben düşüyorum yollara. Hava serin ürperiyorum birden. Biniyorum arabaya, gökyüzüne bakarak ilerliyoruz. Buralarda pek yıldız görünmez, gördüğündeyse en güzel parlaklığıyla göz kırpar sana ve yönünü kendine doğru çeker. Etraf sessiz in cin uykuda, sokak lambaları yanıyor. Tuhaf sarımtırak renk adeta ölüm rengi, bu sükûnet bana Necip Fazıl’ın kaldırımlar şiirini hatırlatıyor. Dökülüyor dilimden tek tek sözcükler.
Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum
Cidde için yazılmış bir şiir diyor arabayı kullanmakta olan eşim. Yol alıyoruz arkadaşımız Mustafa Bey ile buluşacağımız noktaya doğru. Oturduğumuz mahalle olan Naim’in çıkışındaki benzinlikte duruyoruz. Benzin depomuzu doldurup bekliyoruz. Mustafa Bey karar verdiğimiz saatte geliyor. Hareket başlıyor; biz önde Mustafa Bey arkada, Cidde’nin pasif duruşunu doyasıya yaşayarak hedefimize doğru hızlanıyoruz. Yol boyunca kendime engel olamıyorum, heyecanım kâh yükseliyor dağ oluyor, kâh alçalıyor sakin bir deniz… Özlem ile ilgili ne kadar şiir varsa hepsi aklıma geliyor, kalbimin diline dökülüyor, okuyorum. Özlemek ne hoş bir duygu, birini özlemek, ona kavuşmak ve özlenenle ilgili her türlü hayali kurmak. Katran rengine boyanmış karanlığa haykırmak, camı açıp sevgiliye gidiyorum diye bağırmak istiyorum.
Özlemekten yorulmuşum, kapında durdur beni
Ucu sana dek ulaşan bir zincire vur beni
Beni çöllerden sorma ki sonra Mecnûn yerinir
Aşksızlıktan taş kesilmiş şehirlere sor beni
Mustafa İslamoğlu’nun bu şiiri ne müthiş bir şiirdir, beni kendimden geçirir her hatırlayışımda. Her okuduğumda ayrı bir haz ve ayrı ayrı fikirlerin nakış nakış işlendiğini hissederim içimde. Yol bu, biter mi dört saat sürecek, daha ne şiirler okuyacak ve daha ne müzikler dinleyeceğim. Sana ulaşabilmenin her salisesinin sancısını çeke çeke tutturuyorum bir ezgi.
Özleminle kurudu döküldü yapraklarım…
Ruhuma hayat veren baharımsın sevgili…
Nağmesi ah olan inleyişle anarım…
Beni bu ateş ile yakansın ey sevgili…
Mustafa Demirci’nin ezgilerini söylüyorum da söylüyorum. Sana adanmış her cümleyi bilmek ve melodilerle duyurmak istiyorum.
Yol boyunca uzaklarda bir yerlerde hayat belirtileri var. Karanlıklar arasında parlayan ışık huzmeleri bildiriyor bunu. Gündüz aynı yolu giderken uzaklarda var olan insanları, evleri pek fark edemiyoruz. Gecenin siyahlığında anlaşılıyor. Asfalt, arabanın tekerleği altında kayıp giderken, hava da iyice soğumaya başlıyor. Çocuklar uyuyor, battaniyeleri örtüyorum üzerlerine… Yükselti arttıkça sıcaklıkta düşüyor.
İlerledikçe sağımızda ve solumuzdaki çalılıkları farklı şekillerde görüyorum. Uzayıp giden ufkun derinliklerinde piramit’i andıran dağlar, ay ışığının akisleriyle gölgesini düşürüyor çölün üzerine…
Uykum geliyor azıcık, ama uyumamalıyım yolda sabah namazını kılacağız. Direniyorum tam yolu yarılamamıza az kalmıştı ki kıvrıla kıvrıla uzayan yollara bakmaktan uykuya yenik düşüp gözlerimi kapatıyorum.
Dinlenme tesisi SASKO’da duruyoruz. Hava iyice soğudu, buz tutacağım; arabadan inmeye korkuyorum. Yoldaşımızın yanına gitmek istiyorum fakat nasıl ısınırım sorusunu aklıma getirince vazgeçiyorum. Ve nihayet arkadaşım Sevda camı tıklatıyor. ‘’Gelmiyor musun?’’ diyor. Üşümekten cevap vermekte zorlanıyorum her şeye rağmen ona eşlik ediyorum. Aman Allah’ım bu nasıl bir soğuk, ayaz var. Ellerimiz, yüzümüz çatlayacak. Namazın ardından eşimin gelmesiyle tekrar yola koyuluyoruz. Soğuğun verdiği mutlulukla, sinemizdeki yanan ateş topunu avucumuzun içine alarak gidiyoruz. Karanlığı aydınlığa açanın yanına.
Yolun ikinci yarısı nasıl geçti, anlamadan, kendimizi otelin önünde buluyoruz. Araçlar durdu, yol boyunca uyuyan çocuklar uyandı, üşüyorlardı, hırkalarını giydiler. Arabadan indiğimiz anda suretimizi okşayan rüzgâr yine bizi üşütüyor. Isınmak için koşarak otelin lobisine gidiyoruz.
Bu defa kısmetimize ikinci katta arka sokağa bakan 213 no’lu oda düşüyor. Caddeye bakan oda denk gelseydi mescide gidip, geri dönenleri izleyecektim. Kısmet demekten başka çarem yok. Odamızdayız, çok yorgunuz, üşümek yorgunluğumuzu iki katına çıkardı. Şimdi bir soba olsa da yanan odunların çıtırtısıyla demli bir çay içsem, sobanın üstünde ekmek kızartıp, tereyağı sürsem, onun da üstüne Erzurum çeçil peynirini döksem afiyetle yesem. Hayali bile şahane.
Hayalimin gerçekleşemeyeceğini düşünüp, gerçeklerle yüz yüze geliyor otel odasında olduğumu hatırlıyorum. Uykumuz var uyumalıyız, öğlen namazını kaçırmamalıyız.
Bir ses geliyor derinden ama anlaşılır. Beni çekiyor bir anda kendine huşu ile dinliyorum. Yine sardı dört bir yanımı heyecan, bu defa nasıl vuku bulacak bendeki heyecan fırtınası, maalesef yine aynı durum, titriyorum. Çünkü metrelerce uzağındayım artık, iki adımda yanına geleceğim. Vuslat saniyeler ötesinde, bir nefes kadar yakın. Yine hayalini kuruyorum, seni zihnimde bir şekle sokmaya çalışıyorum. Ama “mafi”, hani Arapça halk dilinde yok anlamına gelen şu kelime. Aklıma buraya ait yaşamından kesitler geliyor.
Kalkmalı ve bir abdest almalıyım. Mescide gitmek için acele etmeliyim. Çocukları uyandırıp çıkıyoruz otelden. Seri adımlarla varıyorum mescide. İşte kalbimin dirliği. Umudumun can damarı. Yalnızlığımın sadık dostu. Düşüncelerimin yegâne yöneticisi… Mutlulukla koşuyor çocuklarım avlunda. Onlar mescidin avlusunu ‘koşma yeri’’ olarak adlandırıyorlar; doyasıya koşup oynuyorlar. Namaz başladı, çocuklarla safta yerimizi alıyoruz. Okunan surelerin ulviliği ile birleşen tını, bu evrende var olduğunu unutturup, dimağımın münhal olmasına sebebiyet veriyor. Biten namazın ardından seni ziyaret etmek istiyorum canla başla, coşkuyla, hevesim kursağımda kalıyor. Çocuklar sıcakta durmak istemeyince, uzaktan bir selam verip yatsı namazından sonra görüşmek üzere boynu bükük, yüreği buruk bir hal ile dönüyoruz otele…
Yatsı namazını bekliyorum, çünkü Hz peygamberi ziyaret hanımlara yatsı namazından sonra başlıyor. Aynı gün ikindi namazını kılmak üzere mescide gidiyoruz. Namaz bitiminde biraz çarşıyı geziyoruz. Medine’nin çarşıları çok güzel. Gezmeye değer. Kendime süs aksesuarları satan bir dükkândan gümüş bir bileklik, mercan ve yeşil akik birer kolye ısmarlıyorum. Çok mutluyum. Akşam ezanı okunuyor. Hızlı hızlı gidiyoruz mescide... Yol arkadaşımızı bu defa da göremiyorum. Akşam namazından sonra hava serinlediği için mescidin avlusunda oturup, yatsı namazını bekliyoruz. Bizse dünyanın dört bir bucağından gelen değişik suretli, değişik kıyafetli, farklı ten renkli insanları izliyoruz. Zihinlerinden geçenleri yüzlerindeki ifadelerden anlama mücadelesi veriyoruz.
Yatsı namazını kılacağız. Efil efil esen rüzgâr eşliğinde… Canhıraş oldu yine gönlüm bu nasıl bir Kur’an okumaktır? Namaz kılmıyor adeta kendimden geçiyorum. Namazı kılan ben değilim sanki mest oluyorum. Bitmesin istiyorum. Secdede kalmak, huzurunda bulunmak istiyorum. Bana fırsat verdin, önünde bir kere daha eğildim, bana fırsat verdin yüceliğini kavramak ve acizliğimi göstermek için… Şükrümü nasıl eda eder nasıl af dilerim senden, nasıl bağışlarsın beni nasıl, nasıl…
Selam verip sakin bir tavırla bitiriyoruz namazı. Yine heyecanlandım. Vuslata az kaldı diyorum. Haydi, çocuklar, Hz Peygamberi ziyaret edip selam vereceğiz. Maalesef yine olmayacak. Çocuklar acıkmış, bir şeyler yemek istiyorlar. Neyse diyor yürüyüp gidiyoruz. Bir lokantaya Turkish Restorant Huda’ya, her zaman yemek yediğimiz yere. Açlık sorunu çözülüyor. Yine heyecanlanıyorum, bu sefer artık huzuruna çıkacağım diyorum. Ne yazık ki yine olmuyor. Çocuklar yorulmuş uykuları gelmiş, başlıyorlar ağlamaya, yine dönüyoruz 213 nolu otel odamıza…
Çocuklar uyudu. Bense kederli ve mahzunum. Rabbime şükredip vardır bir hayır diyerek teselliye bırakıyorum kendimi.
Allah lütfetti beni buralara çağırdı, demek ki beni sevdi. Beni sevdiğini biliyorum dualarıma karşılık vermesinden. Her duam benim için hayırlı olan zamanda kabul gördü. ALLAH DULARIMIZI BİZİM İÇİN NE VAKİT HAYIRLI İSE O ZAMANDA KABUL EDER. Duanın kabul olmaması diye bir şey yoktur. Duanın üstünde daha büyük bir güç yoktur yaratılmış nas için. Medine’de daha gezmem görmem gereken çok yerler var düşüncesiyle uykuya yenik düşüyorum.
Ezan sesi geliyor yine, sabah ezanı okunuyor. Kalkıyorum, bu defa kararlıyım, Hz Peygamberi ziyarete gideceğim; yine soğuk, titreyerek camın önüne gidiyor etrafı kolaçan ediyorum. Bomboş, hiç insan yok sokakta, sadece inşaatta çalışan işçilerin sesi geliyor. Birden irkiliyorum, bu sessizlik beni korkutuyor ve mescide gitme fikrimden vazgeçiyorum. Umreye kapalı bir dönemde olduğumuz için Medine bomboş. Bizim gibi hafta sonu tatilini geçirmek için gelen insanlar var. Namaz kılıp tekrar uykuya dalıyorum.
Çocuklar uyanıyor. Kahvaltımızı yapıp mescide doğru yol alıyoruz. Tam mescitten içeri girerken nihayet yol arkadaşım Sevda, küçük kızı Şeyma, minik Abdulkadir’i görüyorum. Hep birlikte mescidin içerisine girip ezanın okunmasını bekliyoruz. Çocuklar birlikte olmanın ve güzel bir oyun kurup oymanın tadına varırken biz de Sevda ile sohbet ediyoruz. Nasıl dalmışsak muhabbetin derinliklerine… Birden Sevda hiddetle ayağa kalkıyor,’’ Abdulkadir yok’’ diyor.
(devamı haftaya)