- 549 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Biz Hayvan Mıyız Ali Aga
Evvel zamanda köyde yaşayan insanlar, küçük ay derlerdi Şubata. Küçüktü sözde ama demek boyu küçük, huysuzluğu büyükmüş ki, büyükten çok ondan korkarlardı. Çünkü kışın son günleridir. Yakında yaz gelecektir ama ambardaki un, samanlıktaki saman, odunluktaki odun bittim bitecek, tükendim tükenecektir. Yaz gelecek diye beklerken kış aniden çullanırsa tepelerine, derin, çok derin bir kar yağarsa, akan sular üşüyüp buzlanırsa ve eriyip bitmek bilmez, aksi küçük ay çabuk da gitmek bilmezse… Bu sebepten “aman Mart gibi kapıdan baktırmasa, kazma kürek yaktırmasa” deyip kaygılanır, huzursuz yaşarlardı.
Şubattayız gene. Küçük ay, yani kışın son demleri. Ama evvelde değil bu zamandayız ve biz de köyde değil şehirde yaşamaktayız...
Sabah erkenden kalktım.
Dışarıda soğuk var.
Genç biri değilim, kendimi üşütmemeliyim.
Giyindim, sarındım; bizim mekâna öyle yolandım.
Haydi, rast gele!
Elektrikli kazan otomatik termostatlı; su geceden kaynamış, hazır. Önce çayı demledim. Yaşlıymış, gençmiş, kadınmış, erkekmiş; dostmuş, komşuymuş, müşteri filan kimseyi iplemeden kendime bir kahve yaptım, bir de cigara yaktım.
İkiyüzlü kaypak Şubattayız ama şükür tükenmemiş; odunumuz, kömürümüz var. Çakmağı çaktım, sobayı yaktım. Dokundum bir tuşa, televizyonun radyosunu açtım. Ben, köpüksüz, telvesiz kahvemi yudumlarken, cigaramı tüttürüp yasakların içine üflerken, /radyo dört/ten de ülkem türküleri dinlerken altı köşeli cam mekânımız ısındı, sıcacık oldu.
Ambar boş değil şükür; un var, yağ var, tuz var. Oturmuşlar mutfaklarının dantel örtülü masalarına; kızarmış ekmekli, Ezine peynirli, Gemlik zeytinli kahvaltılarını yapmışlar; tek tek düşmeye başladılar…
Çay demini bulmuştu
İçin, afiyet olsun
Soba yanıyor, mekân sıcacık olmuştu
Boşa koyun dolmasın
Doluya koyun almasın
Konuşun siz
Duyan duysun, duymayan duymasın
Oooh, muhabbetiniz bol olsun
Bizim müşteriler mahalleliler. Eskiden beri burada yaşarlar ve birbirlerini iyi tanırlar. Kimisi devletin çiftliklerinde çalışan ayrıcalıklılar, kimisi tekstilde köle sayılan yoksullar, emekli olmuş petrol arayıcılar, emekleyen cam çıkarıcılar… Genç yoktur pek, genelde orta yaşlılar. Tabii köyde yaşama imkânı kalmamış; karısı yatalak hasta, ya da ölmüş de yalnız kalmış ve çaresiz kapağı oğlunun, kızının yanına atmış; ıkına sıkına yaşamaya çalışan ihtiyarlarımız da var. İçlerinde kahrı zor çekilir huysuzlar olduğu kadar, haliyle suskun, sakin, pisipisi olan dedecikler de var.
Maraz aga bunlardan birisi. Maraz aganın adı değil lakabı maraz. Kendisisi bir dağ köylüsüdür. Bahar gelip havalar ısınınca kaçıp köyüne gider, yaz boyu orada yaşar ama karısı yatalak olduğundan kışın buradadır ve işi çok zordur. Kaç senedir tanırım, bilirim kendisini. Önceki yıl seksen beş yaşındaydı. Geçen sene seksen altı… Bu sene deyip duruyor hep; “ben seksen yedi yaşındayım. Neler gördüm, neler yaşadım…” Laf aramızda biraz ukaladır. Çok yaşadım ve çok bilirim edasıyla övünür, böbürlenir. Aslında hiçbir şey bilmediğini bilmeyip çok bildiğini sanır; bir dinleyen bulursa anlatır babam anlatır. Demez hiç; ömür tükendi bitti. Yarın öbür gün göçüp gideceğim. Bu dünyada nasıl yaşadım, kaç ağaç suladım, dikili kaç fidan bıraktım. Deyip durduğu; “seksenin şu kadarıyım, seksenin bu kadarıyım, ben bilirim, hem de çok bilirim…”
Mesela:
Neden sigara içiyorsun sen?
Neden elinle selam veriyorsun da vealeykümselam demiyorsun sen?
Bak ben seksen yedi yaşındayım, gençsin daha neden çalışmıyorsun sen?
İnönü, bu memlekete, bu millete çok çektirdi; neden altı oka oy veriyorsun sen?
Neden camiye gitmiyorsun?
Neden içki içiyorsun?
Karını, kızını açık saçık neden gezdiriyorsun?
Bizim maraz aga çok ukala beya!
Aslında burası kahvehane değil, mahallede bir park. Açık alanımız var, döşeli kilitli taşlarımız var, çimenimiz, çiçeklerimiz, ağaçlarımız var. Tel örgü içinde fileli basket potalarımız, modern dediklerinden çocuk oyun sahamız bile var ki yazları cıvıl cıvıl, çok güzel. Bir de altı yanı camlı, içi yedi masalı kapalı bir mekânımız var. Kendimiz yapmıştık birkaç yıl önce. İyi ki de yapmışız. Kimi harala gürele, kimi gırgır şamata, kimi gazete sayfalarını karıştırarak, kimi çayına, bozasına iskambil oynayarak iyi kötü burada kışlamaktayız.
Haa bu arada;
Ben yaşlıca bir garsonum, mahalle parkında
Nazım’ın kulakları çınlasın, bin çiçekli mezarında
Kısa boylu, şiş göbekli maraz aga; elinde bastonuyla, ağır bedenini zor taşıyan güçsüz bacaklarıyla tin tin gelir. Yorulmuştur. Durur, biraz soluklanır. Bakar, ben oradayım. “bir çay verir misin” diye seslenir ve içeriye doğru yeltenir. Kimse yoksa boş bir masanın başına çöreklenir. Çok kibardır o zaman. Modern biri gibi tatlı tatlı teşekkürlerini dillendirir. Eğer ki içeride birisi varsa… Mesela muzır aga.
Muzır aga ova köylüsüdür. Karısı seneler önce göçüp gitmiştir. Şimdi oğlunun yanındadır ve onun da başı geliniyle beladadır. Ama çaresiz, ne yapsın! Akşam erkenden yatar, sabah erkenden kalkar; tin tin bizim mekânın yolunu tutar. Burada hürdür, özgürdür. Gelir gelmez derin bir nefes verir, içindeki sıkıntıyı atıp rahatlar. Aslında rahatladığını sanıp kendini kandırır. Çünkü yalnızdır. Çok yalnız… Mazlum aganın, “kötü adamların karısı kocasından önce ölür…” lafı her daim kulaklarını tırmalamaktadır...
Maraz aga, siyaseten sağcıdır. Aynı zamanda kavi bir Osmanlıcıdır. Sanki padişahın sağ şeyinden düşmüş…
Muzır aga solcudur ve kavi bir altı okçudur. Sağ cenap onu çiftlikten kovup yoksulluğa salmış olmalı ki, muzırlığının sebebi galiba budur.
Maraz, onu pek sevmez. Ama gider yanına oturur, nedendir bilinmez. O zaman değişik biri olur ki, tam bir maraza. Tatlı dilde teşekkürmüş, kibarlıkmış, modernlikmiş, hepsi birden buhar olur, uçar havaya yok olur.
Rica etmez, emreder: “bir çay da buraya ver!”
Heeyt len!
Kasımpaşa dayısıyım ben!
Gidersin ocağa, bir çay alıp getirirsin. Bakarsın ki, birisi daha gelmiş yanlarına; “bir çay da buna…” der. Çaylarını; ağızlarını şapırdatarak höpürdete höpürdete içerler. Sonunda birisi elini cebine atıp çay parası verecek olsa, hemen dikleşip düzlenir. Kabarır hindi gibi, acayip böbürlenir.
“Hoop! Dur bakalım! Sen benden zengin misin? Benim kese Osmanlı kesesi… Ben varken masada… Hoop bakalım! Hooop…”
Sanki dut yutmuş ötekiler. Kimse ağzını açıp da demez; “oohaa bakalım” diye. Acaba çay paralarımı yok ceplerinde!
Çaylarını keyifle içerler.
Bir yandan da yağdırırlar eserler.
Zaman akıp gider.
Bir damla su olup bir karış toprak ıslayamazlar.
Cılız bir yel olup cılız bir dalı ırgalayamazlar.
Gürleyip dursalar ne olacak; sünepe bir köpeği bile korkutamazlar…
Üç kişiydiler.
Kapıya yakın masanın etrafındaydılar.
Birisi maraz aga…
O, seksen yedi yaşında.
Birisi muzır aga…
O da aşağı yukarı onun kadar.
Birisi daha var yanlarında ama onu tanımıyorum, bilmiyorum o ne kadar.
Ama o, marazla muzır kadar yaşlı değil, olsa olsa benim kadar…
Maraz aga, seslendi:
“Alooo… Aooo!”
Genelde böyle hitap eder ben çaycıya.
“Aloooo!”
Hitabı, sesinin tınısı, tepeden bakan aşağılayıcı tavrı sinir eder en mülayim insanı. Behey, sen kimsin? Behey, neden böyle edepsizsin? Emek nedir bilmez misin ki, emekçiye saygısızlık edersin? Neden yaşıyorsun hala; haram akçelerle dolu pis kesenle birlikte gigidin cehennemin dibine!
Duyuyorum ama bakmıyorum. Biliyorum masaya çağıracak, “benim kesem Osmanlı kesesi…” demese bile o nidayla kendisine bir çay isteyecek, “sor bakalım bunlar ne içecek?” diye emredecek. Yerse! Behey mankafa! Bilmez misin ki; salak insan yok saf insan vardır. Saf insanlar salak mıdır, kendin bilmez geri zekâlı! Demek, “benim kuşağımda Osmanlı kesesi, sense sefil bir emekçi…” diyorsun bana, öyle mi? Bekle duyarım öyleyse! Bekle bakarım…
“Alooo… Aloooo!”
İnadına duymuyorum. İnadına bakmıyorum. Bakmıyorum ama kahretsin, istemesem de duyuyorum. Kulağıma mogur mogur sesler geliyor da, acayip tırmalanıyorum. Bu sefer muzır aga alıyor sazı eline:
“Oğuz efendiii! Oğuz efendi beyaaaf! Beyafu, sesleniyolar burda, duymayon mu?”
Duyuyorum ama...
Bu kadar yeter diyorum sonunda ve dönüp kendilerine yaklaşıyorum “alooo!” diyorum marazaya, “alooo… alooo! Kapsama alanı dışındasın. Cehennemin dibinde değil, kulağımın dibindesin be! Söyle ne var?” Hem çağrısına cevap veriyorum, hem de ukala moruğun ağzının payını veriyorum. Yeter ama! Sustuk sustuk, pısırık sandılar. Her fırsatta tepemize çullandılar. Kibar olalım, hal hatır sayalım, kem söz konuşmayalım dedik; ağzımıza sıçtılar. İçimize attıklarımız safra oldu, tafra oldu. Boğuşup dururken onlarla, depresyon olduk, panik olduk. Hastanelik olduk. Ak gömleği ters giydirdiler üstümüze, deli olduk. Yeter ama! Saygı duymam artık, yaşına da, başına da… Saygı duymam, ne sana, ne de sen gibi mankafalara...
Birisi muzır Sadulla
Diğeri maraz Mustava
Lakapları bu
Kim koymuşsa koymuş
Ben koymadım valla
Bir de ben yaşlarda biri var yanlarında, bilmiyorum kimin nesidir ama kafalar aynı kafa ki o da onların boş sohbetine olmuş maraba. Birisi sağ cenaptan, eski bir kır atçı. Diğeri sol cenaptan, halkçı mı halkçı. Marabayı bilmiyorum. O da yeni moda liberal bir kaypak olmalı. Üçü bir olmuş, boyuna konuşuyorlar. Yağdırıp estiriyorlar ama bir damla su olup bir karış yer sulayamıyor, bir cılız yel olup bir cılız dal silkelemiyorlar…
Bana ne!
Konuşsun dursunlar. İster ıslatsınlar, ister kurutsunlar. İster yapsınlar, ister bozsunlar. Bir kulağım sağır benim, onları duymuyorum. Duyan kulağım radyoda, onu dinliyorum. Bana ne! Yeter ki kumandayı bızıklayıp da türkülerimi susturmasınlar…
Ama iştim.
Boşları alırken duyan kulağıma denk geldi de işittim.
Kahretsin!
“Sürü çobansız olmaaaz!”
Çobansız sürüyü kurt kaparmış.
Benzetmeye bak!
Duymaz olaydım…
Ama duydum; cinler tepeme çıktı, ifrit oldum.
Zaten kaç zamandır ifritim kendisine; kıçına bir tekme vurup dışarı atmamak için kendimi zor tuttum.
Övünür durursun “çok yaşadım” diye de, üzülmezsin “ömür tükendi, yakında göçüp gideceğim” diye.
Övünür durursun “çok bilirim” diye de, bilmezsin “bilmişlik taslayan ukaladır, bir gün birileri ağzımın payını verir” diye.
Demezsin hiç; “çokbilmişim ama musluk kaçırıyor, donlarım sidiklidir hep, ekşi ekşi kokar gezerim” diye.
Dilimin balansı biraz bozuldu ama kızdım be!
Sabrın da bir sınırı yok mu; sonunda taştı işte…
Baktım da öte masada Ali aga var. Namı diğer, mazlum aga… Bu yana bakıyor. Göz göze gelince; “duydun mu Ali aga?” dedim ona. Duymuş, acı acı gülümsedi bana. “Biz hayvan mıyız Ali aga?” dedim, çok çok üzüldü. Derin derin iç geçirdi, sonra biçare gibi mazlum başını eğdi…
Sürü çobansız olmazmış…
Çobansız sürüyü kurt kaparmış…
İnsan sürüsüne de bir güdücü lazımmış ki, yönünü şaşırıp kaybolmasın/mış…
Çok yaşa maraz aga!
Seksen yedi değil, yüz seksen yedi sene yaşa.
Allah başımızdan eksik etmesin, sensiz ne yaparız sonra…
Zaman: Şubat/2012
Mekân: Zübeyde Hanım Parkı/Lüleburgaz