- 529 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
La bohème
Bohem hayatın sonuna geldik. Kuşların artık çatı katlarına uğradığı yok. Çatı katları çok yüksekte ve soğuk, rüzgâr alıyor kuşların yuvaları. Elektrik direkleri uzak. Çok uzak ve yerin dibinde. Isınmıyoruz.
Elindeki çantasını kapının kenarındaki duvara yasladı ve çöp tenekesine uzandı. Başı dönüyordu. Başı kanıyordu. Düşmüştü sokakta, hatırlamıyordu. Elindeki şişeyi çöp tenekesinden çıkarıyor muydu yoksa çöp tenekesine mi koymak istiyordu, bilemedi. Kanıyordu sadece. Kapının camında görünen yüzünü merak etti. Siyah beyazdı her şey. Yüzü, gözleri, dudakları, kanı… Başından akan kan, göz çukurlarını teğet geçip, yanaklarını ıslak bir havlu gibi sarmıştı. Boğazında kuruyan, pıhtılaşmış kanın izleri vardı. Kulakları kaşınıyordu. Bir eliyle kapıyı içeri doğru iterken, bir eliyle duvara yasladığı çantasını yerden aldı. Kapı, kendisine uygulanan kuvveti geri boşluğa bırakırken, menteşeye değdiği an da sert bir tebeşirin tahtada çıkardığı ses gibi kulağı tırmaladı iki kez. Sokak sessizdi. Bu sessizliğin insana hüzün verici bir yanı vardı. Sokağın sessiz olması konuşacak kimseyi görememesinden kaynaklanıyordu. Kapıya baktı. Çantasını elindeydi. Otuz sekiz numaralı kapı numarasının yazılı olduğu tarafta, kapıya asılı sahte bir gül vardı. Burnunu o güle doğru yaklaştırdı. Kokmuyordu. Burnu tıkalıydı. Burnunu çekti, derince çekti, derince tıkalı burnunu geriye doğru çekerken, elmacık kemiklerine yapışık lenf boğumları çenesinin acımasına sebep oldu. Çenesini gevşetti. Beynine doğru gittiğini sandığı burnunun içindeki sıvıdan kurtulmuştu. Kapıyı okşuyordu. Burnunu kapıya yasladı. Kapıyı kokluyordu. Diziyle hafifçe kapıya yaslanıyordu. Dudaklarını değdirdiği yer, kapının menteşeye yakın tarafıydı. Yağ kokusunu aldı, yanağını sahte gülün altında gezindirmeye devam etti. Pantolonunun cebinden çıkardığı tek anahtar, kokladığı, okşadığı kapıyı açacak anahtardı. İçeri girdi.
Tekli koltuğa vücudunu bıraktı. Kedisi pencere kenarında uyuyordu. Kapı sesini duyunca kulaklarını sese doğru kabartmıştı. Kedi adamın geldiğini biliyordu. Esniyordu. Pencere kenarından yere atladı. Patilerini esneterek yürümesine devam etti. Adamın başı koltuğun kenarına doğru kaymıştı. Kedi koltuğa tırmandı ve adamın dizlerinin üzerine oturdu. Miyavlamıyordu. Karanlığın içinden eve yakın sokak lambasının ışığı tül perdenin arasından süzülüp, odanın ortasındaki boşluğa yayılmıştı. Kedi patisinin tekiyle adamın gömleğine sürtündü. Adamdan en ufak tepki yoktu. Kedi tekrar gömleğe patisini sürterken, karanlıkta parlayan sarı gözleriyle adamın yüzüne bakıyordu. Okunmayacak hale gelmiş bir kitabı andırıyordu o yüz. Kedi tepki alamayınca, adamın boğazında kurumuş kana doğru yüzünü uzattı. Kan kokusunu daha iyi alabiliyordu. Adamın kulağına doğru yaklaştı ve miyavladı. Sersemleşmiş, bitkin halde koltuğa yığılmış adam gözlerini açarken, kedi tam anlamıyla rahatlamamıştı.
-Nerede kaldın? Bu saate kadar madamla seni bekledik. Ben dayanamadım, yatağa geçtim. Madam pencere kenarına çıktı. Gözleri seni arıyordu. Uyuyamadı.
Dizleri üzerinde, gözlerini açmasıyla rahatlamış bir pozisyon alan kedinin göbeğine doğru sürtünen kafasına elini uzattı. Karanlıkta gelen sese doğru gözlerini çevirdi. Göremiyordu tam olarak. Çıplak oval omuzlarının üzerine beyaz tülden bir şal atmış, tenine işleyen sabun kokusunu etrafa yayan, çıplak ayaklarının yerle ilişkisini kesmiş terlikleri giyen kadın gece lambasını açıp, mutfak tezgâhına doğru yürüdü. ‘Aç mısın?’ dedi. Adam hiçbir şey demiyordu. Sağ elinin işaret ve orta parmağıyla kedinin başını okşarken, başını düzeltmiş, karanlıkta sesini ve kokusunu yayan kadına bakıyordu.
-Sen?
-Evet, ben, dayanamadım, kusura bakma, bu saate kadar neden dışarıdaydın?
Adam, gözleri kapanıp, uyuduktan sonra geçici bir felce uğrayacak kedinin başını okşamaya devam ediyordu.
-Şehri dolaştım biraz. Yemek yedim, biraz da içtim sanırım. Tam hatırlamıyorum. Sen beni mi bekliyordun?
-Üzüldüm şimdi. Tabi ki seni bekliyordum. Korktum. Gelmeyeceğini düşündüm.
Başının kanadığını, yüzünde kan lekelerinin var olduğun unutmuştu ama kadını görüyordu.
-Bir şeyler içelim mi? Akşam için makarna yapmıştım. Peynir soslu. Sen seviyorsun diye içine biraz da pastırma koydum. Ağzım kurudu. Bu aralar uyurken hep ağzım kuruyor. Yatak rahat ama nedense ben rahatsız oldum. Sen olmayınca bu rahatsızlığım da katlanıyor.
Adam unuttuğunu fark etti. Bir şeyleri unutmak için, unutulan her neyse, onu veya onları yaşamak gerekiyordu. Bir insanın unutmak için sebep olarak kullanacağı geçerli bir sanı varsa da, o kesinlikle bilemeyeceği bir şey olarak var oluyordu. Kedinin vücudundan gelen gurlama sesi karanlığın odada uzaklara doğru dağılıyordu. Adam ‘ne içeceğiz’ dedi. Kadın yüzünü ekşitti. Siyah, kıvırcık, omuzlarına kadar dökülen saçlarıyla oynuyordu. Parmağında çözülen bukle, serbest kalınca eski haline geri dönüyordu.
-Şeker var, kahve de var. Su ısıtayım da kahve içelim. Biliyor musun, bu ısıtıcı sen yokken bozuldu. Tamir ettim ben onu.
Karanlıkta adamın gözleri tam olarak seçilmiyordu ama şaşkınlığını koruyacak hali yoktu. Kadına bakarken, dizlerinde sonlanan krem rengi geceliğin ipleri dikkatini çekti. O iplerden biri diz hizasını geçmiş, arada baldıra değdikten sonra tekrar boşlukta dolanıyordu. Kadın suyu ısıttıktan sonra, bardaklara kahveyi ve şekeri koydu. Sıcak suyu da bardaklara boşalttıktan sonra, bardakların içine kaşık koyup, adama doğru yöneldi. Gece lambasının ışığı karanlığı yenmiş, oda eskisinden daha aydınlık ve kırmızıydı.
Kadın sordu: ‘Acıdı mı?’ Manzara komik değildi ama acıklı da sayılmazdı.
Adam yüzünde ve boğazındaki kurumuş kandan dolayı kadının böyle bir şey söylediğini anladı. Kanı unutmuştu. Yarasını, kadının yüzünü, gözlerini, süzgün bakışlarını… Gittikçe yaklaşan kadının yüzü, parlak, pürüzsüz bir aydınlığın içinde çiğdem tarlalarını andırıyordu.
-Kahveleri içelim de, temizliyeyim o kanı.
Adam ‘hayır, kalsın’ diyecekti. Bu cevabı verecek gücü kendinde bulamadı. Gecelik, kadının iki göğsünün arasında nefes alacak bir boşluk bulmuş ve kahveyi alırken adam, o boşluktan aldığı kokuyu burnunun derin dehlizlerine doğru çekti.
-Uyudu mu madam?
Kediye diyordu. Kedinin lakabı madamdı. Gerçek ismini ise bir sonbahar akşamı, nehrin kenarında yürüyüş yaparken okudukları kitaptan esinlenip koymuşlardı. Lakabı madamdı, kediye hep madam diye sesleniyorlardı ama gerçek ismi, Fransız edebiyatının ünlü yazarlarından Madame de La Fayette’nin ismi olacaktı. Yine de kediye seslenirken, hep madam diyorlardı.
Adam kediye baktı. Gözleri gece lambasının odaya yaydığı ışığa yeni yeni alışırken, kedinin kapalı gözlerine baktı ve kafasını ‘evet’ manasında salladı.
Kadın bardağı iki eliyle avuçlamış, madama bakıyordu. Sonra gözlerini adamın gözleriyle eşit seviyeye getirip, bardağı ağzına doğru götürdü. Kahveden bir yudum aldı.
-Yine hiçbir şey anlatmıyorsun. Sanırım netice alamadın yine ama üzülme ne olursun! Bir gün olacak, bir gün olacak ve o gün geldiğinde yine beraber olacağız.
Adam kahveyi dudaklarına doğru götürürken, bakışları kadına itiraz ediyordu. Kadın sandalyeye oturmuştu. Tahta sandalyenin üzerinde yayılan kalçasının simetrik bir görüntüsü vardı. Adamın gözleri kadının çıplak dizlerindeydi. Dizlerinin arkasında kadının toplardamarlarının genişlemesinden kaynaklanan, lacivert renkte, derinin altında belirgin bir şekilde görülen varisleri vardı. Adam gözleriyle kendi el parmaklarını süzüyordu. Sırf o varisten kadını kurtarmak için bir gün üç saat boyunca kadının bacaklarına masaj yapmıştı.
Cebindeki sigarası aklına geldi. Ama kediyi uyandırmak istemiyordu.
-Çanta kirlenmiş. Onu ben sabah olunca temizleyeyim. Hangi yayınevlerine gittin? Dediklerime de uğrasaydın. O sana söylediğim bir kız vardı, yayınevinde editör, o yayınevine de uğrasaydın. Biliyorum, sevmiyorsun, istediğin yayınevi olsun diyorsun ama artık adamlar seni görünce sana hakaret edecekler diye korkuyorum.
Adam kadını dinliyordu. Kadın terlikleri içinde ayak parmaklarını çıtlatıyordu.
-Bu gece uyumadan aklıma ne geldi biliyor musun? Senin üst komşunun çocuğuna yazdığın piyes aklıma geldi. Hani o piyesi okulda oynarken, ünlü bir tiyatrocu da oynana oyunu görmüştü de, bu oyunu hangi yazardan seçtiklerini öğrenmek istediklerinde, gururla seni göstermiş öğretmen bey. Hatırlıyor musun?
Adam yutkundu. Kahveyi içemiyordu. Boğazında, yuttuğu kanın tadı vardı.
-Hatta Dostoyevski’yi de o piyese davet edebilme güzelliğinden dolayı da, sana ayrıca teşekkür etmişlerdi. Biliyor musun, seninle hep gurur duydum, yaşadıkça daha fazla duyacağım ama seni böyle bitkin görmek istemiyorum.
Adam tekrar yutkundu.
-Oyunda seni yazdığım karakteri hatırlıyor musun?
Kadın utangaç bir gülümseyişle başını ‘evet’ manasında salladı, kahvesinden bir yudum daha aldı, sağ eliyle saçının sol omzuna düşen taraflarını geriye doğru attı.
-Hatırlamaz olur muyum? Ne güzel bir kızdı! Kıza o elbiseyi nereden bulmuşlardı ki?
Adam dudaklarını ‘bilmiyorum’ manasında büktü. Ellerini havaya kaldıracak mecali yoktu. Kedinin sıcaklığını bacaklarında, kasıklarında, karnında hissedebiliyordu.
-En son yazdığın öykü de, otel odasında bir yazarın yaşadıklarını anlatmıştın. O öykü de çantada mı?
Adam ‘hayır’ manasında başını sallarken, kadın kahvesinden bir yudum daha aldı.
-Oysa ben o öyküyü çok sevmiştim. Zekice oyunlar olmadan, sakin bir ortamda, temiz bir dille, nasıl diyeyim, sanki eski, siyah beyaz bir filmin içinde hissetmiştim kendimi. O his benim için çok önemli. Sen sevmiş miydin o öyküyü?
Adam ‘bilmiyorum’ manasında tekrar dudaklarını büküp, dışarıya doğru dudaklarını çıkarmıştı.
-Sen açsın, yedim dedin ama inanmıyorum. Açsın, makarna yemiyorsan omlet yapayım sana. Ne dersin?
Adam hiçbir şey demedi. Kadın omuzlarındaki şalı alırken, mavi ışıkta Ay sanki ikiye bölünmüş, kadının sol omzu Ay’ın bir parçasını, sağ omzu da diğer parçasını andıran bir parlaklıktaydı. Adamın nefes alışverişleri hızlanmıştı.
-Yarın yine gideceksin. Öbür günde, ondan sonraki günde, hep gideceksin. Bana inanıyor musun? Bana inanıyorsan, vazgeçme. Olur mu? Vazgeçme! Senin yanında mutluyum, hiçbir yere gitmeyeceğim. Hep senin yanında kalacağım. İstersen ihtiyaçların olursa, dışarıdan ben de gidip alabilirim. Paramız kalmadı yine ama bazı kitapları satabiliriz. Senin de istemediğin şu kolideki kitapları satıp, yiyecek bir şeyler alırız. El yazmaları da vardı değil mi?
Adamın hüznü yüzünden okunabiliyordu. Kadının sesi sonbaharda toprakla buluşmuş yaprak kadar yorgundu. Kadın oturduğu sandalyeden ayağa kalkarken, şal yere düştü. Şalı bacaklarının üzerine serdiğini unutmuş gibiydi. Arkasını dönüp, ocağa doğru yürürken, arka tarafında geceliğin bir kısmı kalçalarının arasında kalmıştı. Adım attıkça gecelik düzelmiş, sert, yayvan iki kavunu andıran kalçası tek ses bir nota gibi aynı hizaya gelmişlerdi.
Kadın kahve içtiği bardağı musluğun altında suyla çalkalarken, bardağa çeşmeden su doldurup, tekrar sandalyeye oturdu.
-Bugün sen evde değilken, madam bir ara o kadar garip davrandı ki, önce korktum. Sonra dikkat ettim de, sanki dans ediyordu madam. Hani ilk ve son kez gittiğimiz operadaki o kısa, sarı saçlı kadın gibi. Hatırlıyor musun gittiğimiz o operayı?
Adam düşünüyordu. Gözlerini kıstı ve başını ‘evet’ manasında salladı.
-Biliyor musun, bazı geceler o operadaki hikâye aklıma geliyor. O sarı, kısa saçlı kadının mor gözleriyle baktığı sahne vardı ya, o sahneyi tekrar tekrar izliyorum. Hafızam bana çoğu şeyi tekrardan izlememe izin veriyor ama o operaya dair izlediğim şeyler, hiç canlılığını yitirmemiş gibi. Kızdın mı? Böyle dediğim için üzgünüm, evet, hatırlıyorum işte, buna ne ben engel olabilirim ne de sen! Ama hatırladığım, hafızamın bana izlettiği şeylerden dolayı bana kızmayacaksın değil mi? Hem ben sana bir şey anlatıyor muyum? Anlatmıyorum. Seni üzmek ister miyim hiç, düşüncesiz davranamam artık. Çok düşüncesizce davrandım. Hayatım boyunca bu yüzden acı çektim ama bundan sonra hayır.
Adamın dudaklarının iç kısmında kurumuş kanı vardı. Diliyle o kurumuş kanı yumuşatmış, sonra da ağzının derinliklerine kadar kanının tadını almıştı. ‘Mimi’ diye dudaklarını iki kez kırptı.
-Ne diyorum ben yine, pardon! Rodolfo ile Mimi’ydi değil mi? Ah aşk! Şair Rodolfo ve dikişçi kadın Mimi… Biliyor musun, ismim Mimi olsaydı, beni daha çok seversin diye düşünmüştüm bir keresinde. Sonra sana haksızlık ettiğimin farkına vardım. Çok sevmek ya da az sevmek gibi bir şey olabilir mi? Sevmek ve artık sevmemek diye bir şey vardır. Pardon, of yine hatırladım bak! Geçen sen uyurken, parmaklarına baktım uzun uzun. Damarlarına dokunmak, hatta onları öpmek istedim. Biz de seninle ilk görüşte birbirimizi sevenlerdeniz. Niyeyse kompliman âşıklar değildik biz! Aslında kendimle çelişiyorum. Tam tersi kompliman bir aşktı bizimkisi, hayranlık uyandıran ya da güvence sağlayan hiçbir şeyimiz yoktu. Tamam, vardı ama görünürde, dokunabildiğimiz, hani herkes tarafından kabul edilecek bir şey demek istemiyorum. Neyse, yine Rodolfo’nun Mimi’yi bırakışı aklıma geldi de, hüzünlendim. Sen beni bırakır mıydın? Gerçekten söyle, sen yine böyle bitkin, üzgünken, seni bırakıp, başka erkeklerle beraber flört etseydim, beni bırakır mıydın? Hem Rodolfo’da bırakmıyor ki! Kıskanıyor sadece. Ama acı veren de, belki de insanın can alıcı noktasından vuranda, Rodolfo’nun Mimi’nin daha iyi şartlarda yaşamasını istediğinden, flört ettiği erkeklere karşı da kıskançlıktan ziyade vicdan azabı çekmekte olması kötü! Bir kadının en basit şeylerden mutlu olabileceğini bildiğim gibi, sizin de en basit hadiselerden dolayı vicdan azabı çektiğinizi de çok iyi biliyorum. Verem olsaydım ya da kanser, senin bir aziz gibi yanımda yirmi dört saat olacağını çok iyi biliyorum. Olurdun değil mi? Beni hiç bırakmazdın değil mi? Ben seni bıraksam dahi, sen beni bırakmazsın değil mi?
Kadın uzun bir iç çekişten sonra, burnunu çekiyordu. Gözleri nemlenmiş, sabun kokan avuçlarını yüzüne kapamıştı.
…
Kedi patisiyle adamın gömleğine sürtünüyordu. Uzandığı yerden kalkmak istemiyordu ama esnemesi de gerekiyordu. Önce adamı uyandırması gerekiyordu. Çanta kapıya yakın bir yerde yere yığılmış, pencereden sızan güneş ışığı odayı az da olsa ısıtmış, karanlığın kokusu yer yer odadan çekilmişti. Adamın gömleğinde de kan lekeleri vardı. Boğazında kurumuş kan, birinin parmaklarıyla boğazına tutunuşunu andıran parmak izleri bırakmış gibiydi. Gözlerini açtığında, kedi, madam bacaklarının üzerinden yere zıplamış, odanın içinde hem yürüyor, hem de esniyordu. Madam acıkmıştı.
Adam yığıldığı koltukta uyumuş, sabaha kadar kalkamamıştı. Parmaklarıyla gözlerini ovuyor, bir yandan da ayağa kalkmak için kendini zorluyordu. Başı ağrıyordu. Midesi bomboştu. Çişi geliyordu.
Ayağa kalktı. Yüzünü genellikle mutfak çeşmesinde yıkıyordu. Çeşmesinin üstünde duvarda küçük bir ayna vardı. Yüzüne baktı. Musluğu açtı. Yüzündeki kanı ovarak geçirmeye çalışıyordu. Yüzündeki kurumuş kanların çoğunluğunu temizlemiş, boğazında ve gömleğinde kan lekeleri kalmıştı. Yavaş adımlarla yürürken, madam pantolonun paçasına sürtünüyordu. Madam da yaşlanmıştı.
Kapıyı açtı. Odanın içi bir ölünün son sözü kadar acı ve yalnızlık kokuyordu. Adımını atıp, odaya girince, boşluğa düşmüş gibi hissetti. Kendi adımlarını bu odada tanıyamıyordu.
Duvardaki asılı resim, yatağın başucunda değil, karşı taraftaydı. Yatağa oturdu. Madam yatağa çıktı. Acıkmıştı, adama sürtünüyordu. Adam başını resme doğru çevirdi. Pencereden sızan güneş ışığı, karanlık odanın bir cephesini aydınlatıyordu. Resim karanlıktaydı ama adam görebiliyordu.
Mutfak tezgahında kurumuş yarım bir ekmek, içinde azıcık süt kalmış bir şişe ve birazcık da önceki günden kızarttığı patates vardı. Tabağın içine kurumuş ekmekleri doğrarken, sütün içine biraz su daha doldurdu. Tabağın içindeki kuru ekmek parçalarının üzerine su-süt karışımı döküp, madama verdi. Kendi aç hissetmiyordu. Midesi boşta olsa, aç değildi. Yiyecek bir şey de yoktu. Açılmamış bir paket sigarasının olduğu dolabı açtı. Sigarayı çıkardı. Dudakları arasında hala kanın tadını alabiliyordu. Sigarasını yakıp, televizyonunun olduğu masaya doğru yürüdü. Masanın altında bir koli vardı. Koliyi kendine doğru çekti. Kolinin içinde film kasetleri vardı. Tek tek kasetlerin üzerlerine bantladığı kâğıtlarda yazılı şeyleri okudu. Film isimleriydi onlar. İstediği kaseti bulunca, koliyi tekrar masanın altına itti. Madam tabaktaki kahvaltısının yarısına yakınını bitirmiş, tekrar adamın yanına gelmişti. İkisi beraber her hüzünlü, garip rüyalardan sonra olduğu gibi, aynı filmi izleyeceklerdi. L a v i e d e b o h è m e