Profesör
Hızlı adımlarla karşıdan karşıya geçmeye çalışıyordu. Annesi ’Dünyanın en büyük profesörü olsan bile; karşıdan karşıya geçmeyi asla başaramayacaksın’ derdi her zaman. Profesör kelimesini ilk defa annesinden duymuştu o zaman. İkincisini ise şık giyinmiş bir müşterisinden. Adam söylediğine göre profesörmüş. Herhalde profesör, şık giyinen adam demekmiş. Eski bir Ford otobüsü sıyırarak geçti karşıya. Başarmıştı. Alnındaki teri sildi yavaşça. Mendile mi? Yok hayır, lacivert tişörtünün yakasına. Tişörtü ondan üç-dört beden büyüktü. Zengin bir adamın temizlikçisi olan Ayşe Teyze vermişti bu tişörtü ona. O iri yarı adamın olmalıydı. Cebinde tomarları olan o iri yarı adamın olmalıydı. Emrinde yüzlerce işçi çalıştıran, cebinde tomarları olan o iri yarı adamın olmalıydı. Toplantıya geç kalmıştı. Hızlandı, koşmaya başladı. Fakat sırtındaki yük onu yavaşlatıyordu. Yıkık dökük bir harabenin ikinci katına çıktı nefes nefese. Herkes oradaydı. Biraz utandı geç kaldığı için. Bereli adam konuşmaya başladı. ’Recep Nilüfer, Mahmut Beşevler, Fatih Batıkent…’ bizimkinin adı Fatih’ti. Gerisini dinlemedi bile. Bereli adam ‘’Bitti.’’ diyince fırladı harabeden dışarı.
Metro durağına gelmişti. Yürüyen merdivenlerden aşağıya indi. Hayatındaki en büyük zevkti yürüyen merdivene binmek. Kafasını eğerek yürürdü her zaman. İnsanların yüzüne bakamazdı. Nedenini hiç söylemedi bana. Güvenlik görevlisine yaklaşıyordu yavaş yavaş. Adam bunu görür görmez ‘’Ah ulan Fatih!’’ dedi ve gülümsedi. İnsanların sık kullanmadığı peronun, görevli bölümünden geçirdi Fatih’i. Teşekkür bile etmeden yürüyen merdivenlere koştu. Kim mi? Fatih. Sonunda kendisini metroda buldu. Metrodan her zaman korkardı. Mahallesindeki ağabeylerinden Fuat metrolarda insan yiyen ejderhaların olduğunu söylerdi. Bunun içinmi korkardı bilmem. On durak sonra indi. Babadan öğrenme okumasıyla ineceği durağı biliyordu. Babası sadece sekiz tane harfi öğretmişti. Birazda şans yanında olurdu. Koşarak gitti yürüyen merdivenlere. Usul usul indi aşağıya. Tekrar yukarı çıkabilmek için yürüyen merdiven yoktu. Aşağıya inenlere imrenerek baktı, normal merdivenlerden çıkarken. Hemen tezgahını kurdu metro girişine. Tezgah dediğim büyük bir şey değil. Birkaç boya ve iki fırça. Ayakkabı boyuyordu. Zengin adamların güzel ayakkabılarını. Temmuz sıcağında terleri akıyordu alnından. En fazla alnı terlerdi. Zaman su gibi geçiyordu. Sağdan soldan topladığı yarım sigaralardan birini yaktı. Sigara yakmasını bekleyen adamın biri yanaştı tezgahının önüne. Hemen sigarasını atıp başladı sağlı sollu fırça atmaya. Ayakkabı tozdan gözükmüyordu. ‘’Ayaksız adam’’ diyip gülümsedi. Ayaksız adam ‘’Banamı gülüyorsun *rospu çocuğu’’ dedi ve tekmeyi attı boyacı Fatih’e. Adam arkasına dönüp ilerleye başladı. Fatih zar zor kalktı ayağa. Adamın peşinden koşmaya başladı. Adam yolun karşısına geçmiş pis pis gülüyordu. Fatih altında kalırmı atladı yola. Teybinde Ferdi Tayfur çalan bir araba vurdu bizim yoksul Fatih’i. Çarpmanın etkisiyle uçtu havaya. Yere düşmeden öldü. Kimsesi olmadığı için gömdüler herhangi bir mezarlığa. Üst komşu geldi. Biraz sessiz olun dedi *rospu çocuğu. Olmadık, olmayacağız.
Sen hep gül, çünkü kolonya dediğin güllü olur.
hasanbaysan.blogspot.com
twitter.com/hbaysan
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.