- 760 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. MUHAMMED'İN (SA) ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (08)
Allah ile insanlar arasındaki engeli kaldırmak!
Ütopik din algılayışı alt başlığında incelediğimiz konuya, uygulamalara yönelik konuları da katabiliriz. İslam’ın uygulanmasında Müslümanların algıları, İslam’ı hayata uygularken ortaya koydukları düşünceler, ne yazık ki ayetlerin anlaşılmasının önündeki en büyük engellerdendir.
Sahabe hayatları örneklenerek algılanan din anlayışı
Resulü örnek almakla sorumlu Müslümanlar, resulü örnek almada yeterli bilgiye, bilince sahip değiller. Rivayetleri tartışılır hadislerdeki peygamberle, ayetlerde anlatılan peygamber arasında bocalayan Müslümanların çoğunluğu, kaçışı resulün arkadaşları olan, sahabeleri örnek almada bulmuşlardır. Resul tarafından söylendiği iddia edilen “ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Kim onları takip ederse kurtulur” sözüyle hareket eden Müslümanlar, resulü anlama yolları varken, yollarını düzgünce öğrenme imkanları olmayan sahabelerin peşine düşmüşlerdir. Bugün ne olursa olsun resulü anlatan sağlam bir kaynak olan Kur’an elimizdedir. Sağlamlığı Kur’an-la eşleşmeyecek durumdaki hadis rivayetleri ne kadar tartışılsa da resul hakkında bize bilgiler ulaştırır. Ama sahabeler denilince, ne Kur’an-dan, ne de diğer kaynaklardan yeterli bilgiye ulaşmak zordur. Kur’an resulün arkadaşlarını genel tabirle müminler veya Müslümanlar olarak ele alır. Böylece sahabelerin genelliği çerçevesinde kişiselleştirilemeyen bir örnekle sunulmuş olur. Böyle olmasına rağmen Müslümanlar, sahabelerden bazılarının birkaçını örnek alarak kendilerine İslam’ı bir yol çizdiklerini iddia ederler. Hâlbuki hiçbir sahabenin örnekliği İslam’ın örnekliği olamaz. Zira her Müslüman, akli, mantıki, iradi, duygusal, bedensel yapılarıyla İslam’ı hayatlarına yansıtırlar. Yansıtılan hayatın İslam olduğunu söylemek gülünç olur. Ayetlere baktığımızda sadece resuller, insanlar için dinin uygulamasında örnektir.
Müslümanların tarihinde resulün ölümünden sonra çıkan iktidar savaşlarında, Müslümanların birbirine düşmesi… Adı saygıyla anılan bir çok sahabenin karşı karşıya gelerek birbirlerine kılıç çekmeleri… Ordular kurarak birbirleri üzerlerine yürümeleri… Ne yazık ki Müslümanlara ait tarihin karanlık yüzüdür. Bugün itikadı ve ameli mezheplerin doğmasına neden olan birinci ayrışma siyasi ayrışmadan kaynaklanır. Şia, Sünni ayrışmasının temelinde, ne bilim, ne ilim, ne de masum anlayışlar yatar. Direkt siyasi bir ayrışmanın, hırslara boğulmuş uzantıları olarak, itikada, amele yansıyan ayrışmaları doğurmuştur. Sahabelerin hayatından çıkan bu ayrışmalar, Müslümanlara örnek oldukça, ayrışmalara masumiyet kazandırılacaktır. Nitekim geçmişte ayrışmalara masumiyet kazandırılmış. Artık İtikadı ve ameli mezheplerin din haline gelmesine neredeyse kimse yadırgamaz olmuştur.
Tarihte, aşiret, düşünce yakınlıkları kurularak oluşan ayrılıklar, bugün din temelli ayrılığa kadar uzanmıştır. Mezhepler, tarikatlar kendilerini dinle bütünleştirmişler. Sadece kendilerinin kurtulduğunu iddia ederek, gerçek dini kendilerinin yaşadığını söyleyerek, mezheplerini Allahın dini yerine koymuşlardır. Sahabelerin düşünceleriyle, duygularıyla, yorumlarıyla ayrıştıkları konuların, din boyutunda ayrılıklara kadar ulaşması, Müslümanların Allah’ın ayetlerinden daha çok insanların düşüncelerine, davranışlarına önem verdiğini gösteriyor.
Allah birbirinizle savaşmayın derken, birbirine savaşan Müslümanlar. Allah birbirinizi öldürmeyin derken, birbirini öldürün Müslümanlar. Ayetler, ihtilafa düşmeyin, Allah’ın ipine sımsıkı sarılarak birleşin derken, en ufak görüş ayrılıklarıyla ihtilaf eden Müslümanlar. Her türlü ayrışımda, olumsuzlukta kendilerine sahabeleri örnek göstermişlerdir. Şianın da, Sünninin de dayandığı mutlaka bir sahabe vardır. Tarikatçının da, mezhepçinin de mutlaka dayandığı bir sahabe vardır. En masumu bile ayetlerin yorumunda, “sahabelerin anlayışları” delil gösterilerek, ayrışma sağlamıştır. Hâlbuki sahabelerin anlayışları diye öne sürülen her konunun tarihi rivayetinin doğruluğu tartışılacaktır. Kaldı ki, Allah’ın bize uyun diye emrettiği, tembihlediği şey gönderdiği ayetlerdir.
İnsan olarak her sahabenin kendine göre huyları, akıl üretmeleri, kalbi yaklaşımları, İslam’ı hayatlarına uygularken örneklikleri vardır. Olması da doğaldır. Zira Allah’ın ayetleri robotlar topluluğu üretmemektedir. Aksine Allah’ın ayetleri her Müslüman’a akıl etme, muhakeme kurma, fıkhetme, yani okuduklarından, anladıklarından sonuçlar çıkarma görevi vermektedir. Bilgi seviyesi ne olursa olsun Müslümanlar, akıl ederek, muhakeme kurarak, yorumlayarak, hükmederek sonuçlara olacaklardır. Böyle bir durumda doğal olarak, bilgi gücü, akıl gücü, muhakeme gücü, yorumlayabilme gücü, hüküm gücü devreye girerek, ortaya birbirinden farklı anlayışlar, sonuçlar çıkacaktır. Bu noktada Allah, Müslümanların birbiriyle istişaresini, yani görüş alışverişini… Hiçbir Müslüman’ın diğer Müslüman kardeşine hükümleriyle hükümran olamayacağını bildirmektedir. Kulların kullara hükümranlığı yasaktır. Öyleyse kullar, farklılıklarıyla üstünlük sağlayarak diğer Müslümanlar üzerine hükümranlık kuramazlar. Peki, tarih böyle mi gelişmiştir? Elbette hayır. Tarih; ne yazık ki, bazı açıkgözlerin, çıkarcıların insanlar üzerine hâkimiyetiyle sonuçlanmıştır.
Siyasi, mezhebi, tarikat, cemaat ayrışmaları olmasa bile, Müslümanların kendilerine sahabeleri örnek alarak oluşturacakları din algısı, ütopik din algısı olacaktır. Zira bugün sahabelerin yaşantısından 1500 yıl sonra, sahabelerin gerçek duygularına, düşüncelerine, yaşamına doğru bir şekilde ulaşmak mümkün değildir. Dinin yıldızları olarak tarif edilen sahabelerin, göklere çıkarılması, sanki yeryüzüne layık görülmemesi bile, gökyüzünde bir İslam algısının işareti olarak düşüncelerimize yerleşecektir. Belki sahabelerin gökteki yıldızlar gibidir sözü, bu anlama gelmese de, bugün Müslümanların kafasında, sahabeler, bugünkü Müslümanların ulaşamayacağı bir İslam’ı yaşamışlardır. Böyle bir anlayış peşinen, sahabelerin yaşadığı İslam’ı yaşamımıza indirgeyemeyiz demekten başka bir şey değildir. Adeta İslam’ı hayatımıza uygulamaktan kaçmanın bir yolu olarak, resule ve sahabelere biçilen kaftanlarla oluşturulan İslam algıları, İslam algısını gerçeklikten çıkararak ütopyaya dönüştürmüştür. Biz Hz. Ali olamayız. Biz Hz. Ebu Zer olamayız. Biz Hz. Ömer olamayız. Biz Hz. Ebubekir olamayız. Gibi sözlerle başlayan cümleler, onlara ayrı bir kaftan, kendimize ayrı bir kaftan biçtiğimizin göstergesidir. Halbuki sözü geçen bu sahabeler, toplumun önüne çıkanlardır. Toplumun önüne çıkmayan, toplumda silik kalan ama Müslüman olan nice insan vardır. Hiçbir zaman bir toplumda bütün insanlar öne çıkmaz. Bizler öne çıkanlara göre İslam algısı oluşturursak yanılırız. Zira toplumlarda öne çıkmayan insanların yaşamı da, Müslümanlık yaşamının bir yansımasıdır. Tarihe adını yazdıran Müslümanlarla, tarihe adını yazdıramayan Müslümanlar arasındaki fark nedir? Ayetler toplumun önüne çıkanlara mukarrebin derken, diğer inananlara, yani öne çıkmayıp geride kalanlara mümin diyor. Onları sağın, yani kitabı sağ taraftan verileceklerin ehli olarak tarif ediyor. Onları cennetle müjdeliyor. Toplumsal yapılara baktığımızda, bir toplumda öne çıkanlar toplumun %25’ini geçmez. Geri kalan %75 toplumda öne çıkmayan, karınca kararınca inançlarını yaşayanlardır. Şimdi biz, toplumun önüne çıkmamış, geride kalmış Müslümanları görmezden gelerek, sadece toplumda ileriye çıkan Müslümanları örnek alarak İslam algımızı oluşturursak, oluşturduğumuz İslam algısı bütün Müslümanları kapsamayacaktır. Bütün Müslümanları kapsamayan İslam algısı ise ütopyadan başka bir şey olmayacaktır. Çünkü toplumun büyük çoğunluğu öne çıkmayacaktır. Toplumda öne çıkma becerisini oluşturamayan Müslümanlar, sürekli öne çıkan Müslümanların örnek gösterilmesiyle bunalıma düşeceklerdir. Bugün Müslümanlar arasında olan budur. Müslümanlara Ömer gibi ol. Ali gibi ol. Ebu Zer gibi ol. Osman gibi ol. Ebubekir gibi ol. Diyerek bir İslam algısı çizebiliriz. Ancak insanlar için kafalarında büyüttükleri, yıldız yapıp gökyüzüne yerleştirdikleri sahabeler gibi olmak hayaldir. Bu hayali yaşayan Müslümanlar, gün geçtikçe yenilgileri yaşayacaklardır. Biz yapamıyoruz. Biz edemiyoruz. Biz başaramıyoruz. Sözcükleriyle tamamlanan cümleler Müslümanların ortak görüşü olacaktır. Bugün Şia; Hüseyin, Fatıma gibi olmak yolunda ömür tüketmektedir. İslam’ı mücadelenin şiarı olarak Hüseyin gibi olmayı hedef alan Müslümanlar gerçekten ayetlerin bütünlüğünü anlayabilirler mi? Allah Müslümanlara Müslümanlardan birini kendinize örnek alıp din edinin mi dedi? Aslında Hüseyin gibi olmak anlayışı, ayetlerin çizdiği dinden çıkıp, kişinin anlayışıyla, mücadelesiyle çizdiği din anlayışına sahip çıkmaktır. Böyle bir sahip çıkış ilk anda güzel gibi görünse de, tevhidi bazda büyük sorunlar yaratır. Sanki örneklenen insan, insanlıktan çıkarılmış ilah edinilmiş gibi olur. Zira geçmişteki bütün toplumlar, ilahlarını aşırı sevgiden, saygıdan üretmişlerdir. Müslümanların tarihteki bazı Müslümanlara sevgi duyması garip değildir. Gariplik, sevgi boyutunun sınırlarını genişletip kişileri ilahlaştırmaktır. Şianın Hüseyin’i, Fatıma’yı ilahlaştırdığı gibi, Sünniler de Ebubekir’i, Ömer’i aynı noktaya getirmişlerdir. Sünni tarikatların tipik örnek gördüğü Ebubekir’in aslında onlarla ilgisi yoktur. Ömer’in fıkıh camiasında örnek alınması, onun sert ama adil yapısından kaynaklandığı söylenen çizgileri, fakihlere farklı açılımlar doğurtmuştur. Ayetleri kendisine göre tevil ederek uygulamadan kaldıran veya uygulamalarını değiştiren Ömer’in, ayetleri zamanına göre uydurma çabasındaki fakihlere örnek olduğu tartışılmaz. Ayetlere yaklaşım biçimi, teslimiyet değerlerinde İslam ele alınırsa, ayetleri uygulamadan kaldırmak veya uygulamalarını değiştirmek düşündürücüdür. Uygulamaları bize ters gelen her konuda, “onların bir bildiği vardır” anlayışı, İslam’ın temeline konulan dinamit gibidir. Aklı, mantığı, bilgiyi, iradeyi öteleyen bu düşünce tarzı, kişileri ilahlaştırmaya kadar götürür. Çünkü ilahlaştırmak, kişileri tartışılmaz kılmak, görüşlerine karşı teslimiyet içinde bulunmaktır. Onların bir bildiği vardır sözüyle, kişiyi tartışılmaz hale getirmek, onlara kesin teslimiyeti sağlamak, insanın insana karşı kulluğundan başka bir sonuç çıkarmayacaktır.
Hiçbir toplumda, toplumun bütünü öne çıkmaz. Hangi düşüncede olursa olsun. Hangi ideolojide olursa olsun. Hangi dinde olursa olsun. Öne çıkanların kafalarındaki düşünceler, hayatlarındaki uygulamalar, geride kalanlar için büyük umut, büyük hayaller olarak kalacaktır. Bugün Müslümanların önde gidenleri de, geride kalanları da, hiçbir zaman bir Ömer, bir Ebubekir, bir Ali olamayacakları bilincindedirler. Öne çıkan sahabelerin hayatlarına indirgediği İslam, onlar gibi olamayacağına idrak edenlerin yaşamında hiç bir zaman olmayacaktır. Zira onların yaşamlarını hayatlarına sokmama düşüncesini kendileri koymuştur. Onların düşüncelerindeki olamayız kilidi, Allah ile, ayetler ile, resul ile, öne çıkan Müslümanlar ile aralarındaki en büyük engeldir.
Çıkar çevreleri sahabeleri öne çıkararak, Allah’ın ayetlerini, resulün örnekliğini geri plana itmeye çalışmışlardır. Mezheplerin oluşumunda, tarikatların yapılanmasında öne çıkarılan sahabeler, aslında istismar edilenlerden ibarettir. Belki de bugün onlara dayanarak İslam algısına ulaşan insanların anlayamadıkları tek şey, kendilerine dayanak kıldıkları sahabeleri bile anlamamış olmalarıdır. Zira ayetlerin tanımladığı Müslümanlar, resulle birlikte yaşayan Müslümanlardır. Yani sahabelerdir. Kur’an onları bütün özleriyle anlatır. Onlar bazen korkuları yaşamış… Bazen yanılgıları yaşamış. Bazen büyük hatalar yapmış. Tövbeleriyle öne çıkmışlardır. Samimiyetleriyle, telaşlarıyla, heyecanlarıyla inandıkları İslam’ı yaşayan bu insanların bütün gayretleri, Allah’ın ayetlerini yeryüzünde yaşanır kılmaktır. Ali İmran, Nisa, Maide, Tövbe, Enfal surelerinde konularına göre bize aktarılan Müslümanların yaşadıkları hayat üzerine indirilen ayetler vardır. Sorguları, korkuları, tereddütleri, fütursuz hareketleri, aceleci davranışları, doğruları, yanılgıları ayetlerin konusudur. Onlar ütopik bir dini yaşamadılar. Onların anlayışında Allah’ın gönderdiği her ayet, yeryüzünde yaşanması gereken, bir bilgi, bir hükümdü. Sahabeler günümüzün Müslümanları gibi “ayranım ekşi değildir” diyenlerden değillerdi. Hatalarını anladıklarında, anında hatalarını itiraf eden… Allah’tan af dileyen. Müslümanlardan özür dileyen insanlardı. Soğuk, mesafeli ilişkiler yerine, sıcak, yakın ilişkiler kuruyorlardı. Bunlar bizim bildiklerimizdi. Bilmediğimiz bir yaşam, öne çıkmayan Müslümanların yaşamlarıydı. Bunlar toplumun %75’ini oluşturuyordu. Bugün gördüğümüz görmediğimiz… Bildiğimiz bilmediğimiz sahabeler adına bir yaşam hayal edip, Müslümanlık olarak tasarımda bulunduğumuzda iş çığırından çıkıyor. Ve bu durum işin özüne aykırı oluyor. Çünkü sahabeler hiçbir zaman birbirlerine göre İslam’ı algılamadılar. Onlar ayetlerden direkt olarak İslam’ı algıladılar. Anlamadıkları konuları resule götürdüler. Müslüman kardeşleriyle istişarelerde bulundular.
Bizim yanlışımız burada başladı. Müslümanların, kendilerinden önceki, kendi zamanlarında yaşayan Müslümanlara benzemesi gerekmiyor. Benzeme düşüncesi bile ayetlerde anlatılan Müslümanlığın özüne aykırıdır. Birbirine benzeyen Müslümanlar, birbirinin kopyası olurlar. Hâlbuki kopya Müslüman Allah’ın istediği bir Müslüman değildir. Kopya Müslüman biraz daha netleştirirsek, bir Müslüman’ın diğer bir Müslüman’ı taklit etmesidir. Tıpkısının aynısı olmaya çalışmasıdır. Taklitçilik İslam’ın özüne aykırıdır. Her Müslüman bilgisiyle, bilinciyle, akli, mantıki, iradi kabiliyetleriyle İslam’ı hayatına geçirmekle mükelleftir. Hazırcılık dediğimiz taklitçilik anlayışı Müslümanların arasına sokulan bir kurt gibidir. İnsanın aklını, mantığını, iradesini, bilgisini, bilincini alır götürür. Müslümanların taklitçi anlayışla yaşayabileceği İslam algısı, insanların ürettiği bir ütopyadır. Çünkü hiçbir zaman bir insan diğer insanı bütünüyle kopyalayamaz. Böyle olunca, sürekli bir işkillenme yaşar. Bu durum psikolojik bir sorun yaratır. Acizlik, yetersizlik psikolojisi Müslümanların yaşamı haline gelir. Düşünün, sahabe gibi olamayan bir İmam, imam-ı taklit etmeye çalışan mukallitler. Sahabe gibi olamayan bir tarikat şeyhi, şeyhini taklit etmeye çalışan mürit… Sahabe gibi olamayan bir cemaat lideri… Liderini takip etmeye çalışan cemaat üyeleri… Herkes bir önündekinin kopyası olmaya çalıştığı zaman, hiçbir zaman kendileri olamazlar. Bir başkası gibi Müslüman olmak, insanın gerçekten Müslüman olması mıdır? Bu sorguya, akıl evet diyebilir mi? Mantık evet diyebilir mi? İrade evet diyebilir mi? Ayetler evet diyebilir mi? Allah huzurdaki hesapta Müslümanları birbirinin kopyası olmaktan hesaba çekmeyecek… Gönderdiği ayetleri yaşayıp yaşamadıklarından hesaba çekecektir. Ayetlerle hesaba çekilirken, birbirinin kopyası olarak İslam’ı yaşamaya çalışanlar bu taklitçiliğinin de hesabını vereceklerdir.
Bugün içtihadı, istişareyi öne çıkaran Müslümanların kültüründe bir anı vardır. Bir çok kaynakta bu anı verilir. Resul ile Müslümanlar istişare ederken veya sohbet ederlerken, resul bir şey dediğinde sahabe “ya resulüllah söylediğin önüne ardına geçemeyeceğimiz Allah’ın ayeti midir? Yoksa kendi fikrin mi? Eğer kendi fikrinse bu konuda bizim de bir fikrimiz var” derlerdi. Bu anı resulün dahi kopya edilmediğini gösterir. Sahabeler, resule Allah’tan gelen ayetler doğrultusunda yaklaşmışlar. Ayetlerin çizdiği sınırlar içinde onu örnek almışlar. Herhangi bir konuda ayet yoksa o konuda resulün fikrine karşılık fikir koyma eşitliğini kendilerinde görmüşlerdir. Kur’an, hadis, usul kitapları okumalarımda bolca rastladığım bu tür söylemlere ne yazık ki resulden sonra Müslümanlar dikkat göstermemişlerdir. Rivayet edilir ki, reyciliğiyle ünlü İmam-ı Azam Ebu Hanife bile, “hadi resulü, sahabeyi, tabiunu anladım, onlara uyarım, ama sonrakiler benim gibi insandır” demiştir. Yani bu sözün özünde, sahabeye karşı bir şey söyleyemem. Tabiuna, yani sahabelerden sonra gelenlere karşı bir şey söyleyemem anlayışı vardır.
Tarihler ilerledikçe, sahabeler dokunulmazlığa ulaştırılarak, onların yaşadığı İslam ulaşılamaz, dokunulamaz, yaşanılamaz hale getirilmiştir. Böyle bir algı onların yaşadığı İslam’ı ütopyaya dönüştürmektir. Günümüzden resulün ve arkadaşlarının tarihine baktığımızda, kaynaklar bize dokunulmaz, ulaşılmaz, tartışılmaz bir yaşam çizerler. Sahabeler birbiriyle savaşır. Tartışamazsınız. Onların bir bildikleri vardır. Sahabeler bizzat kendileri hadis kitaplarında, yanılgılarından söz ederler, konuşamazsınız. Onların bir bildikleri vardır. Doğru yanlış, “sahabelerin bir bildikleri vardır” özüyle çizilen sınırlarla üretilen ütopik sahabe anlayışı, İslam yaşayışı ayetlerle aramıza girer. Sahabeleri tartışan ayetleri okuduğumuzda, kafamızda tartışılmaz sahabeler varsa anlayamayız. Sahabelerin suçlarından söz eden ayetler varsa, kafamızda tartışılmaz, sorgulanamaz sahabeler varsa anlayamayız. Sahabelerin yanılgılarından söz eden ayetler varsa, kafamızda yanılmaz, tartışılmaz sahabe anlayışı varsa ayetleri anlayamayız. Böylece dokunulmaz, tartışılmaz, ulaşılmaz kıldığımız her düşünce, her kurum, her kişi, bizim ayetleri anlamamıza engel teşkil eder. Allah dinini açık seçik göndermişken, kendi algılarımızda ütopikleştirdiğimiz İslam algısı, ayetlerle aramıza girer. Yine ütopikleştirdiğimiz İslam algısı, üzerilerine indirilen ayetleri yaşayan sahabeleri bize anlatamaz. Ütopikleştirdiğimiz İslam algısı, neredeyse bütün ayetleri, kapalı, anlaşılmaz ayetler haline getirir. Müslümanlar böyle bir yapılanmadan kurtulup özgürlüğe ulaşmadıktan sonra ayetlere aklını, mantığını, iradesini yaklaştıramaz. Çünkü oluşturduğu tüm kavramlar ayetlerle arasına girer. Halbuki Allah Müslümanlarla arasındaki engelleri kaldırmak için ayetlerini göndermiştir. Özellikle sahabeler, Allah ile aralarına giren tüm engelleri kaldırarak Müslüman olmuşlardır. Aslında onların yolundan gitmek, onlar gibi Allah ile aramızdaki engelleri kaldırmak demektir. Müslümanlar ne yapıyor? Allah ile arasına giren tüm engelleri kaldıran, bu konuda Müslümanlara örnek olan sahabeleri, Allah ile aramıza, ayetlerle aramıza sokarak, İslam’ı anlamayı güçleştiriyoruz. İnsanlara, kurumlara, anlayışlara karşı özgürlüklerini kazanamayanlar asla ayetleri anlayamazlar. Müslümanlar bu özü kavramadığı müddetçe, kullara kul olmaya, kulların kopyası olmaya devam edeceklerdir. Müslümanların önündeki en büyük engellerden biri de budur.
Zorlaştırılan din anlayışı
Zorlaştırılan din. Ne demek? Her Müslüman bir dakika, bir saat, bir gün, bir ay, bir yıl bu konu üzerinde düşünmelidir. Zorlaştırılan din. Kim zorlaştırıyor? Allah yaşanması zor bir dini mi insanlara emrediyor? Konumuzun başından beri İslam, insanlara barışı, huzuru, esenliği sağlamak için gönderilmiştir derken, bir Müslüman İslam anlayışıyla kendisini, savaşın, huzursuzluğun, köleliğin içinde bulabilir mi? Evet bunlar ciddi sorular. Bu sorular üzerinde Müslümanların ciddi düşünmesi gerekir.
Allah bakara suresinin 185.ayetinde “Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez” demektedir. Sürekli tekrar ettiğimiz, Allah’ın gönderdiği dinin adı İslam’dır. İslam, barış, huzur, esenlik demektir.
İnsanlar, barışa, huzura, esenliğe zor hayat şartlarıyla ulaşamaz. Çünkü zor hayat şartları, bir müddet sonra insanı sıkmaya başlar. İnsanı bıktırır. Yaşama karşı isyan başlatır. Hâlbuki ancak yaşamın kolaylıkları insanlara mutluluk, huzur, barış, esenlik sağlar. Yaşamdaki zorluklar ise zulüm doğurur. Allah’ın ayetlerine baktığımızda, ayetlerle çizilen din zorluk içermez. Zaten zor gelen her konuda hemen bir ruhsat vardır. Azimet ve ruhsat arasında dengeyi insanın inancı, bilinci kurar. İhlas, yani samimiyet burada önemli rol oynar.
Ayetlerin çizdiği yolun ana özelliklerine bakalım.
İnsanlar kullara kulluk etmeyecek. Yani insanların hükümleri altına girmeyecek. Özgür olacaklar. Böyle bir hüküm, insanlara zorluk olsun diye gönderilmiş olabilir mi? Dünyada köleliğe karşı insanlar mücadele verip dururken, Allah’ın bu mücadele de köleleştirilenden yana oluşu, zalimlere karşı çıkışı insanların çoğunluğu içindir. Zira insanların çoğunluğu kölelik düzeninden yana değildir. Kölelik düzeninden yana olanlar, toplum içindeki güçlü olanlardır. Askeri veya ekonomik gücü olanlar insanları köleleştirirler. Bunlar çoğunluk değildir, azınlıktır. Hâlbuki insanların çoğunluğu zalimlerden oluşan bu azınlığı halledebilir. Ama insanların aklı, mantığı, iradesi köle kılınınca, karşı çıkmaya cesaret edemezler. Onun için Allah onları hidayetiyle cesaretlendirir. Şimdi biz şöyle diyebiliriz. Köleyken kölelik düzenine karşı çıkmak zordur. Büyük bir mücadeledir. Elbette öyledir. Peki, kölelik kolay mıdır? Kolay olduğuna inanan köle yaşama devam ederse, barışa, huzura, esenliğe ulaşacak mıdır? Hani evet diyorsak mesele yoktur. Ama hayır diyorsak, o zaman özgürlüğe ulaşacak yol, meşakkatli de olsa, barış, huzur, esenlik yoludur. Yani İslam’dır.
Varlıklı olanlar, fakire, yetime, yoksula sahip çıksınlar. Tamamıyla insani olan bu emri biz zorluk olarak görebilir miyiz? Eğer bir toplumda bir taraf alabildiğine zengin, bir taraf alabildiğine fakir olursa, toplumsal bütünlüğe barış, huzur, esenlik gelebilir mi? Allah diyor ki, zengininizle, fakirinizle paylaşarak barış, huzur, esenlik içinde yaşayın.
Burada bütün hükümleri değişik açılardan ele alıp konu çerçevesinde dile getirebiliriz. Örnekler farklı şeyler söylemeyecektir. Allah’ın emrettiği her hüküm, insanlar arasında barışı, huzuru, esenliği öne çıkarır.
Peki, dini zorlaştıran nedir? Kur’an okuyanlar göreceklerdir ki, dini zorlaştıran Allah değildir. Dini zorlaştıranlar, Allah adına din hükmü koyanlardır. Allah adına din hükmü koyanlar, güya dine inananlar için, en ideal din kuralları oluşturarak, Müslümanların daha iyi olmasını istemişlerdir. Yani onlara göre Allah din konusunda biraz gevşektir. İnsanlara müsamahalı davranmışlardır. Yani Allah insanları kayırmıştır. Hâlbuki sırat köprüsü çok tehlikelidir. Kıldan ince, kılıçtan keskindir. Onun için Müslümanlar öyle kayrılmaya gelmez. Hayatlarını ibadetlerle doldurmaları gerekir. Böyle düşünen insanlar, din adına hükümler eklemeye başlamışlardır. Allah’ın emrettiği farzlara, bir çok nafile, fazladan ibadet eklemişler. Eklenen ibadetleri yapmamayı sapıklık olarak tarif etmişlerdir. Bu konuda her zaman tartıştığımız önemli bir örnek vardır. Mesela; imsak vakti Kur’an-da açık seçiktir. Bakara suresinin 187. Ayetinde “Tan yerinde, beyaz iplik siyah iplikten sizce ayırt edilinceye kadar, yiyin için, sonra orucu geceye kadar tamamlayın” denilmektedir. Beyaz iplikten kastın sabahın aydınlığı, siyah iplikten kastın gecenin siyahlığı olduğudur. Bu ayete göre, insanlar sahurda aydınlığı görünceye kadar yiyip içeceklerdir. Meali aldığım çalışma diyanete aittir. Böyle olmasına rağmen, diyanetin planlarına göre çıkarılan namaz vakitleri ve imsak vakitlerinde, hiçbir zaman imsak vakti aydınlığın görülmesine kadar hesaplanmamıştır. Neredeyse arada 45 dakika vardır. Yani diyanet 45 dakika öncesinden yemeyi içmeyi kestirip insanları oruca başlatır. Bu konuda ülkemizde bir hayli tartışma çıkmıştır. 70’li yıllarda aradaki fark neredeyse bir, bir buçuk saatti. Şimdi 45 dakikaya düşürdüler. Allah’ın tayin ettiği imsak vaktine 45 dakika öncedir diye karar veren diyanet, geçmişteki fakihlerin neredeyse ortak görüşüyle hareket ederler. Efendim, Müslümanlara tedbir aldırmak iyidir. İnsanlar ya oruçlarını zedelerlerse ne olacak? Onun için, imsak vaktini öne alarak, insanların tutacağı orucu güven altına alıyoruz. Bu mantığı düşündüğünüzde, sanki Allah dininin hükümlerini güven altına almamıştır. Sanki Allah’ın tayin ettiği imsak vaktine uyanlar tehlike içindedir. Ancak sağ olsun değerli fakihlerimiz, Allah’ın tehlikeye düşürdüğü Müslümanları imsak vaktini 45 dakika öncesine alarak tehlikeden kurtarmışlardır. Hiç böyle bir mantık olabilir mi? Allah kendi katından rahmetiyle kuşattığı insanları niçin tehlikeye düşürsün? Hâlbuki diyanetin imsak vaktine uyanlardan bazıları oruç tutmuyor. Toplumda karşılaşıyorum. Oruç tutan birisi bakıyorum orucunu tutmuyor. “Hayrola ne oldu? Bugün niçin oruçlu değilsin?” dediğimde, “Hiç sorma, sahura kalkamadım, uyandığımda imsak vaktini on beş dakika geçmişti” Konuya baktığımızda kişinin uyandığında Allah’a göre henüz imsak vakti olmamıştır. Daha yarım saat vardır. Yarım saat içinde insan oruç tutacak kadar yiyip içebilir. Ama bu kardeşimiz ne yapmıştır? İmsak geçti diye orucunu yemektedir. İmsak vaktini 45 dakika öncesine alanlar acaba bunun sorumluluğunu üstlenecekler midir? Onlara göre hayırdır. Onlar hala Müslümanların ibadetlerini güven altına alma peşindedir. Şunu unutmayın ki, Müslümanların ibadetlerini güven altına almaya yönelik her türlü girişim, Müslümanların dini yaşamına Allah’ın koymadığı kuralları eklemektir. Dolayısıyla eklenen her kural, Müslümanların hayatını zorlaştırmaktadır. Bu algıyla dini anlamaya, yaşamaya çalışanlar, Allah’ın ayetini anlayamazlar. İmsak vaktinin tayinine benzer, yüzlerce hüküm örnek verilebilir. İnanıyorum ki ben bu konudan söz edince aklınızdan yüzlerce Müslümanların yaşamını zorlaştıran, ayetlerde olmayan ama fakihler tarafından konulan hükümler geçecektir.
Bugün din kitaplarının içinde anlatılan din, insanlara zor gelmektedir. Çünkü araya giren din adamları, Allah adına, kendilerine göre en iyi, en ideal İslam yaşamını önermektedirler. En ideal İslam’ın yaşanması ütopyadır. Öncelikle en iyi, en ideal İslam yaşamı ne demektir? Bu sözü söylemek bile Müslümanların ayetleri anlamasının önünde engeldir. Söylenen söz üzerine ciddi bir şekilde düşünün. En iyi, en ideal İslam dediğimizde, demek ki, iyi olmayan, ideal olmayan İslam var demektir. Hatta kötü olan, pespaye olan İslam var demektir. Zira iyinin karşılığı kötüdür. İdealin karşıtı, idealsizlik, sıradanlık, pespayeliktir. Hani şöyle desek mesele yoktur. İslam, dünyadaki dinlerin içinde, en iyi, en ideal dindir. O zaman mesele yok… İslam’ın karşısına ideal, iyi olmayan dinleri koymuşsunuzdur. Ama İslam’ın kendi içinde, iyi, ideal İslam yaşamı diye bir ayırım yapamazsınız. Hiç kimsenin Allah’ın dinini kendi içinde ayırıp, iyi – kötü din, ideal – sıradan din anlamlarına gelecek şekilde ayrımlara tabi tutamaz. Toplumda bazı sözler vardır. Onlarda aynı şekildedir. “Bak şu adam ne güzel İslam’ı yaşıyor” dediğinizde, “evet o İslam’ın doğrusunu yaşıyor” cevabı alırsınız. Bu söz de yanlıştır. İslam’ın doğrusundan söz ediyorsak, İslam’ın yanlışlarından da söz ediyoruz demektir. Hiçbir zaman İslam’ın yanlışları olmaz. Ama İslam’ı yaşadığını söyleyen Müslümanların, doğrusu, yanlışı olur. İslam’ı yaşadığını söyleyen Müslümanlar ideal, sıradan, iyi, kötü olabilir.
Kavramların, anlayışların karıştırıldığı toplumda, dini yaşamak zorlaşmaya başlar. Zira kavramlar karışıktır. Anlayışlar karışıktır. Böyle bir durumda din öğretimi diye bir şey kalmaz. Her kafadan bir ses çıkar. Her kafadan bir hüküm çıkar. Çıkan sesler, hükümler insanların iyiliği, İslam’ın idealine yönelmişse, artık din yaşanmaz hale gelir. Çünkü her insan, en iyi, en ideali noktasında hayali, ütopik kavramlar üretmeye başlar. En iyinin, en idealinin yaşama indirgenmesi zordur. Yaşama indirgenmeyen din, iyilerde, ideallerde dolaşmaya başlar ama yaşamda sıfırlanmıştır. İyilerde, ideallerde dolaşan İslam’ı yaşamak isteyenler, sıradan hayatları içinde zorlanmaya başlarlar. Hâlbuki Allah ayetlerini toplumun en cahilinden, en bilginine kadar sıralanan insanlar üzerine indirmiştir. Onlar ayetleri anlamışlar, hayatlarında uygulamışlardır. Resul zamanındaki bu anlayış, ideal din noktasına ulaştırılınca, yaşamdan kovulmuştur. İdeal din, İdeal İslam algısı Allah’ın ayetlerini yaşamdan kovar. İdeal din, ideal İslam algısıyla dine bakanlar, asla ayetleri anlayamazlar. Çünkü ideallik insani bir kavramdır ve her insana göre değişir. İdeal dini tanımlayan insanlar bile, “doğrusu bu ama ne yazık ki her zaman yapamıyoruz. Allah bizi affeder inşallah” sözüyle, idealize ettikleri şeyin yaşamda olmadığını itiraf ederler.
Müslümanların, geçmişin yanılgılarından kendini uzaklaştırarak, İslam, yalın haliyle yaşama indirgemesi gerekir. İnsanın yapabildiği amel, ameldir. İnsanın yaşayabildiği din İslam’dır. Eğer insan bir ameli yapamıyorsa, o onun gücünü aşmıştır. Allah ise hiçbir zaman insanın gücünü aşan ameli insanlara emretmez. Eğer algıladığı İslam’ı hayatında yaşayamıyorsa, o insanın gücünün üstündedir. Allah ise hiçbir zaman insanın gücünün üstünde din göndererek onları İslam’a, yani barışa, huzura, esenliğe davet etmez. Zira insan gücünün üstünde, barış, huzur, esenlik yoktur. Barış, huzur, esenlik daima insanın gücü içinde, yaşamında olandır.
Bir insan kendini ne kadar aciz, basit görüyorsa, ayetler ona hitap ederek, ona kendini tanıtır. Ayetlerle yolunu çizmeye başlayan insan, aklını, mantığını, iradesini, gücünü, duygularını, yaşamını öğrenir. Bunları öğrenen, dolayısıyla kendini öğrenen insan artık güçlenmiştir. Çünkü zayıflık insanın kendisini tanımamasından kaynaklanır. Güçlenen insan, kullara kul olmaktan kurtularak, Rabbiyle buluşur. İnsanların kendine öğrettiği dinden kurtularak, Allah’ın ayetleriyle tanımlanan dinle buluşur.
Bütün amacımız, bütün duamız bu yönde olmalıdır. Rabbim bize kendimizi öğret. Bize ayetlerini anlamayı öğret. Bize yolunda yaşamayı öğret. İnanıyorum sen asla bize zorluk emretmezsin. Sen bizi daima, barışa, huzura, esenliğe davet edersin. Sen bizim için daima kolaylıkları gösterir, bizi zorluklara itmezsin. Çünkü sen bizim rabbimizsin, Rahmansın, rahimsim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.